29 Haziran 2008 Pazar

Ruhumun Gıdası Müzik


İlk olarak nerede duyup, okuduğumu hatırlamıyorum ama Silent Mob’u sanırım birkaç aydan beri duyuyorum.
Aynı ortamda biraraya gelen insanların, dış ses olmadan, kendi kulaklıklarından dinledikleri müzik eşliğinde dans etmeleri ve parti yapmaları olarak tanımlanıyor. Dinlenilen müzik çoğunlukla ortamdaki dj tarafından yapılıyor ve partizanlar wireless kulaklıklarından gelen bu müzik eşliğinde dans ediyorlar. Dj’lerin olmadığı ortamlarda ise herkes yine kendi MP3’ündeki favori müziğini kendi kulaklığından dinleyerek dans ediyor.
Fikir ilk olarak 1990’larda bir grup eko-aktivist tarafından kalabalık toplulukları orman gibi yerlerde biraraya getirerek doğaya ve hayvanlara zarar vermeden parti yapma sevdasından doğmuş ve özellikle 2005’te Londra’dan tüm Avrupa ve dünyaya yayılmaya başlamış.
Biz de bu Pazar günü Beyoğlu Tünel’de bir grup Silent-Mobber’a ve aktivitelerine denk geldik.
Müzik ruhun gıdasıdır diye boşuna dememişler.
Yaşları bir hayli genç olan bir grup mobber kimseyi umursamaz tavırları ve özgüvenleri ile çok eğleniyor görünüyorlardı. Medeni cesaretlerine hayran kaldım, bravo onlara:-)
Esasen biz Beyoğlu’na akşam Maçka’da gideceğimiz konser öncesi kaynama derecesindeki sıcak havada soğuk birşeyler içerek vakit geçirmek üzere gitmiştik.
Bu akşam, 36.İstanbul Müzik Festivali kapsamında 24 Haziran’da Aya İrini’de sahne alacak Tekfen Filarmoni’nin Dünya Prömiyeri’ni performe edecekleri konserin, konser öncesi son provasını izleyecektik.
Şimdiye dek birçok kez seyrettiğim konserler, prömiyerler, galalardan farklı olarak ilk kez bir konser provası izleyecektim ve bunun için çok sabırsızlanıyordum.
Daha önce Tekfen Filarmoni’yi 1 kere izlemiş ve kusursuz performanslarına o kadar hayran kalmıştım ki sonrasında nerede Tekfen Filarmoni adı duysam dikkat kesilmeye başladım.
Bu sebeple bu seneki Müzik Festivali programında Tekfen Filarmoni’nin de bir konser vereceğini öğrenir öğrenmez bu konsere gitmeyi arzuladım.
Ben gibi sıkı hayran kitleleri çok kalabalık olmalı ki günler öncesinde konser biletlerinin tükendiğini öğrendik.
Birlikte iş yaptığım Tekzen Yapı Market’in yöneticileri, bu yoğun talep sebebiyle kendilerinin konser öncesi yapılacak son provaya davetli olduklarını belirterek beni de davet etme nezaketinde bulundular. Aldığım en değerli davetlerden biri olduğu için hiç düşünmeden kabul ettim.
Orkestra, kurulduğundan beri Saim Akçıl’ın şefliğinde çalışıyor.
Konserde ülkemizin en tanınmış arpistlerinden Şirin Pancaroğlu orkestraya eşlik ediyor. Arp’a kattığı harika yorumunun yanısıra ilk kez bu konserde dinleme ve tanıma fırsatı bulduğum arp familyasından yaylı bir enstrüman olan Çeng’i de performe etti.
İlk perdede Tchaikovsky’nin İtalyan Kapriçyosu ve Dvorak’ın “Yeni Dünyadan” adlı eseri, 2.perde de ise Hasan Uçarsu’nun Davetsiz Misafirler adlı yapıtları seslendirildi.

Ve Tekfen Filarmoni yine tüm konser boyunca beni kendine hayran bıraktı.
Tek kelime ile muhteşem, inanılmaz ve çoook etkileyecilerdi…
Müzik ruhun bu kadar mı gıdası olabilir…

Ve neşesi…
Ve coşkusu…
Ve dinginliği…
Ve hayatın anlamı…

Hayatıma güzellik kattığın için teşekkürler müzik, teşekkürler Tekfen Filarmoni... :)

http://www.iksv.org/muzik/program.asp?EID=16

Yazı Tarihi: 22 Haziran 2008


28 Haziran 2008 Cumartesi

Çın- Çınnnn


Yine o anlardan biri.
Mutluluktan ne yapacağımı, nerelere gideceğimi bilemez haldeyim.
İçki ile aram olsa, ardı ardına onlarca şampanya patlatma zamanı.
Sevinçler paylaşıldıkça çoğalıyor.
Tüm sevdiklerimin sağlığına, mutluğuna, ömür boyu birlikteliğine kadeh kaldırma neşesi içindeyim: Çın-Çınnnn...

Bugün günlerden Cumartesi, değmeyin keyfime.
Sabah sahilde 30C dolaylarındaki havada etrafta denize giren, surf ve yelkenli yapan, benim gibi bisiklete binen, paten kayan, köpeğini gezdiren, çimlerde yan gelip yatan ve ısrarla bisiklet yolundan koşup, yürüyenlerle birarada nefis bir Cumartesi sabahındayız.
Kimse durumdan şikayetçi gibi görünmüyor.
Sevgili arkadaşım Engin’in teşviği ile son zamanlarda bisiklete daha çok vakit ayırır oldum. Temmuz ayına yaklaştığımız bu günlerde, İstanbul sıcağında bisiklete binebilmek için ya sabah erken saatleri ya da akşam geç saatleri tercih etmek gerekiyor artık. Yoksa bu zevk küpü durum, hele hele kondisyonunuz da yoksa eziyete dönüşüyor ki, bu yakıştırmaya asla gönlüm razı gelmez.
Hala kendi bisikletim olmadığından yine Selamiçeşme’deki Yeşil Bisiklet’e giderek adı kiralık ama kullanım sıklığım sebebiyle artık benim zimmetime geçen emektar bisikleti aldım. Yeşil’den dümdüz aşağıya salarak İş Bankası Blokları yanından Fenerbahçe sahiline çıktım.
Sahil boyunca, kah ağır ağır gidip etrafı seyrederek, kah tek başına bir bayanı görüp sıkıştırmaya çalışan 4-5 kişilik bisiklet çetelerinin tacizlerinden zaferle çıkabilmek uğruna yüksek vites, tempolu pedal ile uzunca bir tur yaptım.
Her bindiğimde sürüş mesafemi biraz daha uzatıyorum.
Hele bir de mp3’ümü yanıma almayı unutmasaydım, az kalsın Fenerbahçe’den başlayıp Maltepe’den çıkacaktım bugün...
Ne özgür bir keyif, ne harikulade bir terapi: sahil- müzik- bisiklet ...... her ne kadar geç keşfetmiş olsam da.
Vakit öğlene yaklaşmaya yüz tutup asfalttan yüzüme sıcak vurunca serin, sessiz ve huzur dolu evime geldim. Hafif ama doyurucu öğlen yemeğimi hazırlayıp, yedim.
Belirtmeden geçemeyeceğim: son 2 aydır yaptığım sıkı diyet nihayet sonuç verdi. Şu anda tüm zamanlarımın en iyi yağ, kas, kemik oranındayım ve kendimi oldukça fit hissediyorum.
Diyet başlangıcımda tartıdaki kilom ile yüzleşince ‘yandım Allah’ diyerek kendime hedef koyduğum kiloya az kaldı: 1, 5 kg. Onu da verirsem -ki çok motiveyim, kısa sürede verebileceğimi düşünüyorum- değmeyin keyfime.
Kilo vermek, fit hissetmek, hedefe ulaşmak vs bunlar hiç şüphesiz çok keyifli şeyler ama beni en çok sevindiren dün diyetisyenim ile yaptığımız uzunca sohbette onun ağzından duyduklarım oldu.
Sevgili Aysun Gökçen hnm, bendeki zoru başarma azmini çok takdir ettiğini ve kendisinin gözdelerinden olduğumu söyledi.
Ona gitmeye başladığımda aslında zaten boyuma ve yaşıma göre olmam gereken kilonun ve yağ oranının alt sınırlarındaydım. Birlikte çalışmaya başlarken zor bir işe girdiğimizi, bu alt seviylerde gram gram ilerleyeceğimizi, motive ve kararlı olmam gerektiğini belirtmişti.
Her ne kadar iştah konusunda iddialı isem de kararlılık ve motivasyon konularında da dişli bir karakter olduğuma ispatın zamanı işte gelmişti.
Düzenimi alt-üst eden, yüksek tuzaklı araya giren birkaç seyahatim sebebiyle süreçte ağır gitmiş olsam da hiç pes etmediğim için Aysun hnm’dan duymakla onurlandığım sözlerin ve azmimin karşılığını almanın mutluluğu içindeyim :-)
Kendimden kendime bir kadeh şampanya, sağlık ve mutluluğuma Çın-Çınnn!

