15 Aralık 2008 Pazartesi

Yeni Yıl romantizmi


Müthiş keyifliyim.
Genel anlamda olmasa da en azından şimdilik...
Öyle enfes bir cd dinliyorum ki şu anda sizin de dinlemenizi çok isterdim.
Bayram tatili süresince gittiğim ve dün akşam döndüğüm Londra seyahatimde National Portrait Gallery’den aldığım “JAZZ The 50s scene” isimli albüm.

Esasen ben National Portrait Gallery’e ünlü fotoğrafçı Annie Leibovitz’in “Portreler” sergisini gezmek üzere gitmiştim.
Leibovitz moda dünyasının en popüler dergisi olan Vogue’ın en ünlü fotoğrafçılarından biri. Özellikle Vogue için çektiği kapak fotoğrafları, Brad Pitt’i meşhur eden 1994 yılında Las Vegas’taki bir otel odasındaki fotoğrafı, Demi Moore’un çok konuşulan sansasyonel hamilelik fotoğrafı ve Sex&The City’de Carrie’nin bir dönemlik Rus sevgilisini canlandıran ünlü balet Mikhail Baryshnikov ve Rob Besserer'in yukarıda gördüğünüz fotoğrafı en bilinen çalışmaları arasında.
Trafalgar Meydanı’ndaki National Gallery’nin bitişiğindeki National Portrait Gallery dünya üzerindeki en değerleri sanatçıların eserlerini sergilediği için sanatseverler için adeta bir mabed.
Saatlerin ve günlerin sığamadığı Londra’da genellikle güne erken başlayıp yapılacakları yakalamaya çalışırım. Yine bu sefer aynı tempoyu tutturmaya çalışsam da daha önce hiç yılın bu zamanı gelmediğim bu canlı şehrin soğuğunun hızımı bir hayli kestiğini söylemeliyim.
Öncelikle güne çok erken başlayamıyorsunuz, hava çok erken karardığı ve keskin soğuk bastırdığı için geçe kalmadan bitirmeniz gerekiyor, dışarıda gezerken kalın giyinmiş olmak kıvraklığınızı azaltıyor ve içeriler sıcak dışarılar buz olduğundan her giriş çıkışlarda 1 saat giyinme soyunma seromonisi yaşıyorsunuz.
Ama ne olursa olsun Londra sizi kendine dibine kadar, her santimine ve her anına aşık ediyor.

Daha önce defalarca kez gezdiğim National Gallery’nin haftaiçi hergün sabah 11.30’da başlayan rehberli turlarını (guided tours) almak üzere oraya vardığımda saat 10.00 civarlarıydı.
Önümdeki 1,5 saatlik zamanda galeriyi kendim gezme, müzenin sanatseverlerle dolu elit kafesinde sütlü bir İngiliz çayı ve çikolata parçacıklı muffin’imle birşeyler okuma veya az ötedeki National Portrait Gallery’deki sergiyi gezme arasında seçim yapmam gerekiyordu.
Ben de sergiyi gezmeyi öne çekerek böylelikle öğleden sonramı boşaltmayı düşündüm.
Trafalgar Meydanı’ndan Charing Cross’a doğru giderken St.Martin’s Lane’e döndüğünüz köşede dondurucu soğuk sebebiyle karşıma çıkan ilk kapıdan içeri daldım.
Burası ana giriş kapısı olmadığından Galeri’nin ‘bookstore’ yani kitap mağazasına girmiş oldum.
Ve iyi ki girmişim. Mağazadaki her birini inceleyebildiğim kitaplar, takvimler, posterler, hediyelik eşyalar, yeni yıl süsleri ve cd.ler arasında dakikaların ne kadar hızlı geçtiğini anlayamadan kendimi kaybettim.
O sırada mağazada çalan yeni yıl albümünün kulağımdan ruhuma giden melodileri ile mest oldum.
Albümü daha fazla dinleyebilmek için asıl galeriye gitme sebebim olan Annie Leibovitz sergisini bile ikinci plana attım.
Soğuktan sanırım, jeton biraz geç düştü ve ancak dakikalar sonra albümün adını ve orada satıp satmadıklarını sormayı akıl ettim.
Görevli kız albümü orada sattıklarını söyledi.
.... ama maalesef ki ellerinde kalmamıştı ve en erken önümüzdeki hafta gelecekti.
Ne kötü, yılbaşı arifesinde her yerde yüzbinlerce kez çalan ve artık duymaktan içime fenalıklar gelen “Jingle Bells” şarkısından farklı olarak ilk defa böylesine beğendiğim ve almak istediğim bir albüm olmuştu ama maalesef ki o da yoktu :-(
Yine de belki başka müzikmarketlerde bulurum diye adını not aldım ama İngiltere’nin en büyük müzik marketi HMV’ye sorduğumda onlar da ellerinde bu albümün olmadığını belirttiler.
Ben bir kere cd alma moduna girdim ya o olmazsa bile başka cd alayım bare diyerek işte şu an dinlediğim bu olağanüstü albümü tamamen bilmeden, işimi şansa bırakarak satın aldım.
Albümü dinlerken Frank Sinatra, Billie Holiday, Nat King Cole, Ella Fitzgerald, Louis Armstrong, Sarah Vaughan ve diğerlerinin dinlendirici kadife sesleri karşısında büyülü bir dünyaya ışınlanıyorum.
Yalnız bu durumun tek kötü tarafı var; bu karşı konulmaz romantizim ve Yeni Yıl öncesinde insanın zorla aşık olası geliyor, hadi hayırlısı...
Yazı Tarihi: 15 Aralık 2008

10 Aralık 2008 Çarşamba

Kurumsallasmak ya da -lasmamak...


Tum dunyayi etkisi altina alan ekonomik krizle yatip, krizle geri kalkiyoruz.
Bugun okudugum bir haberde bir astrolog bu krizin 2024'e kadar surecegi kehanetinde bulunmus. "Yok artik" dedim demesine de 2024 olmasa bile bircoklarimizin ve benim tahammul gucumuzun dayanabileceginden daha uzun surecek olmasi fikri bile icime fenaliklarin basmasina sebep oluyor.
4 gundur, Kurban bayrami tatilini firsat bilerek 2 ay once planladigim Londra seyahatindeyim. Bu sehirde yasayan abimlerle birlikteyim.
Uzun yillardir kurumsal hayatin tam icinde olan abimle ve yengemle ekonomiyi, dunyayi ve Turkiye'yi kurtariyoruz ama kendi hayatimiza dair planladigimiz yol haritamizda atip tutmak o kadar kolay olmuyor.
Kurumsal ve profesyonel hayat ya da kendi isimizin patronu olma konularinda beyin firtinilari yapiyoruz.
Her ikisinin de artilarini eksilerini, getirilerini goturulerini masaya yatiyoruz.
Kurumsal hayattan fazlasiyla sitkimin siyrildigi icinde bulundugumuz bu gunlerde ben kotu polisim.
Turkiye icin en tepede olabilecek kurumlarda 8 yil calistiktan sonra ne bilgi tecrube, ne para pul, ne mevki unvan, ne de san sohret kazanabildigimi soyleyemem.
Geriye baktigimda bu isin getirisi olarak soylebilecegim en onemli sey;
kendi isimi veya daha az kurumsal olan baska bir isi yapmis oldugumda su anda sahip oldugum arkadaslarima sahip olamayacagimdir.
Tanidigim kisilerin cok buyuk bir cogunlugunun kartvizit arkadasi oldugunu bilmekle birlikte geri kalanlari tanima firsati verdigi icin calistigim kurumlara minnettarim.
***
Bugun Londra Covents Garden'da 2004 - 2006 yillari arasinda HSBC'de birlikte calistigim Sinan Eler ve Serra Turan Bird ile bulustuk.
Uzunca bir zamandir gorusmedigimiz icin hayatlarimizdaki major konularin sohbetine daldik.
Sinan birkac hafta once gecirdigi onemli karaciger ameliyatini anlattiginda saskinliktan, uzuntuden, endiseden kucuk dilimi yutuyordum. Ne kadar kopmusum, disinda kalmisim her seyin, uzuldum...
Kurumsal hayat size bazi arkadasliklar icin olanaklar sunuyor, tum gununuzu aldigi vakitlerde sizi dip dibe sokuyor ama sonra yine o ayni kurumsal hayat akisini degistirdiginde; baska insanlara, yeni yollara, tanimadiginiz gaileler carkina dogru giriveriyorsunuz.
Farkinda olmadan o cark sizi icine cekiyor ve dislinin bir parcasi olarak donuyor da donuyorsunuz. Donuyor, donuyor, donuyorsunuz... *
Ta ki gunun birinde, evinizden vataninizdan cok uzakta bir kafede 4 ayakli bir sandalyenin tepesinde bir zamanlar en can arkadaslarinizdan birinin ameliyat masanindaki narkozlu, epiduralli, ultrasonlu, mr'li 7 saatinin hikayesini ancak 3 hafta sonra alana kadar...

Kurumsal hayatin verdikleri mi yoksa aldiklarimi bizler icin daha vazgecilemez, karar veremiyorum. Dikkatinizi cekerim "benim" icin degil, "bizler" icin diyorum.
Zira "ben" kararini coktaaan vermis durumda.

Once Sinan'a, sonra hepimize saglikli, gercek arkadasli, samimi ve krizsiz gunler dilegiyle...
*(klavyem sebebiyle noktalamalari yapamiyorum, aslinda 'o' ve 'u'nun uzerinde noktalari var :-) )

Yazi tarihi: 10 Aralik 2008

4 Aralık 2008 Perşembe

Neslihan is TimeOut London

Bir süreliğine TimeOut London'da olacağım.
Bu değişikliğe çok ihtiyacım vardı.
B planımın bir parçası olan bu seyahatimin bazı temel taşları yerine oturtacağını umuyorum.
Döndüğümde, bilemediniz 2009'da her şey çok farklı ve güzel olacak...

Şimdiden hepinize İyi Bayramlar dilerim.
Allah dualarımızı kabul etsin...

Yazı tarihi: 05 Aralık 2008

30 Kasım 2008 Pazar

Aşık mı, maşuk mu?

Kendi yazdıklarımla ilave olarak okuyup beğendiğim yazıları sizinle paylaşmak için zaman zaman blog'uma eklediğimi biliyorsunuz.
Hürriyet gazetesi yazarlarından Cüneyt Ülsever'in 30 Kasım 2008'de "AŞK" üzerine yazdığı güzel yazısını aşağıya yapıştırıyorum.
"Aşk" durumları bir yerlerden sağınıza solunuza çarptıysa okunacak keyifli bir yazı. Her cümlesi özeleştiriye götürüyor insanı, düşündürüyor, "acaba ben hangisiyim" dedirtiyor.
Tabi eğer ömrünüzde 1 kez olsun gerçek aşkı yaşadıysanız...


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10473108.asp?yazarid=3

Yazı tarihi: 30 Kasım 2008

27 Kasım 2008 Perşembe

B planı ve "Hep aynı kadını sevmek isterdim"

Koptum.
Hayattan.
Alışkanlıklarımdan.
Sevdiklerimden.
Bana iyi gelenlerden.
Olmak istediğim yerlerden, kişilerden, ruh hallerinden.
Yazılarımdan.
Okuduklarımdan.
Aktualiteden
ve
sporumdan...
Ve bu durumdan tarif edilemez ölçülerde mutsuzum.
Rahatsız, huzursuz, tedirgin, gergin ve taşekardiyim.

Statükocuyum ben.
Kalın kafalı, kendini kolay değiştiremeyen biri.
Hayat standartlarım bozulunca kızamık çıkarmışa dönenlerden...
Kontrol edemediğim durumlarda müthiş derecelerde panikleyen, dünya başına yıkılan...
Kaplumbağalar gibi evimi sırtıma alayım ve her sıkıştığımda kafamı oraya sokayım kalayım, sağa sola bulaşmayım.
Şimdi güvenlik alanım bozuldu.
Kapitalist dünyanın 1 saniyede ezip geçtiklerine isyan halindeyim.
Bu düzeni değiştirmek ya da daha net ifade etmek gerekirse zaten hiç kendimi ait hissetmediğim bu düzenden çıkmak için yoğun bir şekilde çabalıyorum.
Kendi kendime kurduğum hayattan "bana müsade" diyorum.
Ama tabi hayat devam ettikçe de bir B planı gerekiyor.
B planı yapmaya çalışıyorum şimdilerde...
Kimbilir bu işin sonu nerelerde, kimlerde...
Ben bunlarla uğraşadurayım sizi daha fazla bu laf salatası zırvalamalarımın esiri yapmamak için büyük yazar Ahmet Altan'ın 20 Ağustos 2006'da Hürriyet'te yazdığı benim en sevdiğim yazılarından biri ile başbaşa bırakıyorum.
İyi okumalar :-)
Yazı Tarihi: 27 Kasım 2008

Hep aynı kadını sevmek isterdim ben...

Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.
Hayat bazen alevden bir nehir gibi akıyor üstümüze. Bütün sözler, bütün kelimeler, bütün inançlar gözlerimizin önünde tutuşarak, ateşlerin arasında kararıp kuruyor.

Tutunacak bir dal kalmıyor bize.

Gelecekten kuşkulanıyoruz.