Gelelim esas mevzuya...

Aylar sonra bugün, hiç ummadığım, çok umutsuz kaldığım öylesi bir anda;
sabah sporunun yorgunluğu bacaklarıma, öğle sıcağının rehaveti üzerime çökmüş bir halde gazete- kitap- internet üçlüsünde dolaşırken birden bire gözlerimin önünde gördüğüm, gördüğüme inanamadığım, bakmaya kıyamadığım durumdaki mutluluğum tarifsiz.
Bu duygumu anlatabilecek kelime bulamıyorum.
Bunun adına koyabileceğim bir duygu tanımıyorum.
Yüksek şaşkınlık içindeyim.
Ben hiç bu kadar bekleyip sonra da kavuşmamıştım ki, şimdi ne yapılır bilmiyorum :-(

İyi ki... yine yeni yeniden.....
İçimdeki dileğe, sağlık ve mutluluğa Çın-Çınnnn!

Not: Bu yazımın başlığını “Çın- Çınnn” veya “Nasreddin Hoca” koymak arasında uzun süre tereddütte kaldım. En sonunda Çın- Çınnn’ı seçtim. Nasreddin Hoca’yı da bilin istedim, keyif sizin...

Yazı Tarihi: 28 Haziran 2008

26 Haziran 2008 Perşembe

Kırılma Noktası

“Gitme, gitme, n’olur gitme!”
..........................
Derin bi sessizlik.
“Lütfen gitme, n’olursun, bu sefer gönlüm hiç gitmenden yana değil, yalvarırım gitme!”
.......................................................
Az öncekinden daha derin bir sesizlik.
“İçimde kötü bir his var. N’olursun dinle beni. Biliyorsun geçen sefer en çok ben seni yüreklendirmiştim gitmen için ama bu sefer gitmeni, aynı şeyleri bir daha yaşamanı hiç istemiyorum”

Yaklaşık 1 saattir kuzenimle telefonda konuşuyoruz. Olağanca gücü ve ikna kabiliyeti ile beni gitmemem üzere ikna etmeye çalışıyor. Endişesi sesine yansımış. Çaresizliğinin ve çaresizliğimin farkında. Kuyruğunu yakalamaya çalışan kediler gibi. Bir türlü konunun ekseninden uzaklaştırıp çıkartamıyor beni.
Sunacağı hiçbir mantıksal sebebin yolumu kesemeyeceğini biliyor. Cümleleri kısa. Dönüp dolaşıp lütfen ve n’olurlara sığınıyor. Duygu dünyamdan yakalamaya çalışıyor. Korkularımla yüzleştirip beni vazgeçirmek istiyor.
Peki ya ben?
Ne vazgeçecek ne de vazgeçemeyecek kadar yürekliyim. Biri arkamdan üflese basıp gideceğim 1 sn. düşünmeden. Bir diğeri bir saç telini önüme engel koysa Çin Seddi belleyip anında geri basacağım.

“Tamam”
“Tamam mı, nasıl tamam? Bu tonlama hiç inandırıcı gelmedi bana!”
“Peki tamam gitmeyeceğim. Söz”

Yaklaşık 1,5- 2 ay kadar önce abonesi olduğum haber paketinden cep telefonuma gün ortasında pat diye bir sms geldi. Bu haberin 160 karaktere sığan o basit cümleden daha öte derinliği olduğunu biliyordum ama günün telaşesi ile hızlıca okuyup geçtim.
En azından o anlık geçmeye çalıştım.
Gün ilerledikçe arka tarafta ne olduğunu, nasıl olduğunu, hangi sebeple bu noktaya gelindiğini çok merak ederek aklımdan çıkaramamaya başladım.
Ertesi gün ve bir sonraki gün de gazetelerdeki bütün haberler bu konu hakkındaydı.
Kimi gazeteler haberi manşetten, kimileri ise nerdeyse tüm köşe yazarlarının ana başlığı ile vermişlerdi.
Hepsini bütünüyle okudum. Bazılarını birden fazla kez.
Detayları okudukça önceki önyargılarımdan ve ona yapıştırdığım etiketlerden utanarak kendimi ayıpladım.
Bu duruma gelinmeden önce onun hakkında hiçbir şey bilmemiş ve –sanki edebilecekmişim gibi- yardım edememiş olmanın çözümsüzlüğü ile sıkıldım. Değiştirebileceğim birşeyler olmasını diledim, çok geç olduğunu bile bile.
Sebep her ne iseydi “değer miydi ha, değer miydi?” diye ona sordum titreyen gözbebeklerimi ve ağırlaşmış boğazımı zayıflıklarından alıkoymaya çalışarak.

“ ‘Beni çok katlı bir binanın en üstünden atın, üzerimde tek kuruş olmasın. Zemine birkaç kat kala en az 10 milyon dolar derlemiş olurum. Zeminde ise zaten bir güvenlik ağı benim için kurulmuş olur.’ Böyle bir özgüveni vardı.... “ şekline devam eden Milliyet gazetesi başyazarı Güneri Cıvaoğlu’nun haberle ilgili kaleme aldığı yazı en etkilendiğim yazı oldu.

http://www.milliyet.com.tr/Default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=762184&AuthorID=64&Date=03.06.2008&ver=95


Ve çookkk düşünüp, çoookkk kafa patlattım neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede diye?
Onu ve aynı akıbetteki bir çok güçlü, sarsılmaz karakterdeki insanı bu noktaya getiren kırılma noktasının nerede başlayıp nerede bittiğini pek merak ettim. Anlamaya çalıştım, anlayamamak beynimi kemirdi.

Kendi sınırlarımı, kırılma noktalarımı kestirmeye çabaladım.
Gidip gitmemek arasındaki kırılma noktamı...
Kuzenimi 1 saat boyunca yalvartan zavallı egomu...
Başarısızlığın veya başarısızlık yolundaki hiçbir engelin gönülden gelen bazı arzuları asla dizginleyemediğini yine yeni yeniden kavradım.
Bazı zamanlardaki ‘keşke’lerin geç kalınan keşke’ler olmamasını diledim.

Allah taksiratını affetsin Banker Kastelli, keşke böyle olmasaydı...