Ne kalender bir tevekkül, ne saldırgan bir iyimserlik, ne mücadeleci bir inanç ruhumuzda ilişecek bir köşe bulabiliyor.
Soluyoruz, yalnızlaşıyoruz, ıssızlaşıyoruz.
Endişe, ümidin yerini alıyor.
Öylece kalakalıyoruz.
Niye bu kadar çok ölüm olduğunu, yaşamanın niye bu kadar zor olduğunu kavramaya uğraşıyoruz.
Bir cehennem buharı gibi yükselerek, hayatın bizzat kendisini bile bize düşmanmış gösterecek kadar yoğunlaşan bu korkunç ve manasız düşmanlık, varlığımızın bütün zerrelerine nüfuz edip ait olduğumuz insanlık ağacından çürümüş bir meyve gibi kopup düşeceğimiz telaşına sürüklüyor bizi.
Sanki hava da bu bunaltıcılığa eşlik ediyor.
Gökyüzü, kara kazanlarda kaynatılmış sular gibi akıyor genzimize.
Böyle zamanlarda kaçmak istiyorum.
İnsanların vahşeti, cinayeti, savaşı değil kaçtığım.
Erimiş cıva gibi ciğerlerime dolan bu rutubet kokulu havayı andıran bıktırıcı zeka yoksunluğu, hayatı yaratmaktan aciz olanların ölüm şahinleri gibi bulutlar halinde uçuşmaları beni bıktıran.O zaman zekaya, yaratıcılığa, insanı insan yapan duygulara, zarafete, insan zihninin Tanrı'yı bile gururlandıran parlaklığına kaçıyorum.
İnsanoğlunun zekasızlığından kurtulmak için insanoğlunun zekasına sığınıyorum.O kutsal sığınakta kitaplara, satırlara, cümlelere, kelimelere rastlıyorum. O cümlelerde savaşların, çatışmaların, ölümlerin arasından sıyrılıp gelmiş ve o yaşananların çoğu unutulduğu halde insan duygularını anlatan o kelimeler yaşamayı sürdürmüş.
Gustav Flaubert, Napoleon sonrası çalkantıları, 1848 ayaklanmasını, Avrupa'nın yeniden şekillenmeye çalışmasının sancılarını, dünya tarihinin büyük bir altüst oluşa hazırlanmasının sarsıntılarını yaşamıştı, dünya çatlamaya hazır bir tohum gibi acılar içinde çatırdıyordu ama ne gariptir ki insanlığın ortak hafızası bugün o sıralarda yaşanan acılardan çok Madam Bovary'nin acılarını hatırlıyor.
Neden tek bir "hayali" kadının acıları, milyonların çektiği acılardan daha derin bir iz bıraktı insanlığın zihninde?Kalabalıkların her dönemde çektiği acıların nedenleri değişiyordu, şartları değişiyordu, biçimleri değişiyordu, insan aklı ve akılsızlığı değişiyordu ama şartlar ne olursa olsun "tek bir kadının" çektiği acı değişmiyordu çünkü.Emma Bovary, okuduğu romanlardaki gibi bir hayat sürmek istiyordu.Derin bir tutku, gerçek bir aşk istiyordu.
Bunu istemeyen bir kadın var mı?
Ve, erkeklerin duyarsızlığına ve aldırmazlığına çarpıyordu.
Çarpmayan bir kadın var mı?
Bundan kurtulmak için çırpınıyordu.
Çırpınmayan bir kadın var mı?
Çırpındıkça daha çok acı çekiyordu.
Çırpınırken acı çekmeyen bir kadın var mı?
O roman binlerce yıldan beri tekrarlanan bir kederi, bir yalnızlığı, çaresizliği, hayallerinin peşinden giden bir kadını toplumun yalnızlaştırıp cezalandırmasını anlatıyordu.
Üstelik insanlığın en unutulmaz kitaplarından birini yazan bu adam, yazdığı kitaptan dolayı eleştiriliyor, tutuklanıyor ve yargılanıyordu.
Kendini yapayalnız hissediyordu.
Dostu Turgenyev'e yazdığı bir mektupta, "ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hálá umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyordu.
Balzac ve Hugo gibi edebiyat devleriyle aynı dönemde, aynı ülkede yaşarken kendini böyle yalnız hissetmesinin nedeni, insanların edebiyata ve duygulara kuşkuyla bakmasıydı herhalde, Madame Bovary'nin "kalıcı" olan duygularını değil o zamanki siyasi çalkantıları "kalıcı ve gerçek" sanmalarıydı.
Flaubert, erkeklerin Madame Bovary'yi bir felakete götüren çocuksu sıradanlığını ise "Duygusal Eğitim" isimli romanındaki kısa bir konuşmada anlatıveriyordu.
Erkeklerden biri şöyle diyordu:
- Bir kadında size çekici gelen şeyler, düşünce bakımından onu düşündüren şeylerdir:
Sözgelimi memeler, saçlar...
Aralarında böyle tartışırlarken sessiz duran daha yaşlılarına soruyordu birisi:
"- Esmeri bırakıp sarışına geçmeli. Siz de aynı fikirde misiniz Baba Dussardier?
Dussardier karşılık vermedi hepsi sıkıştırdı onu hangi kadınlardan hoşlandığını öğrenmek için.
- Pekala söyleyeyim, dedi kızarak, hep aynı kadını sevmek isterdim ben.
Bunu öyle bir biçimde söylemişti ki bir an hepsi sustu; kimisi bu saflığa şaşırmış, kimisi de gizli özlemlerini bulmuştu bu sözlerde."
Hep aynı kadını sevmek isterim ben.
Bu cümleyi okuduğunda durup düşünmeyecek bir erkek varsa da, azdır.
Flaubert'in yazdığı o erkekler kalabalığının konuşması aslında tek bir erkeğin kendi kendine konuşması da sayılabilir belki; çünkü o "memeler, saçlar" arzusuyla kıvranan, mümkün olduğunca çok kadın bedenine dokunmak isteyen erkeklerin bu çok zevkli, sıradan ve "erkeksi" taleplerinin altında, epeyce derinlerde gizli bir "Madam Bovary" de yatar, "ben hep aynı kadını sevmek isterdim," diyen.
Savaşmayı, öldürmeyi, siyasi iktidarı, "memeleri ve saçları" aşktan daha önemli gören bu erkek kalabalığının sert ve sıkıcı kabuklarını ayıklayabilirseniz, en altlarda onları çok ürküten bir "Madam Bovary" bulursunuz.Kadınlar gibi erkekler de romantizmi ve aşkı özlerler.
Özlemekten, terk edilmekten ve aldatılmaktan kadınlara kıyasla çok daha fazla korktukları, aldatılmanın acıları karşısında kadınlardan daha dayanıksız ve güçsüz olduklarından, özlemeyi becerebilecek ruhsal bir kıvraklığı geliştirecek "duygusal eğitimden" geçmedikleri için bunu reddetmeye, bu duygularla alay etmeye çalışırlar.
İçinde kelebeklerin uçuştuğu bir gergedan gibi dolaşırlar onun için.
Madam Bovary'yi insanlığın ortak hafızasına kazıyan sadece kadınlar olmadı, erkekler de onun insanlığın zihnine kazınmasında yardımcı oldular.
Onlar da anladılar o kadını.
Onlar da kendilerinden bir şeyler buldular.
Belki de bu yüzden, "Madam Bovary kim" diye sorduklarında Flaubert, "Benim" diye cevap verdi.
Aldatılmaktan, sevdikleri için küçümsenmekten, güçlerini kaybetmekten bu kadar korkmasalar, Madam Bovary'ye acıdıkları gibi onlara da acınacağından böylesine çekinmeseler Mösyö Bovary'ler de çıkardı.
Kadınlarınkinden çok daha büyük olan korkuları erkekleri sıradanlaştırıp kabalaştırır.
Sigara dumanlarının yoğunlaştığı, erkeklerin sarhoşluğun gevşekliğine teslim olmaya hazırlandığı gece yarılarında meyhanelere giderseniz, orada donuklaşmaya başlamış gözlerinde tuhaf bir kederin belirdiği adamlar görürsünüz, çatallaşmış bitirim seslerinde bir kırılma duyulur, eski bir şarkıyla birlikte önce sessizleşip sonra unutulmayan bir sevgiliyi anlatmaya koyulurlar.
Sevmişlerdir.
Hep aynı kadını sevmişlerdir.
Hep aynı hayali içlerinde yaşatmışlar, hiç okumadıkları kitaplardaki gibi bir aşk özlemişlerdir hep.
Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.
Hep aynı kadını sevmek isteriz biz.
Hep aynı kadını severiz.
Bunu söyleyecek, bunu kabul edecek, bu gerçeği taşıyabilecek bir gücümüz yoktur sadece.
Aslında bütün erkekler, romanları yazılamayan Mösyö Bovary'lerdir.
Belki de bunu unutabilmek, bu gerçekten uzaklaşmak için böylesine savaşır, vahşileşir, akılsızlaşır, canilere dönerler.
Mösyö Bovary'ler savaşıyor gene.
Birbirlerini öldürüyorlar.
Ölenlere de öldürenlere de yanaşıp ruhlarına baksanız, "hep aynı kadını sevmek isterim ben" diyen bir ses duyarsınız.
Derinlerden gelen bir ses.
Kırılgan, ürkek bir ses.
Top sesleriyle bastırılmaya çalışılan bir ses.
Kadınlar, romanlardaki gibi bir hayat ister.
Erkekler, hep aynı kadını sevmek...
Madam Bovary'lerin romanları yazılır.
Mösyö Bovary'ler savaşlarda öldürülür.
Ve, meyhanelerde eski şarkılar çalındığında aynı cümle değişik biçimlerde anlatılır.

"Hep aynı kadını sevmek isterim ben."

Yazı tarihi: 20 Ağustos 2008

22 Kasım 2008 Cumartesi

"Please do not disturb!"

Otel kapılarından aklımda kalmış veya otel kapılarını çağrıştıran bir cümledir benim için "please do not disturb!".
Yani Türkçesi "lütfen rahatsız etmeyiniz".
Daha da Türkçesi "sevgili oda temizleyicisi arkadaşlar; tatildeyim veya iş gezisindeyim ya da haftasonu kaçamağındayım neyse ne, sabahın köründe uyandırılmak istemiyorum.
Lütfen rahat bırakın beni, kapımı çalmayın, odama, sınırlarıma/güvenlik alanıma girmeyin.
İster uyurum bütün sabah, ister boş boş tavana bakarım, ister ne yayınlandığını izlemediğim bir kanalı açarım.
Rahatsız etmeyin, beni benimle bırakın, hepsi bu işte..."

Ben de kapıma bir süreliğine bu yazıyı asıyorum.
Yanlış anlamayın ama size veya diğerlerine değil, sadece kendi gözüme sokmak için. Zira ben sosyalleşmeden, paylaşmadan yaşayamam zaten...
Bu kendi kendimi rahatsız etmeme durumumu merak etmeyin; üzgün, mutsuz, karamsar filan değilim.
Hatta belki de tam tersi; umutlu, heyecanlı ve bol fikirliyim bu aralar.
Geleceğime dair çok radikal kararlar almanın arifesindeyim.
Kafa bi dünya anlayacağınız.
Biliyorum benden bunları yazmamı, içinde bulunduğum bu değişik günleri yazıya dökmemi bekliyorsunuz.
Ama neymiş biliyormusunuz, insan-en azından ben- salim kafa olduğunda yazabiliyor, cümlelerin iki yakasını biraraya getirebiliyormuş.
Şu an yazacağım aslında yüzlerce şey var. Ama affedin beni. Konsantrasyonum tamamen farklı yerlerde.
Ve ben çok farklı boyutlarda.
Hayat uçuşuyor.
Hayat olağanca hızıyla akıyor.
Bana her saniye yeni bir şeyler öğretiyor ve ben bunları yakalamaya çalışıyorum.
Doğru kararlar alıp sağlam adım yürümeye çalışıyorum.
Hayatın bana gösterdiklerini çözmeye uğraşıyorum.
Biliyorum bu duyguları sıcağı sıcağına yazmak gerekiyor.
Aslında içimin bir yanında bunu yapamamanın huzursuzluğu var ama şu an için enerjimi bölmemenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
İçimdeki bu nefes nefeselik düze çıktığında her ama herşeyi ince ince yazmayı planlıyorum.
Şu günlerde küçücük aklımın hesap edemekleri için akışa güvenmeye ve teslim olmaya çabalıyorum.
Gerisi geldiğinde ben yine burada olacağım.
Ve hep yazacağım, yazacağım, yazacağım...
Siz de burada olun emi?

Neslihan, suya bırakan

Yazı Tarihi: 22 Kasım 2008

12 Kasım 2008 Çarşamba

Mavi bir telaş


Severcesine, nefret edercesine, okşarcasına, dövercesine...
Müthiş bir aşk...
Hikayesi hepimize ait.
Basit ama karmaşık.
Yalın ama çetrefilli.
Düz ama engebeli.

Herşey kendi hayatlarımızdaki kadar sıradan, gerçek ve yalnız...
Sebepsiz yere ıssız...
Belki de bu yüzden bu kadar içine çeken, saran, sarsan bir film olabilmiş “Issız Adam”.
Ve son yıllarda izlediğim en gerçekçi aşk filmi.
Senaryo, çekimler, sahneler, cast, seslendirme ve arka plandaki her detay öylesine gerçek ki başlar başlamaz filmi seyretmiyor, yaşamaya dalıyorsunuz.
Senarist ve yönetmen Çağan Irmak film boyunca sizi tutuyor, kavrıyor ve sıkıca sallıyor.
Duygularınızı eline alıyor, kalbinizi ve sizi acımasızca hırpalıyor.
Ve bu ilginç bir şekilde iyi geliyor.
Hem aşkın baştan çıkarıcı güzelliğini hem de yakan acısını hissettiğiniz için, insan olduğunuzu hatırladığınız için iyi geliyor.
Belki çok benzerini yaşadığınız, belki hep sahip olmayı hayal ettiğiniz, belki de artık bir daha hiçbir zaman kavuşamayacağınızı bildiğiniz o en değerli aşkınıza ayna tuttuğu için cesurca bırakıyorsunuz gözyaşlarınızı.
Kimseleri umursamadan masumca bu saf aşka teslim oluyorsunuz.
Kendinizle başa çıkmakla uğraşmıyor, boğazınızdaki düğümleri koyveriyorsunuz.

Aslında şu anda edepsiz bir bencillikle size konuyu bütünüyle, her detayıyla, tüm replikleriyle anlatmak istiyorum.
Baştan sona filmi kare kare kafamdan geçiriyor, mazoşist bir zevkle izlerkenki duygularıma tekrar kapılıyorum.
Sonra size kıyamıyorum.
Bu filmi yaşamanıza, hissetmenize, şaşırmanıza, doya doya ağlamanıza, o iç titreten aşka yakalanmak arzunuza ve bunları sahiden hissetmenize engel olmaya hakkım olmadığını düşünüyorum.

“Sevgilim,
Gözlerimi kapattığımda başka biri değil sen varsın ve sen bunu bilmiyorsun” repliğini burdan okumanızı değil Ada’nın Alper’e söylediği aşk dolu sesinden bizzat duymanızı,
Film boyunca sizi sizden alacak müziklerde yalnızlar ve aşıklar arasındaki farkı,
“mavi bir telaş”ın ne anlama geldiğini,
İnsanın kokusunun hep aynı kaldığını,
Karda donmak üzereyken uykunun tatlı geldiği ama öldüğünün farkına varmayan,
Ve sürekli başkalarının bedenlerini ödünç alan ıssız adam’ı,
“anlamazdın, anlamazdın
Kadere de inanmazdın?” diye soran arka fondaki şarkıyı kendi duygularınızla...
iç hesaplaşmanızla...
kaçırılmışlıklarınızla
veya ümit dünyanızla
size hiç müdahele etmeden, kendinizle başbaşa bırakarak yaşamanızı istiyorum.
Davet edip, ortadan kayboluyorum
Bu defa ıskalamamak için,
Bu filme gideceksiniz değil mi?

http://www.issizadam.com/

Yazı Tarihi: 11 Kasım 2008
Not: Ben bu yazımı 11 Kasım'da yazdıktan sonra 14 Kasım'da Hasan Pulur çok beğendiğim bir yazı yazmış, okumak isteyenler için link'i aşağıda:

10 Kasım 2008 Pazartesi

Provası yok hayatın

Yürümekte zorlanıyorum.
Ayaklarımı sürüyerek zarzor birkaç adım atabildim.
Konuşmaya hiç taakatim yok. Gözlerime bakan beni yormadan anlasın halimi istiyorum.
Otomatlı elektronik kapı açılıyor ve hemen içeri alınıyorum.
Ağır aksak, destek alarak yatağa kadar ancak gidebiliyorum.
Yavaşça yatağın ucuna ilişebiliyorum sadece.
Artık hareketlerimin sadece yarısını kontrol edebiliyor kalan yarının da sadece yarısını hatırlayabiliyorum.
Ayaklarımı yerden alıp yatağa koyuyor usulca. Bir mırıltı halinde “ayakkabılarım” diyorum. Aslında demek istediğim “ayakkabılarımı çıkartayayım mı?”
Bir tek o duyuyor.
Hemen çözüyor ayakkabılarımın bağlarını ve ayaklarımdan çıkarıyor.

Orta yerdeki yatakta uluorta yattığımı düşünürken bir anda sağ yanım, sol yanım ve ayak ucumdaki perdeler kapanıyor. Açık alandan 4 duvar kapalı özel bölüme geçmiş gibi konumlanıyorum.
Jet hızıyla tek bir düğmeye basılıyor ve yatağın sırt kısmı yukarı doğru kaldırılıyor. Şimdi daha rahatım.
Güçsüz kollarım iki yana düşmüş, avuç içlerim dışarı bakıyor.
Hastabakıcı sağ el işaret parmağımın ucuna daha önce başkalarında görüp ne olduğunu anlamadığım mandal tarzı birşey takıyor. O mandalın bağlı olduğu makine dıt-dıtlarken takip etmekte zorlandığım bir hızda kulağımdan -görüntüsü feneri andırır bir aletle- ateşim ölçülüyor, kolumdan tansiyonum alınıyor.
36 ve 11’e 4, “normal” deniliyor.
Sorular geliyor:
“daha önce geçirdiğim bir hastalık var mı?”
“son 6 ayda bir ameliyat?”
“alerjim olan bir ilaç?”
“düzenli kullandığım bir ilaç?”
“sigara kullanıyor muyum?”
“ya alkol?”
Yok, yok, yok, hayır, hayır, hayır....diyorum.
Alkol de kullanmıyorum.
Ama biran önce damardan almak istiyorum.
Yalvarırım biri damardan bana bir ağrı kesici yapsın ve canlı canlı tırnaklarım sökülüyormuşcasına içimi çeken bu kahrolası krampları durdursun.

Acı eşiğim çok yüksek. Ah’lamayı, uh’lamayı, puflamayı hiç sevmem. Ama bu sefer canım o kadar çok yanıyor ki bu ağrılarım biraz daha dinginleşmezse ya bayılacağım ya da koyverip ağlayacağım.
En sonunda, “sabaha kadar ağrılarınızı azaltıcak bir ağrı kesici iğne yapalım” diyorlar.
“Şimdi derin bir nefes alın”
İğne yakıyor ama hiç umrumda değil. Birazdan etkisini gösterecek ve kramplarımı dindirecek.
“Hemen kalkmayın, kendinizi iyi hissedene kadar dinlenin” dedikten sonra doktor ve hastabakıcı yanımdan ayrılıyor.
Gece olduğu için bütün ünitede benden başka kimse yok. Hastane için sakin, benim için sancılı bir gece.
Bir tek yan taraftaki kendisini hıçkırık tutan doktorun “hıck”lama sesleri duyuluyor.
Bu senkronize ritm gecenin sessizliğinde, bunca acımın arasında absürd kaçıyor.
Ve bir o kadar da komik.
Canım bu kadar şiddetli yanmasa kahkahayı basacağım.

İğnenin etkisi ile birkaç dakika sonra azar azar gözlerim açılmaya başlıyor. Soluklanmaya, saatlerdir kasılan bedenimi gevşetmeye çalışıyorum.
“Bunu da yaşamam gerekiyormuş demek ki” diyorum.
Bir sınav belki de benim için. Sınavı, sınavdaki soruları, bulmam gereken cevapları düşünürken perdenin arkasında beni kollayan biri olduğunu hatırlıyorum.
Yanımda hep sağlam duran biri.
Perdenin açık kalan aralığından üzerimde olan gözüyle bana göz kırpıyor. Biliyorum bu “nasılsın?” demek.
“Daha iyiyim” demeye çalışıyorum ben de konuşmadan yine gözlerimle.
İçeri girip elimi tutuyor.
Şefkatle saçlarımı okşayıp, alnımdan öpüyor.
Kulağıma birşey fısıldıyor.
İşte şimdi kahkahayı basıyorum.
Bana çocukken hep dedikleri gibi; “limon ye doktor iyi gelir” demek geliyor içimden :-)

Yaşamak...
Her doğan gün, her yeni kişi, her olay başlı başına bir tecrübe, çoktan seçmeli bir sınav bize
Adım adım giden trafikte kırmızı ışığa takılıp kalmak ya da mutluluk adasına tam gaz giden uçağın kanatları altında yol almak...
Seçim benim.
Zaten her seçim aynası değil midir kişinin?
Zamanı geldiğinde aynalara bakmak cesaret ister.
Ve cesur olmak için tatmak gerekir seçimlerin içindeki kahkahaların doyumsuzluğunu, görmek gerekir “hayatın provası yok” demek için tüm bu provaların içindeki gerçek sevgiyi hastalıkta sağlıkta, iyi günde, kötü günde...

Yazı tarihi: 10 Kasım 2008

6 Kasım 2008 Perşembe

Obama, onlar ve biz...


Tarihi 4 Kasım seçimleriyle birlikte yalnız Amerika’da değil, neredeyse bütün dünyada daha iyi bir gelecek umudu doğdu.
Barack Obama, dün ABD'nin 44. başkanı seçildi ve Beyaz Saray’ın ilk siyahi başkanı olarak tarihe geçti.
Böylelikle Martin Luther King'in, "imkânsız" denilen rüyası gerçek oldu. Köle adam artık başkan.

AMERİKALILAR dün Barack Obama’yı başkan seçmekle, demokrat liderin seçim kampanyasında slogan olarak kullandığı DEĞİŞİM’in hayata geçirilişinin ilk sinyalini vermiş oldular.
Gerçekten Amerikalıların bir zenciyi başkan seçmesi, bir değişimden de öte, adeta bir devrim.

Merak ediyorum, yüksek beklentiler ve güzel günler hayali içindeki Amerikan halkı bu seçimi yaparken 14 yaşında cinsel tacize uğradığı için “intihar edeceğini” söyleyen bir genç kızın psikolojisinin bozulmadığı kararını çıkarabilen bir raporu nasıl karşılardı?

Ya da ailesi tarafından dedesi yaşında bir adamla zorla evlendirildikten sonra müstakbel damada yine ailesinin yardım ve yataklığı ile tecavüz ettirilen kızın çığlığı Amerika’ya kadar ulaşabilse;
bir zamanlar aynı otobüse binmedikleri, aynı lokantaya dahi girmedikleri zencilerden birisini başkan yapan Amerikalılar’ın Obama’yı seçmek üzere sağladıkları %52’lik oy çokluğunun bu yarataıkların cezalandırılması için de sağlanıp sağlanamayacağını merak etmekteyim.

Obama’nın yanıbaşımızdaki Irak savaşı, Kürt sorunu, Ermeni sorununda yapacaklarından öte kendi kızını kendi elleriyle soysuzlara verenler beni daha çok endişelendirmekte...
Benim yazarken dahi kanıma dokunuyor ya, onların pişmiş kelle sırıtışlarının diyeti ne görülürdü Amerikan halkınca doğrusu öğrenmek isterdim.

Kenya’da yaşayan büyükannesi Obama’nın başkan seçildiğini duyunca dana kesmiş ve en kısa sürede Beyaz Saray’a giderek torununu göreceğini söylemiş.
Sevinçler paylaşıldıkça çoğalıyor diye mi yoksa ömrü boyunca Kenya’da yaşayan yaşlı bir kadının hayallerinin ötesine geçebilecek bir şatafat yaşamak isteği mi, en uzunu 4.500 hafta civarlarında sürebilecek insan ömrünün bencil arzusu, emin değilim.

Ve aksi netlikte eminim ki;
Ne Türkiye’de artan elektrik fiyatları,
kış öncesi gelen doğalgaz zamları,
YORK Düşesi Sarah’ın, bir İngiliz televizyon ekibiyle çocuk bakımevlerinde "gizli çekim yapması",
Şemdinli’de nişanlı ya da taze baba olduğu halde şehit düşen askerlerimiz,
Yahut “Mustafa” filmininin sebep olduğu çekişmeler, yarattığı polemikler,
Atatürk’ün ne kadar yalnız olduğu, öldüğü
zerre kadar umrunda değil Amerikan halkının veya çiçeği burnunda başkan Obama’nın...

Barack Obama, ABD Başkanı oldu.

Eski ezberlerin bozulmaya başladığı bir dönem; darısı bizim başımıza, haydi bakalım hayırlısı...

Yazı Tarihi: 06 Kasım 2008

100. yazı

100. yazımın özel bir yazı olmasını istiyorum.
Rezervasyon yaptım, bitirdiğimde o özel yazıyı burada yayınlayacağım.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Kokusunda davet var


“Non-fat, decaf, tall bir latte lütfen. Nesli. Hayır başka bir isteğim yok teşekkür ederim” diyorum ve der demez de bu özenti halime gıcık oluyorum.
Hiç olmazsa bir dahaki siparişimde “yağsız süt, kafeinsiz, küçük boy latte” demek üzere aklımı eğitmeye çalışıyorum.
Genellikle bu bir dahaki seferim en erken 1 ay sonra olduğu için de çoğunlukla kendi sözümü unutarak gözü kapalı aynı ezber siparişe giriyorum.

Kahveyle-mahveyle hiç aram yoktur aslında benim.
Tadını sevmem bir kere.
Kalorisiz, hele hele kafeinsiz ve yağsız sütlü olanlar zaten acayip lezzetsiz. Denemenizi dahi tavsiye edemem. Sevmediğiniz birilerine ısmarlayacaksanız ha o zaman durum değişir :-)
Kafeinli, yağlı sütlü, kremalı, aromalı, şuruplu, çikolatalı vs olanlar harika ama bir fincanında yüzbinlerce kalori olduğundan sonrasındaki vicdan azabını yaşamaktansa bunlardan hiç içmemeyi tercih ediyorum.
Üstelik kahve selülit yapıyor ve içer içmez şiddetli bir şekilde dişlerimi fırçalama ihtiyacı duyuyorum.

Kendi tehditleri yetmiyormuş gibi yandaşları da var arkadaşın.
Bir kere kahve kokusunu alır almaz karşı konulamaz bir şekilde yanında cheese cake, browni, muffin vb. bir tatlı yeme isteğime engel olamıyorum.
Yani anlayacağınız tüm bu mahfıma sebep durumlardan dolayı kahveyle ilişkimi selam verip kendisinden hızla uzaklaşmaktan öteye taşıma gibi bir niyetim yok.

Tüm bunlara rağmen nefis mücadelemde patladığım zamanlar da oluyor elbette. Bir kere zaaflarıma oynayan çok güçlü bir silahı: “kokusunda daveti var”
Dalga dalga baştan çıkarıyor insanı o koku.
Ne selülit endişesi, ne diş fırçalama, ne de kalori hesabı yolumdan çeviremiyor böyle zamanlarda.
Allah’tan nefis mücadelemde bir katır gibi inatçı ve bir Çin’li gibi disiplinliyimdir de fazla zayiat vermeden yakayı kurtarıyorum.

Kahvenin hayatımızdaki esas yeri ve önemi tabi tüm bu yukarıda bahsettiğim zırvalıklardan öte “sosyalleşme/ sosyalleştirme” misyonu.
Bir zamanlar “40 yıl hatırı” sayılan kahve şimdilerde sosyalleşmenin daveti oldu.
“hadi bir kahve içelim” demek “seninle sohbet etmek, birlikte birşeyler paylaşmak, konuşmak istiyorum” demek aslında.
İnce ayar bir tanıma, tanışma daveti yani.
Kibar, çekingen ve dozunda bir medeni cesaret girişimi.
Hayata dair verilen kısa bir molada aynı masaya, aynı koltuklara oturarak, aynı tadı-kokuyu alarak, aynı dilden konuşabilmeyi denemek.

Dünyanın sonu değil yani bir kahve daveti merak etmeyin.
Sosyal her insan içiyor kahve. Bu normal birşey, korkmayın, abartmayın.
Dişlerinizi de dert etmeyin; fırçalarsınız olmadı doktora gider beyazlattırırsınız olur biter, bişeycikler olmaz.

Yine çok konuştum di mi?
Oysa söyleyeceğim sadece aşağıdaki paragraftan ibaretti:

“Holding’imize Starbucks açıldı.”
Demleme çay yapan, enfes tadımlık kurabiyeleri olan ve güleryüzlü hizmet veren personeli ile kafemizin yerini tutamasa da sosyalleşmeye ve bu yazıma sebebiyet verdiği için hoşgeldi, uğurlar getirdi.

http://www.starbucks.com.tr/news_detail.asp?NewsID=122

Yazı Tarihi: 05 Kasım 2008

3 Kasım 2008 Pazartesi

Mutluluk kareleri

Hayat anlardan ibaret.
Ve anlar karelerden...
Tüm uğraşımız o karelerin en değerlisini, özelini, anlamlısını yakalamak üzerine kurgulu.
Oysa kurgular avuntu.
Esas yaşadıklarımız Aleaddin’in cini gibi buharlaşıp yukarı çıkarak kendimizi izlemeye koyulduğumuzda yukarıdan gönderilen sahneler çoğunlukla.
Bu akışa direnmeden teslim olduğunda anlar bir bir mutluluk karelerine dönüşüveriyor kendiliğinden.
Kelimelerime yeteri kadar hakim olabilirsem o kareleri tasvir etmeye çalışacağım şimdi sizlere.

***

Filmi geriye sarıyorum ve o karelere gitmeye çalışıyorum.
2008 Ocak ayındayım.
Zorlu bir ay.
Yüreğime ağır gelen...
Kendimi değersiz, anlamsız ve savunmasız hissediyorum.
Uykularım bölük pörçük.
Hislerim un ufak.
Gecelerim sabahlara, sabahlarım sebepsizliğe dönüyor ve ben kendimi hiç geçmeyeceğini zannettiğim bir çoklukta değersiz hissediyorum.
Kafamı devekuşu gibi toprağa gömmek, içinde bulunduğum biçare durumu bu şekilde atlatmak istiyorum.
Hayallerim karşılıksız.
Artık hayal kurmayı hiç mi hiç istemiyorum.
Kendi kendime kurduğum tüm hayalleri kendi ellerimle bir bir yıkıyorum.
Sadece devekuşu gibi kafamı toprağa gömeyim ve bu günler geçsin, hatta hiç yaşanmamış olsun istiyorum.

***

Şimdi Ağustos ayındayım.
Alaçatı’nda begonvil ve lavanta kokulu taş evlerdeyiz.
Saçlarımı dalga dalga omuzlarıma bıraktım. Yüzümde hiç makyaj yok. Parfüm sürmedim.
Deniz sonrası aldığım duşun temiz ve taze kokusu burnumdan ruhuma sızan...
İncecik, tiril tiril, uçuş uçuş beyaz bir elbise üzerimde.
Kapı eşiğine midye kabuklarından yapılma yalın bir rüzgar gülü asılmış.
Ben o kapı eşiğinde, akşamüzeri serinliğinde, batmak üzere olan güneşin karşısında, sonsuzluğa giden denize kollarımı açarak çekebildiğim tüm havayı çekiyorum içime.
İşte bu “huzur” diyorum ve hissettiğim bu huzuru mutluluk karesi olarak zihnime kazıyorum.