Yazı Tarihi: 26 Haziran 2008

25 Haziran 2008 Çarşamba

MVP


Üstüme vazife olsun olmasın yapmak istiyorum. Hatta vafize olur hiçbir tarafı olmadığını bile bile yapıyorum. Engel olamıyorum. Parmaklarım kaşınıyor, avucumun içi terliyor, beynim karıncalanıyor.
İnsanım ben de, benim de zaaflarım var. Hem de bol bol; Zaaflar Kraliçesi...
Olsun aşırıya kaçmadığı sürece ben halimdem memnunum. Buzlar Kraliçesi olmaktan iyidir.
Zaaflarıma yenik düşmemeye çalıştığım zamanlarda BuzlarKraliçesi kisvesi altına saklanmak zaman zaman işime yarıyor, böylece dengeliyorlar birbirleri.
Son aylarımın en önde giden zaafı ‘ yazmak’.
Haddimi çoktan aştım. Kafamın üstündeki düşünce baloncuğu, baloncuk olmaktan çıktı sürekli ‘Times New Roman, Regular, 12’ formatında.
Ve bu beni harika hissettiriyor, başa çıkamadığım bir enerji veriyor.
Aşık olduğum zamanlardaki gibi; yemeden, içmeden, başka hiçbir şeye vakit ayırmadan sadece ve sadece onu düşünüyorum: “yeni sevgilim yazıyı.”
Şimdi niye anlattım bu kadar şeyi?
Çünkü etrafımda bir sürü gelişme oluyor ve ben üstüme vazife olsa da olmasa da yazmak istiyorum. Sorumluluk sahibi bir yazar sıfatıyla kayıtsız kalamıyorum duruma :-)
Neler oluyor, neler bitiyor dönen dünyada, benim dünyamda, gelin hepbirlikte bakalım...

06 Haziran’dan beri Euro2008 gündemin başköşesinde. Daha önce hiç bu boyutu ile yaşamadığım ama ilk kez bu sene böylesine şaşaalı ve tefarruatlı yaşayınca acayip hoşuma giden bir gündem.
Bu konuya özel yazılmış birkaç yazım halihazırda olduğu ve görünen o ki daha da olacağı için şimdilik sadece;
“Coşkunu keşfettiğim için çok mutluyum futbol, hayatıma hoşgeldin :-)!” diyerek kendisiyle vedalaşıyorum müsadenizle.
Başka ne var, neyi geride bıraktık yakın zamanda?
Roland Garros!
Bu seneki Roland Garros’un erkekler final maçında “Toprak Kortların Efendisi” Rafael Nadal ile “Tenisin Kralı” Roger Federer karşılaştı.
İspanyol raket Nadal, İsviçre’li ezeli rakibi Roger Federer’i 6-1, 6-3 ve 6-0 gibi ezici bir skorla 3-0 yenerek, set vermeden, üst üste 4. kez şampiyonluğa ulaştı.
Üstelik 28-0′lık bir yenilmezlik serisi yakalayarak efsane tenisçi Bjorn Borg’ün 1978-1981 yılları arası şampiyonluk rekorunu egale etti. Yaşayan efsane Federer ise kazanamadığı tek Grand Slam olan Roland Garros rüyasını bir başka bahara erteledi.
Ben bu maçı, vatandaşları olan Federer'in sıkı fanatiği İsviçre’li 2 arkadaşım ile Fransız kanalında izledim. Yorumlara gerçek anlamda Fransız kaldıysam da benim de gözdem olan Federer’in toprak korttaki hezimeti ve biçareliği maalesef ki dazdavlak ortadaydı.
Şimdi sıra Grand Slam’ın en prestijlisi Wimbledon'da. Turnuva önümüzdeki hafta İngiltere’de başlıyor. Wimbledon Grand Slam turnuvasına elemelerden katılma hakkını elde eden ilk Türk tenisçimiz Marsel İlhan, ilk turda Gilles Muller'e yenilerek ana tabloya girme şansını kaybetti. Hem bayanlar hem erkeklerdeki final maçlarını sabırsızlıkla bekliyorum. Bu sene olmasa da –umarım önümüzdeki sene- Wimbledon’u canlı seyretmenin hayali ile yaşıyorum.
Sporla içiçe hayatımın ezici ağırlığı bu aralar futbola adanmış olarak geçerken, ayrıca yukarıda bahsettiğim gibi az biraz tenis ve bu hafta oynanan NBA finallerine olabildiğince vakit ayırmaya çalışıyorum.
Amerika – Türkiye saat farkı sebebiyle NBA maçları sabaha karşı oynandığı için hiçbirini canlı olarak seyredemedim. Banttan verilen maçlardan denk gelebildiklerim kelimenin tam anlamıyla "ihtişam ve büyü" içinde geçti.
Gözlere ziyafetin, doyumsuz seyirliğin bu kadarı...
Final maçından sonra sabaha karşı uyanıp o maçı canlı seyredemediğime hayıflandım. Kısmetse o da seneye.
NBA'in dev adamları dünyanın en iyi oyuncuları; koskaca NBA’in koskoca -mecazi değil gerçekten koskoca- basketbolcuları. Sporun, mücadelenin, çekişmenin, üstün yaratılmanın, şık ve dudak uçuklatan hareketlerin son noktası.
Bu sene yani 2007-2008'in şampiyonu Doğu Konferansı'ndan Boston Celtics oldu.
Celtics, final serisinin altıncı maçında mücadele ettiği ezeli rakibi Los Angeles Lakers'a 131-92 üstünlük sağlayarak 17'nci kez mutlu sona ulaştı.
22 yıl sonra şampiyonluk kupasını kaldıran Celtics, kendisine ait olan bir final serisinin son maçını en büyük farkla kazanma rekorunu geliştirirken, aynı sezonda 26'ncı play-off maçını oynayarak bir başka ilke daha imza attı.
Celtics’in efsane üçlüsü Paul Pierce, Kevin Garnett ve Ray Allen kariyerlerinin sonlarına doğru ilk şampiyonluk yüzüklerini takarken, Pierce final serisinin en değerli oyuncusu yani Most Valued Player (MVP) seçildi.
Ve tabi ben de düşünmeden edemedim; bunun ne kadar önemli bir ünvan olduğunu, nasıl devasa bir başarı ve takdir edilme nişanı olduğunu.
Ve elbette ben seçecek olsaydım benim hayatımın MVP’si kim olurdu diye.... düşünmeden edemedim :-)
Üstüme vazife olsun olmasın, görüldüğü gibi her konudan kendime bir paye çıkararak düşünüp duruyorum, yazıp çiziyorum :-)

Yazı tarihi: 18 Haziran 2008

23 Haziran 2008 Pazartesi

İzim Dizim

Artık bu dünyada benim de bir izim var.
Yani en azından yıkanana kadar. Yok bizzat kendimin değil; kapı önümün.

Geçtiğimiz Cuma akşamı birçok Cuma akşamı olduğu gibi yine latilokum bir akşam planı içerisindeyim.
Üniversitede kafası en değişik çalışan ve beni/bizi en çok güldüren arkadaşlarımdan biri; Onur’u mezuniyetten beri görmüyorum. Okuldan sonra Amerika’ya gitti, gidiş o gidiş.
Üzerinden bu sene tam 10 yıl geçti bizimki hala ‘yapacak işlerim var daha dönemem’ derdinde. Nasıl olmasın; Broadway’deki ilk Türk oyunu ‘Kanlı Nigar’ı sahneye koydu.....
Şaka değil, ciddi başarı; ayakta alkışlanacak, şapka çıkartılacak cinsten.
Ve bunca zamandan sonra görüştüğümüz Cuma akşamı Aşşk Cafe’nin nefes kesen, deniz üstü, yaz gecesi güzelliğinde bizi 10 senelik Amerika özeti ve Kanlı Nigar detaylarına götüren sohbeti ile şenlendirdi.
New York’ta bir dönem ev arkadaşlığı yaptığı İrem ile birlikte eski günlerini yad etmeye başladıklarında gülmekten yaşaran gözlerimiz ve ardı ardına nöbet şeklinde gelen mide kramplarımız ile niye tüm New York’un o zaman diliminde evlerinden çıkmadıklarını, onlarda yaşadıklarını çok net anlıyoruz.
Sohbet şahane ama saat 9 itibariyle ben yavaş yavaş ‘hadi maça maça’ diye kıpırdanmaya başlıyorum; ‘Hırvat’lar bizi bekler, bekletmeyelim’ Aşşk Cafe’den maçı izlemek üzere 2 adım yürüme mesafesindeki Kuruçeşme Arena’ya geçiyoruz.
Aslında ben her ne kadar damarlarımdaki yüksek debili coşku ve heyecanı sevsem de abartı ve kalabalıktan çoğu zaman hazzetmediğim için bu tarz aktivitelerden genelde uzak durmaya çalışırım ama aynı gece iki ayrı program yapmak durumunda kaldığımızdan lokasyon yakınlığı sebebiyle bu sefer böyle olsun diyoruz.
Kuruçeşme Arena, o akşam tam arena. Yaş ortalaması 29 olan genç ülkemizin gençliği milli takım ve/veya futbol aşkı ile çıldırmış çağlayan ırmak vaziyetinde.
Herkes tek yürek, tek nefes, tek ses.
Herkes futbolcu, yorumcu, hakem, Fatih Terim.
Ülkemizde örneklerine pek nadir rastladığımız ve hasret kaldığımız görüntüler: aynı düşünmek, davranmak bir arada gelen çığlıklar, yuhalamalar, ah’lar, vah’lar, tüh’ler...
Gurur verici, göğüs kabartıcı, yer gök kırmızı-beyaz bir tablo...
İyi ve güçlü hissettiren bir psikoloji.
Çekişmeli, yüksek adrenalin ve stres dolu iki 45’liğin sonunda skor 0-0 ama temiz 3-4 golü yemenin direğinden dönüyoruz.
Allah’ın selameti üzerimizde oynuyoruz, kalemizi sanki melekler koruyor. Uzatmalara kalan maçta aynı mücadele ve şansı koruyabilmemizi diliyorum.
‘Bana yetti bu kadarı, ilk 15 dakikayı kaçırır, 2. 15’i evimde seyrederim’ diyerek arkadaşlarla vedalaşıyorum ve 90 dakika biter bitmez evimin yolunu tutuyorum.
Uzatmalardaki ilk 15’i radyomdan dinliyorum, gol-mol yok, aynı durgunluk, yaprak kımıldamıyor.2. 15 başlıyor. Köprüdeki yol çalışması sebebiyle hala eve varamıyorum. Umutsuz umutsuz kulağım radyoda gözüm yolda giderken bir anda derin bir sessizlik çöküyor.
Spiker sanki tıp oynuyor.
‘Eyvah n’oldu, konuşsana be adam!’
Radyoya bakıyorum gözlerim koca koca, korkulu korkulu, medet umarcasına ...
Ve titrek bir ses “işte tüm umutların yıkıldığı an sayın dinleyiciler” diyor.
Hazırlıklı değildim bu cümleyi duymaya, şu an duymaya, kabul etmek istemediğim ama maalesef ki geri döndüremediğim, değiştiremeyeceğim bir gerçek. Tadım tuzum kaçıyor.
Buraya kadarmış diyorum, oysa daha Viyana’ya gidecektik, heyyt be, yazık! :-(
İçimi yağmur öncesi sıkıntısı basıyor. Oysa eve de yaklaşmıştım, maç penaltılara kalsa ne de güzel seyredebilecektim.
Ağır vasıta ve ‘ateşle yaklaşma’ formatında tıngır mıngır, sağdan sağdan gidiyorum. Daha doğrusu ben oturuyorum boş boş araba kendi kendine gidiyor.
Ve birden ne zaman atak yaptığımızı bile anlamadan atıyoruz bir tane, GOOOOOOLLLL çığlıkları.
Kendimi geçtim, spiker kesin kalp krizi geçirecek diye ödüm kopuyor. Adam tüm alfabesi G-O ve L harflerinden oluşuyormuş gibi sadece GOLLL, GOOOOLLLLLL, GOLLLLLLLL diye haykırıyor. Sanki TEM zıngırdıyor. Yanımdan geçen arabalara el sallamak istiyorum yüzümde gülücüklerle :-)
İşte Allah’ın mucizesi, çıkmayan candan ümit kesilmez diye seviniyorum. Penaltılar başladığında hayatımın en hızlı otomobil parkını yaparak uçan bir sprint atarak eve yetişmeyi hedefliyorum.
Macera burada başlıyor; şimdi görüntünün gözünüzde daha iyi canlanması için aşağıdaki bilgileri uyanık dikkatinize sunuyorum;
Üstümde tril tril uçuşan paçaları çoook bol ve uzun bir pantalon
Ayakkabılar ben deyim 9, siz değin 11 pont
Kolumda 1 kendi çantam, 2 spor çantam
Elimde içinde forma, bayrak vs’den oluşan bir poşet
Diğer elimde ev anahtarı, araba anahtarı
Günün yorgunluğu saçlarımda; kafama spagetti tenceresi tepetaklak düşmüş gibi, önümü göremiyorum.
Arabadan iner inmez olimpiyatlarda start tabancası duymuş kısa mesafe atletleri telaşı ile depara kalkıyorum ve aynı anda kendimi 1.katın balkonuyla eşit yükseklikte hissediyorum, yani öyle böyle değil, çok iddialı yüksek irtifa bir havalanış.
Sonraki yere konuşum ise Rüştü’yü bile kıskandıracak kadar panter.
İşte hayatın 1 saniye içinde değişebildiğine bir örnek de benden.
Yüzüstü yere yapışmış halde kapımın önünde 2.80 yatıyorum. Milim kımıldayamıyorum. Sağ dizim tutmuyor ve hissetmiyor, sanırım bacağım kırıldı. Ben böyle bir acı ömrümde çekmedim. Beyin hücrelerim acıdan adeta uyuşuyor. Çok saçlı olmanın zararını ilk kez görüyorum. Her saç telim ayrı ayrı acıyor ve beynime tek tek acı frekansları gönderiyor. Dakikalar geçiyor ve ben yerden doğrulamıyorum bile.
Az sonra acıdan bayılacağım ve kimsenin ruhu bile duymayacak çünkü istisnasız tüm mahalle maçı seyrediyor. Kendimi yere yapışmış bir böcek gibi hissediyorum.
Oleeeyyyy veya ahhhhhh çığlıklarından yedik mi attık mı anlayabiliyorum. Kalan aklım hala penaltıları izleyemediğimde. Birden sevinç çığlıkları eşliğinde son bir kıyamet kopuyor. Üzerinde pestil vaziyetinde yattığım yerin zangırdaması ile acılı bedenimi bayılmaktan zarzor alıkoyuyorum.
Oleeyyy biz kazandık diyorum, artık ölsem de gam yemem, zaten bir nevi şehit kategorisinde ve gururluyum :-)
2 saniye içinde kornaları duymaya başlayınca şimdi herkesin sokaklara fırlayacağı aklıma geliyor. Zafer sarhoşu biri farketmeden beni ezebilir ya da şu gencecik ömrümün taze baharında bir maganda kurşununa hedef olabilirim endişesi kaplıyor içimi.
Hayırrr ölmek istemiyorum, daha Viyana’ya gidcezzz!
Hala yerden kalkamıyorum ve bu idrakla her yanımı panik sarıyor. Belden aşağı sürüne sürüne kendimi apartmanın içine atıyorum, güler misin ağlar mısın? Şahsen ben her ikisini de yapıyorum.
Ufff canım çok yanıyor ama olsun böyle büyük acıları ancak böyle büyük sevinçler hafifletebilir.
Artık bu dünyada benim de bir izim var; kapımın önüne, bu vatan uğruna akıttığım 10 cc’lik kanım...