***

Eylül’de bir Pazar sabahı.
Uykumu almış bir şekilde erkenden, kendiliğimden uyanıyorum.
Bir önceki gün semt pazarından aldığım kütür kütür bademler, kan kırmızı domatesler, kızarmış “Pazar sabahı kokan” ekmeğim ve yeni demlediğim bergamutlu çayımla nefis bir kahvaltı yapıyorum.
Hava, yağmurlu, rüzgarlı ve soğuk.
“Evde oturmalıyım” diye düşünüyorum.
Yarım saat sonra bisikletimin tepesinde yokuş aşağı inen yolda buluyorum kendimi.Kulağımdaki harika melodilerim, rüzgarın okşadığı saçım ve yağmurun ıslattığı yüzümle birlikte üzerine pıtır pıtır damlalar düşen denizin yosun kokusuna kavuşuyorum.
İlk kez bu kadar ıslak, bu kadar terk edilmiş ve bu kadar bana ait.
Ve ilk kez ben ona bu kadar aitim.
Bu aidiyet duygusu içimi ısıtıyor.
İşte diyorum “Dolu dolu yaşamak budur hayatı; üşüten rüzgara, ıslatan yağmura, ve kayganlaşan zemine rağmen”
Yeni bir mutluluk karesi daha ekliyorum zihnime.

***

Ekim ayı.
Doğum günümün hemen sonrası.
Yüksek bir binada camın kenarında kalabalık bir grup yemekteyiz.Hava bulutsuz, manzara berrak.
Az ötemizde tarihi yarımada.
Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı koyun koyuna boylu boyunca uzanmış, poz veren gelinlik kız endamındalar.
Boğazın aksi suya yansımış, her yer ışıl ışıl.
Diğer tarafta minaresi göğe uzanan Yeni Camii'den ezan sesini duyuluyor.
Masayı donattık. Mezeler, kebaplar, sıcacık pufuduk pideler devamında kaymaklı künefeler.
Ezan bitiyor, masanın ucundan biri sesleniyor: “hooopppp”
Kadehler havada “sağlık ve mutlululuğa”, çin-çinnnn tokuşturuluyor.
Masaya bakıyorum, sevdiklerim birarada, yanımda.
Bardaklardaki beyazların içinde ben siyahi Cola Zero’umu kaldırıyorum yaşadığım yeni mutluluk kareme.

***

Kasım’ın 02’si. Pastırma yazı. Hava 25C ‘lerde, bol ışık, yakıcı güneş.
Güneş eşittir mutluluk.
Gece 4 saat uyudum ama olsun cin gibiyim. Ve ilaveten kıpır kıpır.
Fenerbahçe sahilinden Bostancı’ya kadar bisikletle 4 kişi önlü arkalı pedal çeviriyoruz.
Tüm o hınca hınç kalabalığa rağmen eğlenebiliyoruz.
Zaman zaman ağır tempo etrafı seyrediyoruz. Arada birileri arkada kalıyor söyleniyoruz. Bi bakıyoruz ki onlar öne geçmiş, anlamıyoruz hangi ara yanımızdan geçtiklerini.
Şort- t-shirt fazla geliyor.
Kasım’ın ikisinde bu ne şahane hava inanamıyoruz.
Dönüş yolunda deniz üstü salaş bir çay bahçesinde mola veriyoruz.
70’lerinde bir amca denize giriyor; ağır ağır suyun tadın çıkartarak hayatı gerisinde bırakırcasına keyifle, umarsızca kulaç atıyor.
Bir köpek gelip burnunu uzatarak beni kokluyor, okşayım diye kafasını kucağıma koyuyor.
Ayaklarımızı denize doğru uzatıyor, yüzümüzü güneşe dönüyor, “an”a teslim oluyoruz.
Sonra birbirimize bakıyor ve gülümsüyoruz.
Dertsiz, tasasız pembe çerçeveli bir mutluluk karesi yakalıyoruz.
Kendimiz gibi boş, aylak, plansız bir pazar gününün keyfini çıkarıyoruz.
Bisikletleri alarak dönüş yoluna koyuluyoruz. Dörtken iki oluyoruz.
Güneş, deniz ve içinde bulunduğum aydınlıktan gözlerim kamaşıyor.
Yanıma bakıyorum, gülümsüyorum.
“Bu huzur” diyorum işte “dünyalara bedel!”.
Hayat anlardan ibaret.Ve anlar karelerden.
Ve bu kare açık ara fark ile 2008’imin “ en mutlu mutluluk karesi” olarak kişisel tarihime damgasını vuruyor.
Öğreniyorum; kızılca kıyamet kopan fırtınalardan sonra doğan güneşler göz kamaştırıyormuş içinde barındırdığı tüm o karelerde...

Neslihan, kare nam-ı diğer 4 köşe:-)

Not: Bu yazımı yazdıktan yaklaşık 15 ay sonra 24 Ocak 2010'da  en üst sol köşede gördüğünüz Abidin Dino'nun çok şeker eserini "Mutluluğun Resmi" olarak yazıma ekledim. Emre Ergun'a teşekkürler... :))

28 Ekim 2008 Salı

Tekfen Filarmoni ile 1güfte 12beste

Ankara’lıysanız ve sanata biraz ilginiz varsa klasik müziği dinler, seversiniz.
Ankara’da yaşadığım ortaokul, lise ve üniversite yıllarım boyunca başta Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın özellikle Yeni Yıl Konserlerini ve Bilkent Senfoni Orkestrası’nın birbirinden coşkulu konserlerini kaçırmamaya özen göstermiştim.
Ankara’nın sanata, sanatın Ankara’ya yakışan kimliğindeki bu elegans buluşmadan Devlet Opera ve Balesi’nin görsellik içindeki şölenleri de nasibini alırdı.
İstanbul’a yerleşmeden hemen önce bu şaşalı şehrin göz boyayan neon ışıkları parlaklığında bir sanat hayatı olacağını ümid ederek ne hevesler beslemiştim içimde.
Yerleştikten kısa bir süre sonra üzülerek anlayacaktım ki şehrin yoğun hayatı sanata Ankara’daki kadar vakit ayırma lüksünü bana vermeyecekti.
Ayrıca Ankara’da sanat için yapılan sanat İstanbul’da çoktan ticari kaygılara yenik düşmüştü.
İzlediğim roller rol kokuyor, ne sanatçılar ne sahne ne kostümler ne müzik hiçbiri Ankara’daki gerçekliği yakalamaya yetmiyor, bu konuda güdük kalıyorlardı.
Alternatif çok ama nitelik hep zayıftı.
Birkaç yıl önce bu küskünlük içerisinde kültürel aktivite seyrimi en asgariye çektiğim bir dönemde katıldığım Tekfen Filarmoni Orkestrası’nın konseri beni yeniden Ankara günlerimdeki coşkuya götürdü.
O gün bugündür Tekfen Filarmoni özellerim, gözbebeklerim arasındadır.
23 ülkeden sanatçı ve enstrümanın yer aldığı çok sesli orkestrası tam bir kültür mozaiği.

Ve bu kültür mozaiği bu akşam Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda Cumhuriyetimizin kuruluşunun 85. yıldönümünü kutlamak amacıyla özel bir konser verecek. Aslında tam olarak konser de denemez; Arsen Gürzap, Çetin Tekindor ve Hüseyin Sermet'li konser ötesi bir kurgu.

Ben akşam olmasını ve bu konseri izleyip, dinlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Darısı başınıza :-)

(Yazımın devamı konser tanıtım yazısından kısa bir alıntıdır)

Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücadele Dönemi’nde kaleme aldığı şiirin 12 Mart 1921 tarihinde milli marş güftesi olarak kabulünün ardından bu sözler için açılan beste yarışmasına katılan eserler arasından 12 tanesinin notalarına uzun araştırmalar sonucunda ulaşılmış; Nevit Kodallı, Çetin Işıközlü, Emre Aracı, Hüseyin Sermet, Betin Güneş, Turgay Erdener, Özkan Manav, Ayşe Önder, Ertuğ Korkmaz, projenin sanat danışmanı ve aynı zamanda bestecilerinden biri olan Hasan Uçarsu gibi Türkiye’nin önde gelen bestekarları tarafından bu eserlerin orkestra aranjmanları yapılmıştır.
Şef Saim Akçıl yönetimindeki Tekfen Filarmoni Orkestrası ile birlikte, TRT İstanbul Gençlik Korosu, Şenol Talınlı (tenor), Sumru Ağıryürüyen (vokal) Hüseyin Sermet (piyano), Ercan Irmak (ney), Göksel Baktagir (kanun), ve Yurdal Tokçan (ut) gibi usta isimler de Cumhuriyet konserinde sahne alacaklardır. Kapanışın resmi İstiklal Marşı ile yapılacağı gecede o dönemin atmosferini seyirciye daha iyi hissettirmek amacıyla eserler arası geçişlerde, tiyatro yönetmeni Yücel Erten’in sahneye koyduğu narasyon ve anekdotlara da yer verilecek. Milli Mücadele Dönemi’nin duyguları Arsen Gürzap ve Çetin Tekindor’un anlatımıyla yeniden yaşatılmış olacak. Bilet satışından elde edilecek gelir, Tekfen Vakfı Eğitim Bursu Fonuna kaynak olarak aktarılacaktır.

KONSER KÜNYESİ
Şef Saim Akçıl yönetiminde Tekfen Filarmoni Orkestrası
Yönetmen: Yücel ErtenTRT İstanbul Gençlik Korosu
Arsen Gürzap, Çetin Tekindor - Narasyon
Şenol Talınlı - Tenor
Sumru Ağıryürüyen - Vokal
Hüseyin Sermet - Piyano
Ercan Irmak - NeyGöksel Baktagir - Kanun
Yurdal Tokcan - Ud

http://www.1gufte12beste.com/

http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&Date=22.10.2008&ArticleID=1005799&AuthorID=55&b=&a=Meral%20Tamer

Not: Bu etkileyici konser izlemek isteyenler için 28 Ekim Salı akşamı ve 29 Ekim'de NTV'de yayınlanacaktır. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Yazı Tarihi: 24 Ekim 2008

Blogger Karanlığı

Diyarbakır karpuzları gibi orta yerimden kütürrrrtttt diye ikiye bölüneceğim.
Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum ne bir çare bulabiliyorum ne bir sebep.
Ayaklarım prangalı, ellerim kelepçeli, ağzım bantlanarak köşeye sıkıştırılmış, sindirilmiş hissediyorum kendimi.
İsyan ediyorum ama bu isyanımı tepkiye dönüştüremiyor,
Tepin tepin tepiniyor ama kelimelere hakim olamıyorum.

Geçtiğimiz Cuma gününden bu yana internet benim için kapkaranlık bir yer.
Digiturk’un ligtv maçlarını kaçak yayınlayan bir blog yüzünden kapattırdığı blogger ile benim gibi binlerce kullanıcının ekranı karardı.
Onca insanın emeklerinin bir satırlık yazının altında ezilip gitmesi akıl alır şey değil.
Dünya baş döndürücü bir hızla adeta her gün yeniden yaratılıyor biz gelişime, değişime, paylaşıma giden yolda nefretle, çirkinlikle, hoşgörüsüzlükle mücadele etmeye çalışıyoruz.
Başedemediğimiz, aynı dilde konuşamadığımız her şeyi, herkesi yasaklayarak, geri durarak adam olacağımızı sanıyoruz.
Yazıklar olsun...

***

Madem beni kandırdın
Var git sen biraz da kendini kandır

Anlıyorsunuz değil mi?

Neslihan, kütürttt

Not: Ben bu yazımı 27 Ekim'de facebook'da yazdıktan sonra ertesi gün blog'lar açıldı.
Demek bu yazımı bekliyorlarmış :-P

21 Ekim 2008 Salı

Doğum günüm kısa özet ve Perakende Günleri

Veeee 21 Ekim bitti işte.
Bugün çok değerli, anlamlı, özel ve enteresan bir gün geçirdim.
Aynur'um bana sürpriz yapmış. Öğle yemeğinde ofisten dışarı çıkardı. Levent'teki Garage'a gittik. Otururken içeri Şebo ve daha sonra da Hülya girince şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum.
Bana aldıkları hediye elbiseye adeta taptım. Tam benim tarzımı yansıtan, tiril tiril ve çok zarif bir elbise. Bu elbiseyi giyeceğim ilk fırsatı kolluyorum.
Mutluluğum elbisenin güzelliğine karıştı.
Onlar gibi arkadaşlarım olduğu için öylesine şanslıyım ki.
Ofise döndüğümüzde resepsiyondan aranarak çiçeğim olduğu söylendi. Harika elbisemle yarışacak zarafette bir vazo içerisinde en sevdiğim çiçekler olan beyaz güllerdi gelen. Çiçeğin güzelliği mi, hatırlanmanın duygusallığı mı yoksa kenarına iliştirilen notun anlamı mı bilmiyorum neşe ile karışık bir burukluk yaşattı bana.
Hayat ne hoş, ne anlamlı, ne özel, ne dolu dolu yaşamasını bilene....
Akşamüzeri tekrar Aynur'un kata indim.
Kendi departmanınmda kutlanılmasından özellikle kaçındığımdan onların tüm kat hazırolda beni bekleyerek doğumgünümü kutlamasını yurttan eve dönen öğrencilerin ailesinin yanında hissettiği sıcaklık gibi hissettim.
Samimi, doğal ve sevgi dolu tebrikleri ile mutlu oldum.
Gülcan'ın benim gibi yazı ve not tutma tutkunu biri için aldığı özel hediyeyi görünce sevinçten çığlık atmamak için zor tuttum kendimi.
Burçak'ın Moleskine Paperblanks'inden sonra Gülcan'ın bunu bana hediye alması benim için çok değerli.
Üstelik Gülcan yazılarımda en başından beri benim büyük destekçim.
Bu sebeple özellikle ondan yazarlığımı teşvik edici bir hediye almak çok anlamlı.
Ayrıca Hülya'dan aldığım belki de hayatımın en çok bana değer katan/katacak hediyesi ise kelimenin tam anlamıyla hayatımda yeni bir çığır açacağı için inanılmaz etkiliydi.
Bu konuya önümüzdeki günlerde fazlasıyla değineceğim. Şu an derin bir şok içerisindeyim.
Akşam trafik sebebiyle sporumu aksatmış olsam da Sarp'ın düşünceli sürprizi karşısında fazlasıyla şımararak dileğimi dileyerek pastamın mumunu üfledim. Uzun, uzuuun, upuzun isteğimin bu sene gerçekleşmesini diledim. Üfleme seromonisinden sonra günümü mutlu ve huzurlu bir şekilde kapadım.
Aslında tüm bu yazdıklarımı böylesine çalakalem yazmadan detaylandırmak, arkasında bana hissettirdiklerini sizlere aktarmak istiyordum ama şu an gecenin 12:35'i ve ben yarın sabah 6 civarlarında kalkacağım.
Önümüzdeki 2 gün boyunca tüm sektörün en büyük ve önemli organizasyonu olan 'Perakende Konferansı'na katılacağım.
Bu sene de diğer seneler gibi sabırsızlıkla bekliyorum.
Çok başarılı ve bana katmadeğeri yüksek olan bir konferans.
Bu konferans boyunca alacağım notları da vakit bulduğumca burada yazmaya çalışacağım.
Geçen sene hayran kaldığım Google Pazarlama Direktörü Mustafa İçil'in ve Şef Mehmet Gürs'ün konuşmalarını yazdığım halde buraya koyamamıştım.
Bu sene on-line olmaya çalışacağım.
Bir doğumgünü bitti.
Sırada Perakende Günleri, bekle beni geliyorummm.