Veee tüm bunlardan sonra, böylesine maceralı bekleyişte şimdi sıra Almanya’nın.
Haydi Almanya seni bekliyoruz; kanımızın son damlasına kadar: ‘Kırmızıııııı- beyaazzzzz, ennn büyükkkk Türkiyeee’ diye diye!...

Neslihan, Uçan Kuş :-)

Yazı Tarihi: 23 Haziran 208

Aşk Düellosu (Il Duello Amoroso)


* Durumun çocukluktan çıkıp yavaş yavaş genç kızlığa gittiği bir dönem.
Yüzümde beliren anlamsız ve gereksiz sivilceler bunun habercisi.
Saçlar artık anne taraması ve örgülerinden kurtulmuş ama nasıl durması gerektiği konusunda hiçbir fikri bulunmuyor.
Dergide görülüp, hemen kesilip kuaföre koşulan modelden eser yok. O saçla tavuk musun, hindi mi, kaz mı yoksa kelaynak kuşu mu belli değil. Kusurları minimize etmek için jöleye başvurulmuş ama gel gör ki kafana koyduğun o mübarek şey esas amacından daha çok sanki bir tren çarpmış görüntüsünü yaratmakta pek başarılı.
Dişlere tel bile uygulanacak fazda değil. 18’ine kadar çene yapısı büyümesine devam ettiği için 18’inden önce müdahele edilemiyor.
Üste başa ne takılırsa vaziyet ciddi anlamda endişe verici. O yıllarda moda olan vatkalı bluzlar, saç bandanası ve sallanan kupeler 13-15 yaş grubu için kıyafet balosundan yeni çıkmış görünümü kazandırmakta kusursuz.
Olayı tek ama tek kurtaran durum yaşıtlarıma göre ince ve narin olan fiziksel yapım. Çocukluğumdan sonra beni gören etraftaki büyükler ‘ah ne güzel bir genç kız olmuşsun’ diyemeseler de en azından ‘ah canım ne çıtı-pıtı, narin ve zarif bir genç kız olmuşsun’ diyerek lafı kurtarıyorlar.
Ve bu bile bana dünyalara bedel. O yaşlardan beri kilit kelimem: ‘zarafet’.
Güzellik hem gelip geçicidir hem de izafidir ama zarafet öyle mi...?
Zarafet estetiktir, insanın ruhunu okşar, içini gıdıklar, harika hissettirir. Güzellik gibi birgün elden kayıp giderse ne olacağı korkusu yaşatmaz.
Zarafeti temsil eden birçok şeye hayranlık duymam kendim gibi karakterimin de şekillenmeye başladığı o yıllara denk düşer.
Her zaman bana göre çok sosyal olan ağabeyimin elimden tutup tüm o liseli, üniversiteli arkadaşlarının arasına yerinmeden beni soktuğu dönem ise işte yine bu yıllardır.
Tiyatro, opera, bale, konser, müzikal ne varsa hepsine onunla/ onlarla gidilirdi. Ağabeyimin, kendimi çok değerli ve onun yanında olduğum için güvende hissettiren bu davranışı, kocamaaan arkadaş grubunun neşesi, eğlencesi, ca’nım Ankara’nın birbirinden değerli sanatçılarının sergilediği olağanüstü performansları ve o büyülü zarafet dolu dünya işte benim tüm bu sanat aşkımın tohumlarını oluşturmuştur.
.............................................................................
Ve Aşk Düellosu ...
Böylesine uzunca yazdığım giriş sanırım 36.İstanbul Müzik Festivali’ni idrak ettiğimiz bu günlerde yaşadığım heyecanımı bir nebze olsun ifade etmeme yardımcı olabilmiştir. Bu büyük festival için günler öncesinden hangi konserlere gidebileceğimizi seçerek bilet almaya çalıştık. Fakat 2 kişiden fazla katılımcının olduğu her organizasyonda olduğu gibi ona şu gün uymuyor, bu o konseri istemiyor diye diye sonunda en istediğimiz konserin biletleri tükenmiş cevabıyla kalakaldık.
İKSV’nin organizasyonunu yaptığı bu festival bu sene Aya İrini, Topkapı Sarayı ve Arkeloji Müzesi Avluları, Süreyya Operası gibi büyülü mekanlarda sahne alacak/almakta. Tüm bu mekanların her birinin sanat adına çok etkileyici seçimler olduğuna inanmakla birlikte benim en gözde mekanım hiç kuşkusuz ki Aya İrini.
Topkapı Sarayı Avlusu’ndaki Aya İrini’nin muhteşem akustiğinde performe edilen duygu dolu konserlerin eşsiz etkileme gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple bu seneki festival kapsamında mutlaka en az 1 tane Aya İrini Konseri’ne gitmeyi kendime hedef belledim.
Bu akşam Aya İrini’de katıldığım konseri seçmemde ise de her ne kadar mekan ve takvim uygunluğu belirleyici olsa da yine de oldukça etkili başka bir sebebim daha vardı:
Çok doğru ve klasikleşmiş bir klişe:“Aşk satar”“Aşk Düellosu- Il Duello Amoroso” salt adı ile, görür görmez beni baştan çıkarmaya yetti.
Konser programında :“ 18.yüzyıl ünlü barok bestecisi Handel’in yapıtlarından oluşan bu gecede zamanımızın en ünlü kontrtenoru Andreas Scholl ve opera sahnelerinin genç yıldızı soprano Héléne Guilmette’in ‘Aşk Düellosu’ vokal bir şölen olacak” diye yazılmıştı.
Program notlarında ise seslendirilecek kantat ve sonatların yazılış hikayelerinin 18.yy İtalya’sındaki aşk, ayrılık, kavuşamama ve reddedilme acıları olduğundan bahsediliyordu.
Evet, aşkın sattığı çok doğru ama galiba acılı aşk, kavuşamama, terk edilme, reddedilme gibi aşkı aşk yapan duygular daha çok satıyor.Konser başlangıcı itibariyle salonu hınca hınç dolduran kalabalığı bilmem ama benim beklentim kontrtenor ve sopranonun ihtiras içinde karşılıklı aşk kantatları seslendireceği üzerineydi.İtalyanca sözleri anlayamsam da, konser boyunca tüylerimi ürpertecek aşk, ihtiras, nefret, tutku, yakarış, ateş aradım lakin nafile...
Bu duyguların kıyısına bile yaklaşamadan sığ sularda dolanarak, ellerim bomboş, hissiyatim memnuniyetsiz olarak yüksek beklentili konserimi düşük gerçekleşenlerimle gerimde bıraktım. Böylesine büyülü bir atmosfer, bu kadar büyük bir festival, bu denli ünlü ve başarılı sanatçılar, bu derece güçlü ve heybetli bir konser adı...
Tüm bunlara yazık edilir mi? Yok, edilmemeli.Ben de etmedim.Bünye şartlandı arabeske bir kere...

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Amerika’dan gelip Türkçe müzik dinlemek isteyen arkadaşımız Esenç’i götürdüğümüz Chicago Bulls’ta yana yana söylenen türkünün sözleri “Aşk Düellosu” boyunca, boylu boyunca bendenize eşlik ettiler. Maksat duygu seline kapılmak değil mi, ben de içimden tutturdum bir mırıltı, 'sahnede kantat söyleniyorsa bundan bana ne, benim dağarcığımda içli içli türkülerim var' dedim... :-)

.......................................................

Sana olan duyguları bir bilebilsen
Anlatabilsem, belki severdin...
İçimdeki hasretini bir duyabilsen
Anlayabilsen, belki benimdin...
Sana sevdiğim diyemem yalan yalan yalan yalan
Vallahi yalan, inan ki yalan
Sen karasevdamsın benim duman duman duman duman
Hasretin tüter, içimde yanan
Ah le yar yar yine başımda sevdan
Ah le yar yar geceler kara zindan
Ah le yar yar bir parçacık canım var
Onu da sen al...

Aklıma düştü gözlerin bir bıçak gibi
Ah silah gibi, cehennem gibi
Söylenmemiş türkümdün sen unutmam seni
Unutmam seni, unutamam ki...

http://www.youtube.com/watch?v=Z1aPT_iWu-w

.......................................................

Neslihan, Arabesk

* Yazımın girişi 'Sanat Aşkım ve Bolshoi Balesi' adlı yazımdan alınmıştır
Yazı tarihi: 19 Haziran 2008

22 Haziran 2008 Pazar

Eros

Ne hissediyor insan biri onu deli gibi sevdiğinde...
Ve o ona karşılık veremediğinde?

Karışık.
Zor.
Şaşkın.
Soru işaretli.
Biçare.
Suçlu.
Mahçup.
Durgun.
Üzgün.
Umarsız.
Özgüvenli.
Şımarık.
Ukala.
Aslan kral.

Ve daha niceleri...
Karşıdan aldığı elektriğe, kendi ruh haline, hayatın akışına göre kimbilir daha neler neler.
Peki ya ne yapıyor?
Hiç. Koca bir hiç.
Kendi hayatına devam ediyor. Gerektiği gibi...
O aşkı yok farzederek, yanan yangını bilmezden gelerek, kendini durumdan sıyırarak, yoluna yürüyor.
............................................................................

Ne hissediyor insan birini deli gibi sevdiğinde...
Ve o birisi kendisine karşılık vermediğinde?

Üzüntü.
Değersizlik.
Boşluk.
Hiçlik.
Aşk.
Yapayalnızlık.
İstenmemezlik.
Keder.
Aşk.
Donukluk.
İsteksizlik.
Tatsızlık.
Aşk.
Özlem.
Koku.
Korku.
Bekleme.
Çekip gitme.
Aşk.
Endişe.
Yorgunluk.
Hayal kırıklığı.
Uyku.
Aşk.
Mutsuzluk.
Utanç.
Karamsarlık.
Huzursuluk.
Umut.
Aşk...

Ve daha niceleri...

Karşıdan alamadığı elektriğe, kendi ruh haline, hayatın duruşuna göre kimbilir daha neler neler.
Peki ya ne yapıyor?
Arada kalıyor.
Gidiyor geliyor, dönüyor dolaşıyor, dağıtıyor topluyor, tökezliyor sekiyor, düşüyor kalkıyor, yazıyor çiziyor...
Yolunu bulmaya çalışıyor.
Kendi hayatına devam ediyor. Gerektiği gibi...

Ben sana...
Sen ona....
O başkasına....
O başkası bir diğerine....

Yolu yordamı, sebebi sonucu, doğrusu yanlışı yok bu işin.
Eros bu; akıl sır ermez, laf söz geçmez ki ona...
Dünya aşkın etrafında dönüyor, aşk da Eros’un...

Belki günün birinde Eros’da akıllanır, zora sokmaz kendi işini.
Sen ona, o sana
Başkası diğerine, diğeri o başkasına
Kimbilir....
Biteviye bir umut dünyası.
Yazılan, sarf edilen iki kelime ile, hiç umulmadık bir anda dünya tersine döner belki, kimbilir....

18 Haziran 2008 Çarşamba

Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi

Gün geçmiyor ki kene ısırması veya diğer adıyla Kırım- Kongo Kanamalı Ateşi’nden birilerinin hayatını kaybettiği haberini almayalım.
Genci, yaşlısı; çoluğu,çocuğu; sağlıklısı, hastalıklısı ayırd etmeden ısırıyor namussuz.
Ve ısırdığının kellesini uçurmadan hesaplaşmıyor genellikle.
İşin ürkütücü tarafı ise bu yaratığın gündelik hayatımızda bulunma ve içimizden herhangi birini heran nişan alabilme ihtimalinin olması.
Güneşle yatıp, güneşle kalktığımız ve kırda, bayırda, çayırda çokca vakit geçirdiğimiz bu yaz günlerinde kendimizi eve kilitlememiz olası değil ama en azından acil durum önlemlerini bilmemiz faydalı olabilir. Bu önlemler için biraz araştırma yaparak en uygulanabilir ve anlaşılabilir olanlardan özet bir yazı derlemeye çalıştım.
Daha detaylı bilgi almak isterseniz link'lerini aşağıda bulabilirsiniz.
Sağlıklı günler dilerim.

http://www.kkgm.gov.tr/birim/hay_sagl/Hastaliklar/kkka/Kirim_kongo_Afis.pdf
http://www.kirim-kongo.saglik.gov.tr/H3.pdf http://www.bilkent.edu.tr/~bilheal/aykonu/ay2005/temmuz05/kirimkongo.html

KENELERDEN NASIL KORUNULUR
Keneler Nasıl Tanınır ve Nerelerde Bulunur?
Keneler otlak, çalılık ve kırsal alanlarda yaşayan küçük oval şekilli, uçamayan, sıçrayamayan hayvanlardır. Hayvan ve insanların kanlarını emerek beslenirler ve bu sayede hastalıkları insanlara bulaştırabilirler.
Ülkemiz kenelerin yaşamaları için coğrafi açıdan oldukça uygun bir yapıya sahiptir.
Kene Isırmalarından Korunma
1. Kenelerin yoğun olabileceği çalı, çırpı ve gür ot bulunan alanlardan uzak durulmalı, bu gibi
alanlara çıplak ayak yada kısa giysiler ile gidilmemelidir.
2. Bu alanlara av yada görev gereği gidenlerin mutlaka eldiven, önlük, gözlük, maske ve lastik çizme giymeleri, pantolonlarının paçalarını çorap içine almaları gerekmektedir.
3. Gerek insanları gerekse hayvanları kenelerden korumak için haşere kovucu ilaçlar (repellent)
olarak bilinen böcek kaçıranlar dikkatli bir şekilde kullanılabilir. (Bunlar sıvı, losyon, krem, katı
yağ veya aerosol şeklinde hazırlanan maddeler olup, cilde sürülerek veya elbiselere emdirilerek
uygulanabilmektedir.)
4. Haşere kovucular hayvanların baş veya bacaklarına da uygulanabilir; ayrıca bu maddelerin
emdirildiği plâstik şeritler, hayvanların kulaklarına veya boynuzlarına takılabilir.
5. Kenelerin bulunduğu alanlara gidildiği zaman vücut belli aralıklarla kene için aranmalıdır.
6. Vücuda yapışmış keneler uygun bir şekilde kene ezilmeden, ağızdan veya başından tutularak bir cımbız veya pens yardımıyla sağa sola oynatarak alınmalıdır. Isırılan yer alkolle temizlenmelidir. Mümkünse kenenin tanı için alkolde saklanması uygun olur.