Yazı Tarihi: 21&22 Ekim 2008

Kendimden kendime

O gün bugün.
Doğduğum gün. Doğum günüm.
Kutlama adetim yoktur hiç. Partiler, kalabalıklar, hediyeler, yavan şaşırmalar, şaşalar, şampanyalar hiç bana göre değil...
Yapmacık mutluluklar, usulden sarılmalar ve lafola tebriklerin kofluğunu yaşamak istemediğimden pas geçerim ben bugünü genellikle.
Beni gerçekten sevenler ve hayatlarında olduğum için mutlu olanlar hatırlar da arar, seslerini duyarsam benim için dünyalara bedel.
Bugünün bana özel tek yanı bu.
Az sonra annemi arayarak beni dünyaya getirdiği için teşekkür edeceğim.
Arada, kısa devre yaptığım zamanlarda duruma isyan etmişliğim olsa da siz aldırmayın bana. O kendimi bilmezliğimden :-)
Zaten çok zarar ziyan vermeden uslanıyorum, geçiyor, aklım başıma geliyor.
Bugün dualarım, dileklerim, isteklerim için yukarıdan torpilli olabileceğimi düşünüyorum.
Umarım öyle olur.
Zira işleme alınmasını istediğim çok dilekçem var...

İyi ki doğmuşum, tüm sevdiklerimle olacağım harika bir yaş diliyorum kendimden kendime :-)

Yazı Tarihi: 21 Ekim 2008

15 Ekim 2008 Çarşamba

Kızlarda anoreksiya varsa onlarda da bigoreksiya var

Uzun yıllardır hayatım spor salonlarında zayıf olmaya çalışan kadınlar ve bol kaslı olmaya çalışan erkekler arasında geçtiğinden aşağıda alıntı yaptığım haber çok ilgimi çekti ve sizinle paylaşmak istedim.
Kadınların hep daha zayıf olma takıntısı sebebiyle yakalandıkları yeme bozukluğu sendromuna anoreksiya denildiğini biliyordum ama erkeklerin daha adaleli görünme takıntılarının da bir adı olduğunu bilmiyordum. Meğer varmış. Merak ediyorsanız buyrun siz de okuyun.

Yazının tamamını okumak isteyenler aşağıdaki link'ten ulaşabilirler.
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/10094706.asp?gid=59&sz=46704

İyi görünme baskısı sadece kadınların meselesi değil. Erkekler de bu baskı altında. Hastalıklarıyla beraber! Günümüz kadınlarının anoreksiyası varsa, erkeklerin de manoreksiyası var. Üstüne bigoreksik, hatta ortoreksik bile oluyorlar. Hepsinin şikayeti farklı: Kimisi zayıflamasını durduramıyor, kimisi şişmesini. Bir taraf normal yemek yiyemez, hatta yediğini bile çıkarır hale gelirken, diğer taraf daha da kaslanıp şişmek için ek maddeler yutuyor.

Çekilen bunca cefa hep daha iyi, daha iyi, daha iyi görünmek için. Ama neye göre daha iyi? Üstelik, kaptırdıkça, işin ucu kaçıyor. ABD medyasının da bayıla bayıla üzerine atladığı manoreksiya lafı, aslında İngiliz basınının uydurması. Kavramın orijinal adı anorexiaor. İlk kez Leeds kentindeki Yorkshire Yeme Bozukluğu Merkezi tarafından duyuruldu. Merkezin doktoru John Morgan geçtiğimiz günlerde BBC’ye konuştu ve güzel görünme baskısının tıpkı kadınlar gibi erkekleri de etkilediğini açıkladı: Eskiden göbekleriyle rahat bir hayat süren erkekler mutlaka zayıf, fit ve kaslı bir vücuda sahip olmak gerektiğini düşünüyor. Böyle bir görünüm elde etmek için spor salonlarında saatlerce çalışarak kendini hasta edenler var.

MANOREKSİYA
Anoreksiyanın sakallı hali
Genellikle kadınlarla özdeşleşen anoreksiyanın İngilizce man (erkek) sözcüğüyle harmanlanmış hali. Bir çeşit yeme bozukluğu sendromu. Yapılan araştırmalara göre 10 kadına karşılık yaklaşık bir erkek bu hastalığa yakalanıyor. Çok şişmanladığı kanısıyla bir şekilde rejime başlıyor. Önceleri kontrol edilebilen iştah, bir süre sonra tamamen yok oluyor ve zayıflama normal ölçüleri aşıyor. Diyetisyen Selahattin Dönmez şöyle diyor: "Erkeklerde bu hastalığın anlaşılması zor. Çünkü ciddi kas kitleleri var. Türkiye’de erkek vaka örneği çok yok. Klinik olarak Antalya, Bursa ve Ankara’da bir, İstanbul’da iki erkek vakanın olduğu biliniyor."
Bu sendrom biyolojik, psikolojik, sosyolojik veya ailevi nedenlerden ortaya çıkabiliyor. Bir olaya veya kişiye duyulan tepki de neden olabiliyor. Erkeklerin bazı duygularını baskılamak için beden görünümlerinden uzaklaşmak istemeleri de bu girdaba girmelerine başka bir neden.
Dönmez, "İnsanlar çözemedikleri sorunlar için bir yol arıyor. Diyetisyene veya spor salonuna gidiyor. Liposuction bile yaptırıyor. Aslında bu durum psikiyatrik bir bozukluk. Zaten hastalık hiç kimsede yemeği reddederek başlamıyor. Bu hastalığa yakalananlar önce az yemek yiyor. Yürüyor. Kilo vermeye başladığı an, yemeği azaltarak aktivitesini daha da çoğaltmaya başlıyor. Kilo verdikçe, almamak için bir girdabın içine giriyor. Bir bezelye tanesini yediği zaman bile doyduğunu hissederek kalkabiliyor. Bu da aslında patolojik bir olay."
Asıl tehlike ise hastanın yine kendi erkekliğine: Besin yetersizliğine bağlı olarak organ işlev bozuklukları görülebiliyor. Tüylenme artıyor. Bir süre sonra cinsel isteksizlik ya da aşırı seks isteği ortaya çıkıyor. Kemik yoğunluğu azalıyor. Mide normal boyutundan farklı bir boyut alarak makata doğru gidebiliyor.

BİGOREKSİYA
Balonadam hastalığı
Vücut geliştirme hastalığı. Body building, hayatın odak noktası haline geliyor. Bigoreksik erkekler, ne kadar kasları olursa olsun yeterince kasa sahip olmadığı hissine kapılıyorlar. Bazen ağrıları ya da kırık kemikleri olmasına rağmen vücut çalışmaya devam ediyorlar. Spordan geri kalmayayım diye işini kaybedene bile rastlanıyor. Normal bir vücutçu günde bir saat çalışıyorsa bigorek günde 6-7 saatini ağırlık altında geçiriyor. Normal vücut çalışan aynaya dört kere bakıyorsa bu hastalığa yakalananlarda sayı 10’un üzerine çıkıyor. İki dilim pasta yedikten sonra dört saat koşup üstüne 1000 mekik çekiyorlar. Başkaları görüntüsünü beğenmeyecek kadar kaslı olsa bile kişi kaslandıkça kendini iyi ve güzel hissediyor.
Prof. Dr. Abidin Kayserilioğlu, bu hastalığa psikolojik olarak kendini yetersiz görmenin yol açtığını söylüyor: "Düzenli spor zaten bağımlılık yapar. Çünkü spor endorfin hormonu salgılanmasına neden olur. Düzenli spor yapanlar bu rahatlığı özler ve uzak kalamaz. Bigoreksiyada bunun abartılması söz konusu. Özellikle ileri yaşlardaki erkekler kadınlara kendilerini beğendirmek için bu yola sapabiliyor.
"Bigoreksiya hastaları normal besin kaynakları yerine, başka ek ürünlerle kaslanmaya hız kazandırmak istiyor. Besin yerine geçen bu maddelerin hücre ölümünden hızlı yaşlanmaya kadar pek çok yan etkisi var. Kayserilioğlu erkeklik hormonunun türevleri olan androjen ilaçların kullanıldığını söylüyor: "Bu ilaçlar kasları kalınlaştırılıyor. Ama kısırlığa da neden olabiliyor. Örneğin, kas yapmak için protein gerek. Normalde kilolarca et yemek lazım. Onun yerine protein tozları kullanılıyor. Ama bunlar karaciğer ve böbrek yetersizliklerine neden olabiliyor."

ORTOREKSİYA
Organik yemezsem çürürüm korkusu
Ortoreksiya nervosa, 1990’ların sonunda ortaya çıkan yeni bir yeme davranış bozukluğu. Besin miktarı yerine, hasta bu kez besin kalitesini kafaya takıyor. Sağlıklı bir besini bile sağlıksız bulup yemeyebiliyor. Öğünlerini saf, katkısız, işlenmemiş gıdalardan seçiyor. Çoğu sebze ve meyveleri çiğ yiyor. Şişenin etiketindeki kalsiyum miktarını çok bulup, içmekten vazgeçiyor. Kısacası yaşamları kısırdöngüye giriyor. Bir sonraki öğünü planlamak, sağlıklı yiyecek satan marketleri dolaşmak, ürünlerin etiketlerini dikkatle incelemek, kara listeler hazırlamak hayatın merkezine yerleşiyor. İlerlemiş vakalarda hastalar hızla kilo kaybedebiliyor. Zararlı maddeye karşı duyulan derin korku sebebiyle çok sayıda gıda ve yiyecekten vazgeçiyor. Beslenme listelerinde sadece bir-iki tür yiyecek kalıyor. Vücut günlük alması gereken kaloriden mahrum kalıp güçsüz düşüyor. Selahattin Dönmez, bu konudaki abartmayı şöyle anlatıyor: "Eğer kimyasal katkılı yemeklerden yerse ölüyorum, kalp krizi geçiriyorum, bedenim çürüyor gibi düşüncelere kapılıyor. Her gittiği restoranda organik yiyecek arıyor. Bahçelerinde kendi sebze meyvelerini yetiştirenler oluyor. Bu sorun 10 yıl içinde daha da yaygınlaşacak."

13 Ekim 2008 Pazartesi

Back-liyorum

Konuşmuyorum
Bekliyorum
İki işi bir arada yapamam mı ben?
Bunlardan biri beklemekse hayır.
Konuşurken beklenilmiyor, beklenirken konuşulmuyor.

Tırnaklarımı yiyorum.
Sabırsızlıktan, heyecandan, takılmışlıktan.
Beklemekten.

Takır, takır, takır 5 parmağımı peşisıra atlı koşturur gibi masaya vuruyorum.
Kesmiyor.
Çarpaz simetri aynı anda tek dizimi de sallıyorum kesmiyor.
Sağ tekler bitiyor, sol teklere geçiyorum.
Farkındayım, dışardan çok kıl bir görüntü.
Eksik akıl bir siluet, biliyorum.

Hom hom homurdanıp duruyorum.
Nerde, nerde, nerde kaldı bu?
El, kol, bacak, kafada sürekli bir koordinasyon eksikliği.
Yedi bitirdi bu haller beni
Perdeyi aralayıp camdan bakıyorum. Gördüğüm ne var bilmiyorum ama sürekli bakıyorum.
Evde, ofiste, yolda, toplantıda koltuklar yasak, uygun adım ileri marş.
Bekle, bekle, beklemedeyim.

Telefon kontrol, mail kontrol, sms kontrol, yol kontrol, kapı kontrol, mektup kontrol, araba üstü not kontrol, F9, F9, F9...
Didik, didik, didik kendi hallerimi kontrol
Bekle, bekle, bekle
Siyah çekirdekli Diyarbakır karpuzu sesiyle kütürttt diye orta yerimden ikiye bölüneceğim ama yine de beklemedeyim...

Sıkıldım, gerildim beklemekten. Çaresiz, silahsız, korunmasız sadece yalı kazığı gibi bekliyorum.

Sayın Baylar, bayanlar merdivenden kayanlar!
Bu nedir diye sorarsanız, anlatmam mümkün değil.
Olsun tasalanmayın.
Yakında geçer.
Normale dönerim.
Birşeycikler olmaz.
Ben unuturum, siz de unutursunuz ve samimiyetle itiraf edeyim ki bu hayatın kalbimi yerinden çıkartan beklemeleri olmazsa yaşanmışlığını hissedemiyorum ben.
Varsın bugün de böyle geçsin...
Sağ bek, sol bek, ben giderim küttenek :-)

Neslihan, küttenek

Yazı Tarihi: 13 Ocak 2008

10 Ekim 2008 Cuma

Diyet Günlüğü



“Bayan Neslihan Kılıç içeri buyurun lütfen.”
İsim tanıdık geldi fakat durum baya yabancı.
Bayan Neslihan Kılıç!...Pek havalı, öz Türkçe!
Yarı şaşalamış, yarı endişeli/tasalı/kaygılı olarak buyurdum içeri.
“Lütfen ayakkabılarınızı ve üzerinizdeki metal eşyaları çıkartın”
Peki onları çıkarayım da aklımdaki onlarca düşünceyi de çıkartıp metal eşyalarım gibi bir kenara koyabilecek miyim?
“Tamam, hazırım, çıkardım”
Havaalanı polisleri gibi üzerimde kalan falsolu birşeyleri yakalamak istermişcesine detektör gözlerle süzdü beni baştan ayağa, gerisin geri bir daha ayaktan başa.
Saçlarımın arasında bit kontrolü yaparmışcasına dikkatlice bakarak “hiç tokanız kalmadığından eminsiniz değil mi?” diye sordu.
Ben ufak çaplı bir merinos olduğumdan “bilmiyorum saçlarımın arasında neyin kalıp neyin kalmadığından bazen benim de haberim olamayabiliyor” demeyi aklımdan geçirdiysem de beni henüz tanıyan ve esprisel dünyadan oldukça uzakmış izlenimini bana veren kadıncağızı –henüz- korkutmak istemediğimden onun yerine sadece “evet, sanırım” demeyi yeğledim.
Yaş, boy, kilo, kemik, kas, su, metobolizma hızı, o’dur, bu’dur gibi bilumum ölçümlerimi yaptıktan sonra Aysun hnm’ın yanına alınmaya hazırdım.
“Bu kapıdan buyurun ltf, Bayan Aysun hnm sizi bekliyor. Şimdi size sizi buraya getiren sebebi soracaktır” diyerek arkamdan kapıyı örttü.
İçses: “Bakın arkadaşlar, benim olayım öyle pek ciddiye alınacak boyutta değil, maksat bilinçli olsun birşey yapacaksak, cidden başka bir derdim yok, büyütmeyelim bu kadar...”
ve
a) Geçiyordum uğradım
b) İnanın hiçbir fikrim yok
c) Arkadaş tavsiyesi
d) Hay gelmez olaydım
e) Kendini bilmezlik

Şıkları bana sufle yapmaya başlasalar da bunları dememek üzere kendimi dizginledim tabi böyle ciddi bir ortamda...
Onun yerine beni buraya getiren sebep olarak:
Boğazımı temizleyerek günah çıkarmaya gelen bir suçlu misali “fazla kilolarım” diyebildim sadece, kendimi ciddiyete davet ederek.
“Değerleriniz olmanız gereken sınırların içinde, hatta alt sınırlara bile yakın, tam olarak kaç kilo olmak istiyorsunuz?”
“49”
Evet hedef bu işte 49kg olmak istiyorum.
Madem işi büyüterek bir diyestiyenin kapısına geldik, girdik bu işe, en optimumu olsun, değil mi?
Yani tam tamına 6 kilo vereceğim.
Onda da ne var ki demeyin.
Olduğum kilolarda ve zaten alt sevilerdeki yağ oranımda ve de sürekli dikkatli ve kontrollü beslenen bünyemde bu kilolar öyle kolay kolay verilmiyor. Gram gram ilerliyorsunuz. 500gr civarları süper iyi birşey.