Açık Renkli Giysiler Giyin. Böylelikle, giysilerinizin üzerindeki keneleri kolaylıkla fark
edebilirsiniz.
Günlük Kene Kontrolü Yapın.
Riskli bölgelerde dışarıya çıktıktan sonra el veya boy aynası kullanarak, vücudunuzun her yerini gözden geçirin. Kendinizde ve çocuklarınızda, özellikle aşağıda sıralanan vücut bölgelerini kontrol edin:
• Koltuk altı
• Kulak içi ve çevresi
• Göbek deliğinin içi
• Dizlerin arkası
• Saç ve kıllı bölgelerin içi ve çevresi
• Bacak arası
• Bel çevresi

• Uzaklaştırma işlemi için ince uçlu cımbız kullanın ve kenenin vücut sıvılarıyla olası teması
önlemek için eldiven giyin.
• Keneyi, deriye yakın olduğu bölgeden kavrayın. Ağız parçalarının kopmasına ve deri
içerisinde kalmasına neden olabileceğinden, keneyi bükmeyin ve sarsmayın.
• Yavaşça ve nazik bir şekilde, keneyi, tüm vücut parçaları vücuttan uzaklaştırılıncaya dek,
düz olarak çekin.
• Kenenin uzaklaştırılmasından sonra, ellerinizi su ve sabunla (veya sabun bulunmaması
halinde, alkol içeren el temizleyicileri ile) yıkayın. Kenenin sırıdığı bölgeyi, iyot çözeltisi gibi bir antiseptikle, alkolle veya deterjanlı su ile temizleyin.
• Kızarıklık ve ateş gibi hastalık bulguları yönünden temkinli olun; böylesi bulgular gözlenmesi halinde hekime başvurun.

Eğer Üzerinizde Kene Bulduysanız!!
• Sakin olunuz.
• Bu noktada önemli olan keneyi uygun bir şekilde uzaklaştırmaktır.
• Keneyi çıkarmak için cımbız benzeri bir alet bulun.
• Keneyi tam olarak deriye en yakın noktadan kavrayın. Bu nokta kenenin ağız parçalarına karşılık gelir.
• Cımbızı yavaşça yukarı doğru çekin.
• Bu çekme esnasında keneyi ezip parçalamayın. Çünkü kenenin vücudunda bulunan sıvıda virus olabilir!
• Keneyi vücuttan uzaklaştırmak için alkol, kolonya, oje, aseton, gaz, petrol ürünleri ve benzeri kullanmayın!
Bu maddeleri kullanırsanız virusu alma riskiniz artar. Çünkü kene refleks olarak tükürüğünü bırakabilir.
• Keneyi çıkarma esnasında ağız parçası kopabilir. Ancak bu parça herhangi bir sıvı içermediğinden büyük ihtimalle zararsızdır.
• Keneyi uzaklaştırıktan sonra bölgeyi temizleyip sabunlu su ile yıkayın.
• Daha sonra en yakın sağlık kuruluşuna başvurun!
Unutmayın! Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi olarak bilinen hastalık ölümlere neden olmaktadır.

Yazı Tarihi: 18 Haziran 2008

15 Haziran 2008 Pazar

Beklemedeyiz


Beklemedeyiz.
Nefesleri tuttuk beklemedeyiz.
Uçuşan bir gün olacak yarın.
Sabahın erken saatleriyle 1,5 mio’u aşkın öğrenci ÖSS’ye girecek. Bu sene üniversite kontejanlarının arttırılması ve daha az katılımcı olması sebebiyle sınava girenlerin şansı diğer senelere göre daha yüksek.
Hayat için önemli günlerden biri, zihin açıklığı ve bol şans onlarla olsun.
Ayrıca yarın Babalar günü. Babalar, anneler kadar önemsemiyor olsa da bu günü yine de kutlamak isteyenler atlamasın.
Ve tabi ki günün asıl heyecanı akşama.Yarın akşam Cenevre’de Çek Cumhuriyeti ile millilerimizin oynayacağı final maçında gruptan çıkabilmek için mutlak galibiyete ihtiyacımız var. Hem de ilk 90 dakikada kazanılacak bir galibiyete. Beraberlik halinde maç teke tek penaltılara kalacak ki bunu izlemeye kalbimin dayanabileceğini hiç zannetmiyorum.
Şimdiye kadar Türk Milli Takımı Çek Cumhuriyeti ile karşılaştığı 4 özel maçın 3’ünde yenilip, 1’inde de beraber kaldı, galibiyetimiz henüz yok.
Çeklerin kolay lokma olmadığı yadsınamaz bir gerçek ama psikolojik üstünlüğün bizde olduğu da çok net.
Gözler, İsviçre maçının 2. yarısında olduğu gibi her an sürprizler yapabilen milli takımımızda. Muhtemel 11’imiz açıklandı. Maç anına kadar değişebileceği öngörülen bu 11’de Fatih Hoca'nın macera aramayacağı, daha önce başarısı kanıtlanmış kadroyu oynatacağı konuşuluyor.
Takımımızda sakatlar olsa bile yeri doldurulamayacak, eksik bir favorimiz bulunmuyor.
Benim favorilerim kalecimiz Volkan ve İsviçre maçının 90+2’sinde rakip takımın filelerini gol ile ve bizi sevinç ile havalandıran Arda olmakla birlikte çocukların hepsinin gayretine, inancına ve galibiyet azmine inancım sonsuz.
Otoriteler bu maçın hayli sıkı bir maç olacağı görüşünde birleşiyorlar.
Nefeslerimizi tuttuk bekliyoruz.
Şımartılmak istiyoruz yarın...
Sevinip, coşmak.
Rahat koltuklarımıza gömülüp, elimizde soğuk içecekler, önümüzde cipslerimizle, zahmetsizce sahiplenmeyi beklediğimiz galibiyete kavuşmayı diliyoruz.
Temennilerimiz A milli futbol takımımızın 29 Haziran’da Viyana’da oynanacak final maçına kadar gitmesi.
Olmaz olmaz demeyin, biz Türk’lerin ne yapacağı hiç belli olmaz.
Haydi çocuklar, haydi Türko’lar şımartın bizi, go Türkiye’m, go, goo, GOOOO!

Yazı Tarihi: 14 Haziran 2008
Not: Şu anda 15 Haziran 2008, saat 00:45. İnanılmaz bir maçı yaklaşık 1 saat önce, takımımızın 3-2'lik galibiyeti ile arkamızda bıraktık. Maçın ilk yarısı 1-0 Çek'lerin üstünlüğü ile bitti.İkinci yarı 62. dakikada yediğimiz 2.gol ile morallerimiz ve umutlarımız dip yaptı.
Maçı bırakmayan millilerimiz 75.dakikada Arda'nın golü ile skoru 2-1 yaparak bir anda ümitleri yeşertti.
87 ve 89.dakikalarda Nihat'ın ardarda attığı iki gol ile ise de sevinçten adeta çıldırdık. Gitti denen maçta skor 3-2 bizim lehimize döndü. Heyecandan kalbimiz durmak üzere iken kalecimiz Volkan'ın 90+1'de kırmızı kart ile oyundan çıkarılması solukları dondurdu. 3 oyuncu değiştirme hakkımızı kullandığımız için kaleye Tuncay Şanlı geçti. Maçın son saniyelerinde kalecisiz ve sahada 10 kişi olarak kaldık.
Hiç geçmeyen bu son saniyelerde bir kaza golü yememiz durumunda maç teketek penaltılara kalacaktı ve biz Çek Cumhuriyeti'nin dünyanın en iyi kalecilerinden olan kalecisi Cech'e karşı kalecisiz mücadele edecektik. Şükür, korktuğumuz başımıza gelmeden maçın bitiş düdüğü geldi.
Şimdi sıra 20 Haziran'da Viyana'da oynanacak Çeyrek Final Maçı'nda Hırvat'ları yenmekte.
Haydi Türkiye'm yolun açık olsun...:-)