Böylelikle ilk diyet günlüğüm bu senenin Mayıs aylarında başladı.
Mayıs’ta 55.3 kg gösteren kantarı Ağustos’ta 51.0’a kadar indirebildik.
Aradaki onlarca tatil hem metabolizmamı hem de ister istemez benim diyet listemdeki sıkı uygulanabilirliği bozduğu için 49’u bir türlü göremedik.
Aysun hnm bu tuzaklar olmasa bendeki bu iradeyle çoktaaan 49’a düşmüş olabileceğimi söyledi. Hoş o 49’a inmemden yana değil, en fazla 50’de beni bıraktırmak istiyor ama ben 49 olursam 1 kg. kendime pay bırakarak 50’ye inip çıkabilme rahatlığında olmayı istiyorum.

Şimdi hazır tüm tatiller bitmişken hedefime ulaşmak üzere tekrar kolları sıvadım.
2.kür zor ve aç günler geçtiğimiz cmt. başladı. Yarın kontrole gittiğimde 1 haftalık süre geçmiş olacak. Bakalım tam olarak kaç gram verebilmişim.
1 hafta boyunca ne yediğimi merak edenlere liste aşağıda.
Yalnız bu listenin kişiye özel olduğunu ve aylardır sıkı profesyonel gözetim altında değiştirilerek yapıldığını özellikle belirtmek istiyorum.
Sağlıklı beslenmek zayıf olmaktan çok daha önemli.
Kilo vermek isteyenler varsa lütfen bu listeyi uygulamaya kalkmasınlar.
Bu benim değiştirilmiş hiç yoksa 10.listem.
Gözünüzü seveyim hataya kapılayım demeyim.

Sabah: 1 ölçü peynir(30 gr yağsız)
1 dilim ekmek(1 dilim rus çavdarının yarısı)
Ara öğün: 1 adet diyet karper peyniri
2 adet grissini
Öğlen: 1 kase çorba
3 adet diyet etimek
İkindi: 1 ölçü peynir
1 dilim diyet ekmek
1 adet diyet yoğurt(tekli küçüklerden)
1 adet muz(spor öncesi)
Akşam: 1 porsiyon et v.b.(120 gr)
1 porsiyon salata
2 kaşık pirinç(yağsız lapa)
1 kase komposto(1 elma veya şeftaliden yapılma)

Sağlıklı ve zayıf ve mutlu günlere.

Yazı Tarihi: 10 Ekim 2008

Not: Bugün 11 Ekim. Veee tartıldım. Veeee nihayet 50.5 kiloyum. 1 hafta daha yukardaki zorlu diyete devam edebilrsem haftaya şu anda Mayıs'ta hedeflediğim kilo olan 49'a düşmüş olabileceğim kısmetse. Hi hoyyytttt. Yupppiiiii :-)

Yukarıda sağdaki fotolarda en soldaki profilden gözüken kırmızılı benim; diyete başlamadan önceki 55.3 kg 'Dursine Şirin' halim. Soldaki fotoğrafta ise 51 kg'ım. Öncesi ve sonrası yani :-))

Anları Planla

Az kalsın unutuyordum.
Dalıp gitmişim.
Sallan yuvarlan takılıyordum.
Hemen silkinip kendime gelmem lazım.

Ekim geldi Ekimmm.
Yılın en güzel ayı.
Plan yapmak lazım.
Plan program.
Hemen.
Gün gün, tek tek ay sonuna kadar.
Güzelim aya, en güzelinden planlar.
İlk 10 gün gitti bile, tüh.
Elde kaldı 21.
Zaten konu da o.
Ekim 21.

Kaç tane var ki başka?
Yok, 1 tane.
Senede bir.
Bir gün.
Benden kaç tane var?
O da bir.
E öyleyse daha ne duruyorum?
Farklı birşeyler düşünmek
Onları yaşamak için planlar yapmak lazım.

Durdum yeteri kadar durduğum yerlerde.
Yattım, kalktım, işe gittim, çalıştım, spora gittim, zorlandım, yoruldum, tükendim eve geldim.
Yattım, kalktım, işe gittim, çalıştım, spora gittim, zorlandım, yoruldum, tükendim eve geldim.

Şimdi tek bir gün için de olsa zinciri kırmak lazım.
Ne duruyorum?
Senede bir gün
Benim günüm
Mutluluk,
Hayat,
İstek, dilek, mum üfleme, farklılaşma, doyasıya yaşama günüm
Aleaddin gelsin
Ve bana derin bir ‘ohhh’ getirsin
Dilek benim değil mi?
O bir “ohhh” getirsin;
Giyeceğim kıyafeti
Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı, nereye gideceğimi, nerede kalacağımı, yaşayacağım geri kalan tüm anları ben planlarım.
Ne kaldıysa!
Yanılıyor muyum?
Hayat planlardan ibaret değil mi?
Yoksa anlardan mı?
Carpe Diem.
Anı yaşa yani.
Ne dersiniz?
Neyse bozmayın doğumgünü çocuğunu.
Cevabı o da biliyor da bilmezlikten geliyor.
Ssshhhttt çaktırmayın ;-)

Yazı Tarihi: 10 Ekim 2008

Sabit telefonlarda ön numara

Telefonla aram iyi değildir pek.
Konuşmalarım hem az sayıda hem kısa sürelidir.
Bir tek kuzenimle konuşuruz diğerlerine göre daha uzunca. Onla da birkaç günde bir.
Yani telefon insanı değilimdir.

Hele hele son aylarda iyice duruma karşı yabanileştiğimi hissediyorum. Cep telefonum hayatımdan bütünüyle çıkmaya başladı. Çoğu zaman nerede olduğunu bile unutuyorum. Veya gün ortasında bir bakarım daha telefonu açmamışım.
Bazen de varlığını o kadar unutuyorum ki çalınca birden garipsiyorum ve huzursuz oluyorum.

Uzun lafın kısası bu sebeplerle telefon ücretlendirmelerinden ve tarifelerinden pek haberim yok. Hem ev hem cep telefonum otomatik ödemeye bağlı olduğundan fatura tutarlarını bile çok net bilmiyorum. Ay sonunda hesaplarımı kontrol ederken şöyle bir göz atıyorum ne kadar ödediğime o kadar....

Annem son bir kaç haftadır “1045”ten bahsediyordu bana.
Hem beni, hem yurtdışında yaşayan abimleri ararken numaranın önüne “1045” eklediğini söylüyor, benim de aynısını yapmamı salık veriyordu.
Daha önce yurtdışında bu tarz ön numaraların kullanıldığını ve tarifeyi çok ucuza çektiğini biliyordum ama az konuştuğumdan bu ön numaraya pek oralı olmadım.
Fakat yoğun televizyon reklam kampanyası ve gündem sebebiyle kayıtsız kalamadığımdan yavaş yavaş ben de bu numarayı tuşlayarak aramalarımı yapmaya başladım.
Üstelik bu servisi veren başka firmalar da varmış ve bu pazarın gelişmesiyle daha da olacağa benziyor.
Geçenlerde konuyla ilgili yazılan aşağıdaki haberi okuyunca olay hakkında bilgi sahibi oldum.
Yazıdan alıntıları aşağıya yapıştırıyorum, detay için link'i tıklayabilirsiniz.


http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10007329&yazarid=18

Sabit telefonda 'ön numara' 400 milyon dolarlık pazar yaratıyor

Uygulamada sabit hatlı telefondan yapılan uluslararası görüşmelerin dakikası 12.5 YKr'tan 5.5 YKr'a, cep telefonlarında ise dakikası 39.89 YKr'tan 19.9 YKr'a iniyor.

Alternatif operatörlerin uygulamaya koyduğu yeni tarafelerle şehirler ve milletlerarası görüşmelerin dakikası, KDV hariç 5.5 YKr'a kadar geriliyor.

Sabit hatlı telefonlardan yapılan aramalarda, alternatif operatörlerin 4 haneli (10XX) numaralarının başa eklenmesiyle gerçekleşen cep telefonu görüşmelerinde ise tarife, 19.9 YKr'a iniyor. Oysa, Türk Telekom'un sabit telefonlar üzerinden yapılan uluslararası görüşmelerde dakikada 12.5 YKr, şehirlerarası görüşmelerde ise 9.5 Ykr ödeniyor. Bu, cep telefonu aramalarında 39.9 YKr'a kadar çıkıyor.

5 firma rekabet ediyor. Bu kuruluşlardan Millenicom, 1045, Koçnet 1056, Turknet 1095, Doğan Telekom 1038, Superonline da 1099 numaraları üzerinden hizmet veriyor.

Doğan Telekom da ise işleyiş biraz farklı. Firma, 1038 numarasıyla sadece Smile ADSL abonelerine hizmet veriyor. Görüşme ücretleri ve Smile ADSL internet erişim ücreti de tek bir fatura ile aboneye ulaşıyor.

Hangi operatörde görüşme ne kadar

1045: Millenicom hizmeti olan 1045, şehirlerarası ve Avrupa Birliği ülkeleri, ABD, Kanada, Rusya ve Çin dahil 40'tan fazla ülkedeki ev ve iş telefonlarını dakikası 7 Kuruşa (KDV dahil, ÖİV hariç) aramak mümkün oluyor. Ev ve iş telefonunu kullanarak Türkiye'deki cep telefonlarını aramanın dakikasını ise (KDV dahil, ÖİV hariç) 25 Kuruş olarak faturalandırılıyor.

1095: Turknet hizmeti olan Netone Telekom'un 1095 ön numarasıyla ABD, Kanada, Rusya, Avusturya, Çin ve Almanya'yı aramanın dakikası, 6.9 kuruştan hesaplanıyor. Şehirlerarası ve Kuzey Kıbrıs aramalarında ise yüzde 19 oranında tasarruf sağlanıyor. Turkcell, Vodafone, Avea, Kuzey Kıbrıs Turkcell, Kuzey Kıbrıs Vodafone aramalarında standart tarifede dakikası 39.9 Ykr olan görüşme bedeli de 25 kuruşa düşüyor. Romanya, Gürcistan, Ermenistan, Lübnan, Pakistan, Irak da ise yüzde 50'ye varan fiyat avantajları kazanılıyor.

1056: Koçnet'in alternatif operatörü 1056 ön numarasıyla hizmet veriyor. Buna göre şehirlerarası aramaların dakikası vergiler hariç 6.2 Ykr, GSM numaralarını aramanın dakikası 25.7 Ykr, uluslararası aramalarda ABD ve Avrupa ülkeleri için aramanın dakikası ise 8.1 Ykr üzerinden faturalandırılıyor.

1038: Doğan Telekom Smile ADSL abonelerine 1038 ön numarasıyla sunduğu hizmetde ise şehirlerarası ve yurtdışı konuşma ücretlerinin dakikası 5.5 Ykr, cep telefonu görüşme bedelinin ise dakikası 19.9 Ykr olarak faturaya yansıyor. Faturayı, Türk Telekom değil, Smail ADSL düzenliyor.

1099: Superonline hizmeti olan 1099 ile aramalarda ABD, Almanya, Çin, Fransa, Hollanda, İngiltere, İtalya, Rusya, Bulgaristan'ı aramanın dakikası 6.8 Ykr, GSM operatörlerini aramanın dakikası 27 Ykr, şehirlerarası sabit hat aramanın dakikası ise 8.7 Ykr üzerinden hesaplanıyor.

Yazı Tarihi: 10 Ekim 2008

9 Ekim 2008 Perşembe

Ne zaman birşeye özenir bezenirsem bilin ki olay patlamaya mahkum.
Aksi görülmedi, yaşanmadı, ispatlayanı da bizzat alnından öperim.
Henüz bu kuralın şaşmışlığı yok.
Bir de bünyede heyecan varsa seyreyleyin cümbüşü :-)

Hiç unutmam bir kere heyecandan ve aşktan öldüğüm bir anda tam da aklımdan onu geçirirken küt diye karşımda görmüştüm.
Hayalet mi gördüm sandım neyse artık bir anda beynim uçtu.
Beyin uçtuğuyla kalmadı aynı zamanda bir insanın kalbinin saniyenin yüzdebiri hızıyla nasıl ağzına gelebileceğini de bizzat yaşadım.
Böyle durumlarda; vücuttaki tüm dengemin sarsılmasından olsa gerek ilaveten bi de maksimum seviyede şuursuzluk yaşıyorum çoğunlukla.
Hiç kurtarır yanı yok anlayacağınız.

Yanımdan geçerken “Selam, naber?” gibilerinden birşey söyledi.
Ben daha cevap veremeden de –beni giderken görmüştü- “erken gidiyorsun” gibi bişeyler...

Göya karizma takılıcam ya, heyecanımı sesime yansıtmıycam çok “cool”um ya ama o esnada bunlar kafadan altyazı geçiyor diye doğallıktan eser kalmadı ya...
“İRMİK” dedim cevap olarak düşünebiliyormusunuz?
Ama herhangi bir irmik değil, dünyanın en bed, en tiz, en cibiliyetsiz, karaktersiz, neydüğü belirsiz ses tonu ile.
Hiiiiii....
“irmik” ya, bu nasıl bir cevap, neresinden toplarsın? :-(
Yer yarılsa da içine girsem....

***
Yer yarıldı mı, ben n'oldum, irmik n'oldu, bir daha görüştük mü, şimdi bunları buraya niye yazdım...?
Hepsinin cevabı yine burada, pek yakında.
Yazmaya devam edeceğim... ;-)

Yazı tarihi: 09 Ekim 2008
Not. Fark ettiyseniz yazım şu an 'başlıksız'. Hele bir tüm yazı çıksın, başlığını da o zaman bulur yazarız.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Şehre caz geldi duyuyor musunuz?


Televizyonda seyretme şansınız oldu mu bilmiyorum ama hala izlemediyseniz de bir süre daha devam edeceği için Akbank'ın sponsorluğundaki 18. Uluslararası Caz Festivali'nin reklam filmini izlemenizi kuvvetle öneriyorum.

Ben bayıldımmm.

Piyano yaya kaldırımları, davul çöp bidonları ve daha benzer birsürü görsellik çok yaratıcı ve şehrin caz hali konsepti ile çok uyumlu.
Bütünlük ve sanatsallık harikaaaaa. Arka fondaki caz tınısı enfes.

Ayrıca çok eğlenceli ve izlettirici.

Şimdi burada daha fazla anlatmayayım ama cazın sesi ve Akbank'ın yenilikçi gücünü sergilemek için biçilmiş kaftan.

Neyse, reklam bir yana şehre böylesine güzel bir Caz Festivali gelmesi hayli keyifli.
İstanbul yaşamaya, nefes almaya, şehri bizlere yaşatarak kendine hayran bırakmaya devam ediyor.
Caz geliyor; İstanbul değişiyor. Ben de bu değişimin bir parçası olma çabamla, en istediğim konser olan "Ron Carter" konserine az önce bilet aldım.
" Tüm zamanların en iyi caz müzisyenlerinden biri olarak kabul edilen ve 60’lı yıllardan bu yana dünya çapında tanınan bascı ve viyolonselist Ron Carter, hafızanızdan silinmeyecek bir performans için Akbank 18. Caz Festivali’nde olacak "olarak tanıtımı verilen Ron Carter'ın konseri 18 Ekim Cumartesi Cemal Reşit Rey'de performe edilecek.

Bu yıl cazın tüm ustaları şehrin büyülü mekanlarında izlenebilecek.

Şehre caz geliyor...
ve ben de sizlere caz dolu günler diliyor.


Festival ve programı hakkında detaylı bilgi edinmek istiyorsanız:


Akbank 18. Uluslararası Caz festivali, her yıl olduğu gibi bu yıl da caz müziğinin ustalarını ve yeni sanatçıları şehrin büyülü mekanlarında cazseverlerle buluşturuyor. Caz geliyor; İstanbul değişiyor. Bu değişimin bir parçası olmanız dileğiyle, caz dolu günler...
Stephan Micus
30 yıl boyunca Amerika, Avrupa ve Asya’da yüzlerce konser veren Stephan Micus’un, bir müzik seyyahının geleneksel ezgileri kalıplarının dışına çıkaran performansına hazır olun.
Akbank 18. Caz Festivali: I Led 3 Lives
I Led 3 Lives’ın şiddetli, hoş, gürültülü, özgür ve güzel olarak tanımlanabilecek müziğine hazır olun!
Çıplak Ayaklı Kontes; Rhoda Scott
Sanatçı orgun başına ilk oturduğu andan itibaren pedallarına çıplak ayakla bastığından ‘Çıplak Ayak Kontes’ lakabıyla anılıyor.
Akbank 18. Caz Festivali: Smadj feat. Ibrahim Malouf & Talvin Singh
Doğru zamanda doğru yerde yakalanan sessizlik ya da sesi bularak tatlı, melodik, romantik son derece ağır tempoda ilerleyen müzikleriyle gönülleri fethediyor.
James Carter
Hiçbir caz stilinin taklidi olmayan yeteneği ile James Carter caz Festivali'nde...
Ron Carter
Tüm zamanların en iyi caz müzisyenlerinden biri olarak kabul edilen ve 60’lı yıllardan bu yana dünya çapında tanınan bascı ve viyolonselist Ron Carter, hafızanızdan silinmeyecek bir performans için Akbank 18. Caz Festivali’nde olacak.

AYA İRİNİ MÜZESİ PROGRAMI
Bu yıl da Akbank Caz Festivali'nin açılışına evsahipliği yapacak olan Aya İrini caz dünyasının iki önemli ismi "Stephan Micus" ve "Rhoda Scott"u ağırlayacak. ...
AYA İRİNİ MÜZESİ PROGRAMI
Bu yıl da Akbank Caz Festivali'nin açılışına evsahipliği yapacak olan Aya İrini caz dünyasının iki önemli ismi "Stephan Micus" ve "Rhoda Scott"u ağırlayacak.
CEMAL REŞİT REY PROGRAMI
Festivalin önemli konser merkezlerinden biri de Cemal Reşit Rey Konser Salonu. Mekan bu yıl "James Carter Quintet", "Tomasz Stanko Band", "Jason Moran & The Bandwagon" ve "Ron Carter 'Dear Miles'”...
CEMAL REŞİT REY PROGRAMI
Festivalin önemli konser merkezlerinden biri de Cemal Reşit Rey Konser Salonu. Mekan bu yıl "James Carter Quintet", "Tomasz Stanko Band", "Jason Moran & The Bandwagon" ve "Ron Carter 'Dear Miles'” konserlerine evsahipliği yapacak.
BABYLON PROGRAMI
Babylon festival boyunca yine çok hareketli olacak. Cazın önemli isimlerini ağırlamanın yanı sıra, farklı projelere, cazın diğer müzik türleriyle harmanladığı konserlere, partilere de evsahipliği yapa...
BABYLON PROGRAMI
Babylon festival boyunca yine çok hareketli olacak. Cazın önemli isimlerini ağırlamanın yanı sıra, farklı projelere, cazın diğer müzik türleriyle harmanladığı konserlere, partilere de evsahipliği yapacak olan Babylon festival süresinde festivalin sesini şehre yansıtacak.
GHETTO
Festivalin yeni mekanı Ghetto'da, kökenlerine olan bağlılığıyla tanınan, dünya müziğinin önemli isimlerinden Bonga cazseverlerle buluşacak....
GHETTO
Festivalin yeni mekanı Ghetto'da, kökenlerine olan bağlılığıyla tanınan, dünya müziğinin önemli isimlerinden Bonga cazseverlerle buluşacak.
TALİMHANE TİYATROSU PROGRAMI
Festivalin yeni mekanı Talimhane Tiyatrosu "Büyükberber – Klein Electro Acoustic Duo", "Şenol Küçükyıldırım – Ways" ve "Jonas Knutsson Quartet" konserlerine evsahipliği yapacak....
TALİMHANE TİYATROSU PROGRAMI
Festivalin yeni mekanı Talimhane Tiyatrosu "Büyükberber – Klein Electro Acoustic Duo", "Şenol Küçükyıldırım – Ways" ve "Jonas Knutsson Quartet" konserlerine evsahipliği yapacak.

Yazı Tarihi: 08 Ekim 2008

Maximum Cardio


Oh be nihayet başladık.
2008-2009 kış sezonuna yani. Beni tanımayanlar öğrenci veya eğitimci olduğumu düşünebilir şimdi. Yok öyle düşünmeyim, değilim.
Sezon dediğim eğitim-öğretim sezonu değil, bizzat hayatın ta kendisinin sezonu.
Fark ettim ki artık hayatlarımız sezonlara göre yön alıyor.
Şahsen ben yaz sezonumda daha avare bi insan oluyorum.
Tamam yazın çalışmıyor değilim ama ister istemez tempo daha düşük oluyor. İşimin tabiatı zaten öyle; birlikte iş yaptığım firmalardaki tüm kontaktlarım tatilde oluyor, e otomatikman işler azalıyor.
Yaz boyunca, 12 ay yaptığım sporumu da aksatmamaya özen gösteriyorum fakat araya giren tatiller ve katılmazsam gönül koyan :-) şehirdeki sosyal aktiviteler düzeni bozduğundan motivasyon haliyle azalıyor.
Üstelik yazın spor salonlarındaki grup derslerinin birçoğu da kalkıyor veya devam edenlere katılım çok azaldığından ‘görsel katılım’ın pek de ötesine gidilemiyor.

Yaz tatiliydi, sonrasında Ramazan’dı, Şeker Bayramı’ydı derken avareliği bir türlü sonlandıramamıştık.
Şimdi hepsinin bitmesiyle nihayet bu hafta başında kış sezonunu açabildik.
Bendeniz spor tutkunu biri olarak yaklaşık 12 yaşımdan beri düzenli olarak spor yapıyorum...
En yoğun ve yorgun olduğum zamanlarda bile sporu hayatımdan çıkarmamaya çabalıyorum ki beni yukarı taşıyabilecek birşey olsun.
Nice sürünerek girdiğim spor antremanlarımdan maraton koşacak kadar enerjik çıktığımı bilirim. Yıllardır tecrübe ettiğim bu deneyimde yine bilirim ki esas olay hep o ‘gitmek’tedir. Oraya gitmek her zaman, herkes için zordur.
Bir kere spor salonuna girip, üzerini değiştirebilirsen gerisi kolay, devamı gelir...

Spor salonları pek çok farklı alternatifler sunarak sporu bizler için zevkli hale getirmeye çalışıyor. Eğer spor yapmak istiyor ama motivasyon eksikliği veya üşengeçlik veya tembellik yaşıyorsanız grup egzersizleri tam da bu noktada imdadınıza yetişiyor.
Tek başına yapılan sporun çok daha üzerinde motive edici, sonuç odaklı ve etkili oluyor.
Zevkinize, ihtiyacınıza ve modunuza göre hangi çeşit derse girmek istediğinizi seçtikten sonra zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile.
Sakin bir gününüzse yogayla zihin ve beden dinginliğine, deli bir gününüzse de Cardio dersleriyle enerjinizin dibine kadar gidebiliyorsunuz.

Yaklaşık 4 senedir üyesi olduğum ve birçok hizmetinden oldukça memnun kalarak devam ettiğim ‘Hillside City Club’bu hafta başında 2008-2009 kış sezonu derslerini başlattı.
Ve ben de bu Salı akşamı ilk dersi yapılan sezonun en yeni dersini kaçırmadım tabi ki.
Dersin adı: “Maximum Cardio”
Adından da anlaşılacağı üzere yüksek tempolu, cardio bazlı bir ders.
Maximum hareket, maximum tepinmece, maximum t-shirt ıslatmaca.
Ağırlık, bosu ve glide (2 ayağınızın altına yerleştirdiğiniz 10 cm çapındaki kaygan bir materyal-bu sayede zeminde çok hızlı ve kayarak hareket ediyorsunuz) ile yapılan ileri seviye bir ders.

Bu ilk ders alıştırma/ ısındırma mahiyetinde olmasına rağmen dersin eğitmeni Erhan Hoca bizdeki cardio/ nabız durumunu tavan yaptırdı.Dersin temposunda hoca her ne kadar önemli bir etken olsa da esas belirleyici katılımcılar.
Her ne kadar kalp atışlarımız kulaklarımızdan çıktıysa da eski kurtların hamlığı-ben gibi- ve yeni gelenlerin düşük temposu sebebiyle bu ilk ders önümüzdeki hedefler düşünüldüğünde biraz light kaldı.
Bana sezon boyunca yakamı rahat bırakmayacağı sinyallerini veren sakat sol dizim ve problemli her iki ayağıma rağmen yine de kendi adıma iyi bir ders çıkardım diyebilirim.
Önümüzdeki derslerin daha tempolu geçeceğine eminim.
Ders sonunda Erhan hoca’ya bu dersi haftada 2 istediğimizi söyledim.
“Ekip oturursa neden olmasın” dedi.
Ben istedim, o da neden olmasın dedi de, bu derse de 2 kere gelirsem sırf Hillside’da haftada 5, +1 Cumartesi sabahı outdoor sporumla da haftada 6 spor yapmış olacağım ki, adama yuh derler, başka hayatın yok mu senin? :-)
Hadi bakalım hayırlısı, hoş geldin 2008-2009 kışı. Bakalım benim için ne planların var...

Yazı Tarihi: 08 Ekim 2008

Evlilik Yıldönümü


Bugün 08 Ekim.
08 Ekim 2008.
Babam hala yaşıyor olsaydı bugün anne ve babamın evlilik yıldönümlerinin tam 41. yılı olacaktı.
Dile kolay kocaaaa kırkbir yıl. Bir ilişki için bir ömür, bir ömür için sadece bir dönem.
Kadere karşı çıkılmıyor, olacakla öleceğin önüne geçilmiyor.
Babam 5 yıl önce bizlere ve bu hayata veda etmeden sonsuzluğa gittiğinden beri annem zor günler geçiriyor.
Kabullenemedi, toparlanamadı.
Fiziki ve ruh sağlığı, görünüşü, hayat sevinci bir anda uçtu gitti...
Bu sene Ekim ayının başından beri de oldukça gergin ve keyifsiz.
2 gün sonra yani 10 Ekim doğumgünü.
Aslında 10 Ekim’de evlenmek istemişler ama o gün dolu olduğu için Evlendirme Dairesi 2 gün önce evlenmek isteyip istemeyeceklerini sormuş.
Annem de “önce olsun da sonra olmasın, 2 gün sonrasını bile bekleyemem” demiş.
Bir arkadaşları tanıştırmış ve güzel bir flört döneminden sonra büyük aşkla evlenmişler.
41 yıl önce bugün ”İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta…Ölüm bizi ayırana dek...” diyerek de yemin etmiş ve birbirleriyle hayatlarını birleştirmişler.

Allah’ın yazgısını sorgulamak bize düşmez ama babamın yokluğunu hissettiğim ve onu gün be gün daha çok özlediğim her an ömrümün sonuna kadar bu özlemle nasıl başa çıkabileceğimi kendime sormadan edemiyorum.

Avuntum; onunla ilgili tüm hatıralarımın çok güzel, sevgi dolu ve onun kızı olmakla gurur duyabileceğim kadar onur verici olmaları.
Ayrıca onu daha küçük yaşta kaybetmiş olsaydım belki de yaşadıklarımız ve hatırlayacaklarım daha az olacaktı, şimdi o kadar çok paha biçilmez anım var ki....

Bu özel günde evlilik yıldönümlerini artık kutlayamasak da iyi ki evlenmişler diye düşündüğümü dillendirmenin bir zararı olmadığı görüşündeyim.
İyi ki evlenmişler ve iyi ki beni ve abimi dünyaya getirmişler.

Evlilik ve aile bana göre h@l@ bu dünyadaki en kutsal, en güzel şeylerden biri...

Yazı tarihi: 08 Ekim 2008

6 Ekim 2008 Pazartesi

Ey Aşk sen nelere kadirsin!

Dün uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla buluştum/k.
Buluşma öncesi telefonlaşmamızda bize vereceği yeni ve güzel müjdeleri olduğunu, buluşmamızın eğlenceli geçeceğini söyledi.

Çok sık görüşmediğimiz ama görüşünce saatlerce susmadığımız, sırayla incik-cıncık herşeyimizi birbirimize anlattığımız, gürültümüzün sesinden etrafın belli bir zaman sonra cık-cıklamaya başladığı, bizim de kahkahalarımızdan tüm göz makyajımızın aktığı ve 90,000 mekik çekmişcesine karınlarımızın kasıldığı arkadaşlıklar, buluşmalar bizim yaşadığımız.
Dün, ilk kez bu kadar spontan bir şekilde 1 saat sonra buluşmak üzere karar verdiğimizde karanlık ve yağmurlu Pazar öğleden sonram birden bire ışıklandı.
Buluşunca önce çok kabaca genel havadisler, hava ve yol durumu, yemek siparişi ve benzeri gereksiz detayları hallederek esas muhabbetin sahasını temizledik.
Hiç bölünmeden, araya reklam almadan sahneyi yalınca konu kahramanına bırakmayı istiyorduk.

Ve beklenen an geldi. Bizimki ısındıra ısındıra konuya girmeye başladı.
Hoş, gözlerini ilk gördüğümüzde uzun zamandır olmayan ama şimdi güneşe eş parıltısı ile ufukta sağlam bir aşk olduğunu sözlerini duymadan önce de anlamıştık zaten.
“Harika bir şey yaşıyorum, aslında hep hayalini kurduğum, kafamda yarattığım, dualarıma koyduğum ve istediğim gibi birine aşık oldum; o da bana, o kadar mutluyum ve o kadar güzel bir ilişki yaşıyoruz ki uçacak gibiyim. Sanki o hep hayatımda vardı ve doğru zamanda o hayatın içine sızıvererek beni kanatlandırdı...”
Benzer cümleleri peşisıra birbirini izledi. Yaptıkları en basit, doğal ve hayatın içinden herhangi birşeyi o kadar güzel anlatıyordu ki elimiz çenemizde, ağzımız kulaklarımızda kaç saat onu öyle dinledik farkında bile değilim.
Sözleri, gözleri, eli, kolu, saçı, başı hep saf aşk konuşuyordu, aşk kokuyordu, aşk parıldıyordu.
İçinde karamsarlıktan, korkudan, yılmışlıktan, yorgunluktan, endişeden, soru işaretlerinden eser yoktu.
“Ben”den, “bize” geçmişti.
Ve önündeki yaşayacağı güzel günler, tatil planları, yurt dışı gezileri, akşam yemekleri, birlikte yapılacak kültürel ve spor aktiviteleri, izlenilecek filmler, ev oturmaları, yeni mekan keşifleri, kış konserleri, önce bizler sonra diğer arkadaş, eş-dost, aile-akrabalarla tanıştırma seremonilerinin ve daha nicelerinin sabırsızlığı ve heyecanıyla hayat doluydu.
Dolu dolu, uçuş uçuş, sim gibiydi...
Anlatacakları bitmiyor, ışıltısı eksilmiyordu.

Yaşadığı aşk; kendini de, ruhunu da, gönlünü de *Fibonacci Serisi gibi öncesindeki herşeyi toplayarak, arttırarak güzelleştirmişti.

Canım arkadaşımın anlattıkları uzun süredir bu konuya dair yitirmiş olduğumuz inancımızı geri getirerek kelebek vadisi aşklarının sadece romanlarda değil gerçek hayatta da hala yaşanabilir olduğunun kanıtı oldu bize.

Kaynatmamız sırasında ne güzel bir coşku yaşadık anlatamam.
Ve bu halimiz acayip hoşuma gitti.

***
Aynı günün sabahında bir gazetenin Pazar ekinde okuduğum köşe yazısı dünyanın en yakışıklı adamlarından biri olan Lost’ün ünlü aktörü Sawyer'in -Josh Hollaway- kendisi kadar hoş bulunmayan karısına olan aşkını didik didik ediyordu.
Gazeteci trikleriyle adamı tongaya düşürerek ağzından falsolu bir laf yakalanmaya çalışılıyordu.
Hani ona bütün dünya hayran ya nasıl olur da o kendisi kadar etkileyici olmayan karısına o kadar aşık ve sadık olabilirdi...?
Adam karısın bayıldığı özelliklerini sıralarken öyle cevaplar vermiş ki bana göre okuyan herkesi küt diye vuracak kadar doyurucuydu.
Dediklerini aşağıdaki paragrafta aynen yazıyorum:
Karım vitrin eşi değil. O tutkulu bir kadın. Ve basiretli. Ve müthiş bir muhakeme yeteneği var. Bir de onurlu. Ve adaletli. Böyle söylemek tuhaf olacak ama onun sayesinde ben daha iyi bir insan oldum. Daha dürüst, daha onurlu bir adam...”

Bu sözleri söylemekten ve söyletmekten daha gurur verici kaç hissiyat var tadılabilecek, ben bilmiyorum :-)

Aşk, kapılarını açana verdiği erdemle nice nişanlar yüklüyor elini değdiklerine...
Alıp başımızı göğe, onurumuzu, gururumuzu, yaşam heyecanımızı, anlamlarımızı ve alınlarımızı arşa değdiyor karşılıklı yaşandığında.

İsteyen istemeyen, şimdiye kadar tadan tatmayan herkeslere en güzelinden, enfes bir aşk diliyorum.
Ne diyelim, inşallah diyelim....

* Fibonacci Serisi: Kendisinden önceki 2 sayıyı toplayan seri

Yazı tarihi: 06 Ekim 2008

Rahmet

04 Ekim’de Şemdinli’nin Aktütün köyündeki karakol saldırısında vatanı uğruna şehit düşen 15 askerimiz ve üç çocuğu ile birlikte Edremit’te kamp çadırının sele kapılması sonucu hayatını kaybeden Kemer Country’nin sahibi Esat Edin için tarif edilemez bir üzüntü içerisindeyim. Hepsine Allah’tan rahmet, geride kalanlarına sabırlar diliyorum.

Yazı Tarihi: 06 Ekim 2008

Not: Bugün(07 Ekim'de) verilen haberlerde kayıp olan 2 askerin de şehit düştüğünün bilgisi verildi. Böylelikle şehit asker sayısı 17'ye yükseldi.

2 Ekim 2008 Perşembe

'Secure Drive Shuttle' fiyaskosu!



www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)

Yeni yazım çok yakında burada...

Eğer siz daha önce 'Secure Drive Shuttle'i duymadıysanız, ben yazımı yazana kadar, aşağıda adresini verdiğim web sitesinden ön bilgi edinebilirsiniz.

http://www.securedrive.com.tr/

Yok, 'uğraştırma beni elin web siteleri ile diyorsanız' merak etmeyin, sadık bir müşterinin ağzından gerekli bilgilendirmeleri çok yakında burada okuyabileceksiniz.

Bis dann Aufwiedersehen ;-)
Yazı Tarihi: 02 Ekim 2008

Ve işte yukarıdaki 'teaser'dan sonra yazdığım yazımı aşağıdaki satırlarda okuyabilirsiniz.

www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)

***
Çogu zaman okuduğum, izledigim, seyrettigim şeylerde sevdiğim, sevmediğim, daha iyi olmasını istediğim konular hakkında görüşlerimi iletmeyi seviyorum.
Kendim de eleştiri almayı seviyorum. Bu sayede insan kendi kabından çıkarak başkalarının gözüyle bakmayı bir nebze de olsun başarabiliyor.
Ayrıca eleştiri esnasında objektif olmayı başarabilirse -ki bunun çok zor olduğunu biliyorum- kendine birçok yeni yollar açarak ufkuna ışık tutabiliyor.
Yukarıdaki intro’mdan anlayacağınız üzere bu yazımda “Secure Drive” adlı firmanın verdiği havaalanı transfer hizmetinden bahsederek iyi-kötü yanlarıyla eleştirmeye çalışacağım.

Bildiğiniz gibi son birkaç senedir havayolu taşımacılığında Türk Hava Yolları tekelinin sonlanıp rakip firmaların sektöre girmesiyle bu alandaki rekabet ciddi anlamda kızıştı.
Bu rekabetin sonucunda bilet fiyatları dip yaptı. Bununla birlikte diğer ulaşım yollarındaki şirketler de fiyatlarını aşağıya çekmek zorunda kaldılar.
Ve biz bunca zamandır ne kadar pahalıya hizmet aldığımıza mı yoksa şu an ne kadar ucuza gidebildiğimize mi daha çok şaşıracağımızı bilemedik.

Hem bu sayede hem de yeni birçok rotanın açılması sebebiyle birçok Türk vatandaşı uçak ile tanıştı. Daha önce tanışıklığı olanlar ise kullanım tercihlerini diğer yollardan havayollarına kaydırarak neredeyse aynı fiyata uçar hale geldiler.
Üstüne üstlük uçuş ve kredi kartı programlarının mil kazandırma fırsatları sayesinde uçuş masraflarını bedavaya getirenlerin sayısında da ciddi artış oldu.
Ben de hem işim icabı bu sektörün içinde hem de mil puanlara duyarlı bir tüketici olarak seyahat programlarımda ucuz uçak biletlerinin cazibesine çoğunlukla kapılır ve bu şekilde seyahat etmeyi tercih eder oldum.
Burası işin güzel tarafı.

Yalnız havayolu ulaşımında –hele hele sıklıkla gidiyorsanız- değinilmesi gereken başka bir konu daha var ki bunun hesaplı bilet fiyatlarına sekte vurabilecek nitelikte bir sorun olduğu görüşündeyim.
Bu sorunun havaalanına ulaşımdaki zorluklar olduğunu söyleyebiliriz.
Eğer gece tarifesine kalmışsanız veya tek arabaya sığmayacak kadar kalabalıksanız taksi kullanımı hesaplı olamıyor.
Kendi otomobiliniz ile gider ve aracınızı havaalanına park etmek isterseniz 3 günden fazla kaldığınız takdirde otopark ücretleri el yakıyor.
Otomobilini başka birine emanet etmek istemeyenler için yine kredi kartlarının sunduğu Vale hizmeti de bir çözüm oluşturamıyor.
Birinin sizi her seferinde alıp bırakması veya yurtdışındaki gibi kolay, çabuk ve rahatça sizi alana ulaştıracak toplu taşıma araçlarının mevcudiyeti de söz konusu değilse ufağından birazcık içiniz şişiveriyor.
Ama durun şişmeyin.
İşte tam da bu noktada Secure Drive’in transfer hizmeti yardımınıza hızır gibi yetişiyor.

Son model Volkswagen Transporter marka araçları tertemiz, klimalı ve konforlu.
Şoförlerinin hemen hemen hepsi inanılmayacak kadar güzel, bilinçli ve edepli araba kullanıyorlar.
Üstün değerlerde kibar, saygılı ve nazikler. Her durumda hadlerini bilerek “müşteri velinimetimizdir” ve “müşteri her zaman haklıdır” düsturuyla hizmet veriyorlar.
Arabaları ve huyları gibi kendileri de temizler :-)
Ana harterlere hakimler ama bilmedikleri detay noktalar için navigasyon cihazından yardım alıyorlar veya gerekirse sürekli kontakt halinde oldukları İstanbul merkeze bağlanarak adres hakkında süpervizörlük alıyorlar.
Araçta ben şimdiye kadar genellikle tek kişi olarak yolculuk ettim ama 2, bilemediniz 3-4 kişiden daha fazlasını almıyorlar.
Bu servisi kullanan tüm müşterilerin sosyal statüleri yüksek, profilleri düzgün kişiler.
Ücretler tek kişiyseniz taksiye göre daha uygun. 2 veya daha çok kişiyseniz ucuz bile denilebilir. Üstelik taksilerdeki gibi gece 12’den sonra farklı bir tarife uygulanmıyor.
Bence bu hizmette kontrolü en zor değişken zaman.
Özellikle İstanbul’daki öngörüsü sağlanamaz trafik ve de maalesef ki henüz zaman ve toplumun diğer fertlerine saygı kavramı yeteri kadar oluşamamış diğer müşterilere rağmen bu konuda şaşırtıcı derecede başarılılar.
Sizi adresinizden alıp havaalanına götüreceklerse 1 gece önceden cep telefonunuza sms gönderiyorlar ve saniyesini şaşırmadan verdikleri saatte kapınızda oluyorlar.
Havaalanından karşılanacaksanız da valizini aldıktan sonra Call Center’larını arıyorsunuz ve 5-10 dakika içinde sizi alıyorlar.
Bu hizmet İstanbul, İzmir ve Ankara’da veriliyor.
Ben her 3 ili de sıklıkla kullanıyorum.
İstanbul trafiği ve mesafaleri ve İzmir’de özellikle İzmir-Çeşme ulaşımları için bu hizmet ballı börek.
Saydığım bunca olumlu tarafıyla birlikte Ankara koordinasyonunda ciddi problem var.
Özellikle havaalanından karşılanacaksanız her seferinde mutlaka çok rötarlı olarak teşrif edebiliyorlar.
En son geçtiğimiz Şeker Bayramı için gittiğim yolculuğumda İst. Sabiha Gökçen’den Esenboğa’ya 35 dakikada inmemize rağmen alanda bu servisi tam 50 dakika bekledim.
Üstelik Ankara’da yaşadığım bu kabül edilemez ölçülerdeki rötar ilk de değildi. 3’te 3 yapmışlardı.
Bu gidişimde Ankara’da yetişmem gereken bir yer olduğundan -valiz bile beklememek için- el bagajı almış, üstüm başım ve topuklu ayakkabılarımla hazır halde uçaktan inmiştim. Ve indiğim gibi de Shuttle’i aradım.
Aracın alanda hazır olduğunu, 5 dakika içerisinde bana yönlendireceklerini belirttiler.
Bu konuşma üzerine ben de alandan çıkarak kapıda beklemeye başladım. Topuklu ayakkabılarım ve birbirinden ağır 2 el valizim ile birlikte Ankara’nın kararmış ve buz kesmiş akşam soğuğunda...
Bana söylenilen 5 dakika tam 45 dakika olmuştu ve Secure Drive hala ufukta bile yoktu.
Beklemem esnasında arayarak aracın hala gelmediğimi söylediğimde hemen nerede olduğunu öğrenerek bana bilgi vereceklerini belirtmelerine rağmen ne bir daha arayan oldu ne de ekranlarında gözüken cep telefonumu açan.
Ankara’da yaşadığım 3.gecikmede çok net olarak bildiğim gibi 3.kez aynı davranışı sergilemişlerdi. Müşteriye eksik hizmet verdiklerinde ulaşılamaz olmayı erdem saydıklarından olsa gerek...
Tüm satırlarda okuduğunuz üzere bunca zamandır oldukça beğenerek hizmet aldığım Secure Drive firması Ankara servislerindeki düzeltemedikleri sorun sebebiyle oldukça düşük not alıyor.
Bu sebeple ben şu anda Secure Drive’i size methedip, yermekle
Tavsiye edip, şikayet etmekle
Onu hayatımda tutup, çıkartmakla
Hala sevip, kızmak arasında kararsızım.
Bu eleştirimde de yeteri kadar objektif olup olmadığımdan da emin değilim.
Belki de insana hizmet veren bir serviste insani duygularımın işin içine karışması çok da abesle iştigal değil, ne dersiniz?

www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)

Yazı Tarihi: 04 Ekim 2008