12 Haziran 2008 Perşembe

Yüzbirdebir

Ağla, ağla, ağla içim çıktı dün gece.
Oysa gayet de orta şekerli bir gün geçirmiştim.
Ondan önceki 4 gün ise bütünüyle harika.
Mutluluğumu bozan, canımı sıkan, tadımı kaçıran hiçbir şey yok. Hatta tam tersi keyfim gayet gıcırında.
Birkaç gündür, seyahatim sebebiyle spor yapamadığım için akşam sevgili hasreti çeken aşıklar misali sporuma kavuştum ve büyük bir huşu içinde harika bir performans çıkardım.
Sonrasında Euro2008 Türkiye- İsviçre maçı var. Gruptan çıkma şansımızın devam etmesi için bu maçı kesin almamız gerek. Sabahtan beri heyecan dorukta, içim içime sığmıyor. Zaten bu sığmamazlık sebebiyle koşu bandında ‘hız- mesafe’ performansımda en iyi derecemi yaparak kendi rekorumu kırıyorum.
Fiziğim yoruluyor ama ruhum bir türlü dinginleşemiyor.
Spor salonumun organize ettiği sinema perdesinde arkadaşlarla maç izlemeye koyuluyoruz.
İlk yarı bol bol top ceza sahamıza, yüreklerimiz ağzımıza gidip gidip geliyor.
Golsuz sonuçlanan 45 dakika sonunda keyfim kaçıyor; “hadi Türko’lar, hadi atın bir goooolll” diye yakarıyorum.
Gerginim ya; sosyalleşmeden, ayaklarımı altıma çekip, bağdaş kurup kanepeme kurulmak için ikinci yarıyı seyretmek üzere eve geliyorum.
O sırada İsviçre’li arkadaşım Francesco’dan sms geliyor:
“Hey sweetheart, I know u’r watching it, w’r enemies tonight, ha? ;-)”
“Olur’mu öyle şey Francesco’cum, we’r friends 4ever, spor centilmenliktir, iyi olan kazansın” tadında bir cvp yazıyorum....
.... ama ne yalan söyleyeyim, biz kazanalım istiyorum hem de tüm kalbimle.
Semih’in golü, Volkan’ın şahane kurtarışları ve en nihayetinde de 90+2’de gelen Arda’nın harika golü ile sevinçten kafam tavana vuruyor.
Haydi Türkiye’m go, goo, goooo çığlıkları ile içimde uçurtma bayramlarını uçuruyorum.

Bu güzel 2-1'lik skordan sonra günü kapama vakti geliyor. Bir hayli yorgun ve uykulu olduğum için yastığa 5 kala uyuyacağımı hissediyorum.
1-2-3 dakika geçiyor tık yok. O tarafa dön, bu tarafa dön, koyunları çitlerden 3-5-15’er 15’er atlat nafile.
Her geçen dakika zihnim beni daha derinlere götürdüğü için uykum daha çok kaçıyor.
Büyük bir sürpriz olarak yaşadığım son 4 günü düşünüyorum. Ne güzel, beni mutlu eden ve unutulmazlarım arasına giren bir hayat tecrübesi olduğunu.
Önümüzdeki günlerimi merak ediyorum. Hayatın bana neler sunmaya hazırlandığını.
İyiler iyi de, kötüler için içim bir hoş oluyor.
Geyikleşiyorum sonra.
Bana küt diye birşey olursa ayakkabılarımı şu kuzenime bırakırım, elbiselerimi bu kuzenime, onumu buna, şunumu ona....
Sonra, karanlıkta görmesem de başucumda duran kitabın kapağı zihnimde beliriyor:
“Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 101 Şey”.
Sanane benim yapmam gereken şeylerden, keyfim ne isterse onu yaparım diye başkaldırıp almamıştım bu kitabı ilk çıktığında ama sonra sevgili abim bana hediye edip, okumaya başlayınca bunca zaman okumadığıma hayıflanmıştım.
Kitap çoktan bitti ama ara ara bakmak için başucumdan kaldıramıyorum.
Ve bunca zamandır başucumda duran, okuduğumca gayet keyif aldığım hatta başlığı ile bana yaşama sevinci aşılayan bu kitap, koyunları saydığım bu gecenin kör vaktinde beni ucu bucağı belli olmayan bir tedirginlik, huzursuzluk denizine atıyor.

Yaşadığım bunca dolu dolu güzel günler
Eşim, dostum, tüm sevdiklerim, ailem
Sevdiğim işim, sevdiğim evim, sevdiğim hayatım
Hayallerim-hayalkırıklarım, gel-gitlerim, yaptıklarım-yapamadıklarım...
Allah hepinizden razı olsun....
İyi ki hayatımda vardınız da....
Ya birden bire bana birşey olursa
Ya tüm noktalama işaretlerimi hoyratça harcamış ve son noktaya gelmişsem
Ya söz sırası “Sahne!” nin değil de “Perde!” ninse....

Üzüntüden kahroldum
İkigöz iki çeşme,
İçimdeki 101’in kabuk bağlamayan 1’lik ukdesi ile omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaktan alıkoyamadım kendimi.

Affedin beni, çok ağladım, çok üzüldüm, yazmak istedim...
Not: "Ağla, ağla açılırsın" lafı boşa değilmiş. Ağladım, ağladım açıldım; hem de kabakçiçeği gibi. Bugün tüm günüm oldukça hoş sada geçti. Akşam katıldığım 'Müzik Dinletisi' de ferahlamış ruhuma cila çekti. Merak edip, kaygılanan arkadaşlara duyurulur, canımsınız...:-)
Not2: Yazım bugünün sabahında, notum ise ertesi güne bağlandığım gece yarısında yazılmıştır.
Yazı Tarihi: 12 Haziran 2008

11 Haziran 2008 Çarşamba

Oh beeeee!


Son birkaç gündür yurtdışında olduğumdan Türkiye gündemini kaçırdım.
Dün sabah gelir gelmez açtığım televizyondaki görüntülerle de dakika bir perişan oldum. Keza aynı gece de...
22 aydır cezaevinde olan babasını öpmek, ona sarılmak isteyen Oğuz’a jandarma izin vermiyordu.
Elleri kelepçeli, 2 kolunda jandarmanın ite kaka polislere teslim etmeye çalıştığı babası kafası arkada, yüzü kederli, gözleri buğulu gerisinde kalan Oğuz’a ulaşmaya çabalıyor;
7 yaşındaki Oğuz da ensesinden tutan jandarmadan kurtulmaya debelenirken canhıraş bir şekilde babasına ulaşmak için uğraşıyordu.
Hiçbir görüntü bu kadar dramatik değil...
Offf dayanamıyorum ben bu sahnelere, göstermeyin bana, içim eziliyor....
Sonrasında gazetelerden okuduğum konunun sebebi:
Resmi nikahlı olmayan anne babası sebebiyle Oğuz’un soyadı babasıyla tutmuyor ve sadece 1.derece akrabaların görüşme izni olduğu için görüşmelerine izin verilmiyordu.
Nihayet bu sabah Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in özel izniyle Oğuz’un babasına kavuştuğu ve sarılıp öptüğünü görebildik.
Salt bu kavuşma anı da en az kavuşamama anı kadar acıklıydı bana göre.
Etraflarını sararak görüntü almaya çalışan onlarca gazeteci, flaş baba- oğulu rahat bırakıp doyasıya sarıltmadılar ki...
Yine de içime su serpildi, oh beee, bu ülkede adalet varmış meğer.
Ben de Sayın Bakan’a mektup yazıp maruzatımı bildirsem işe yarar mı acaba diye düşünüyorum...
Yazı Tarihi:11 Haziran 2008

4 Haziran 2008 Çarşamba

Ev halleri




Son bir haftadır ev cümbüş curcuna.
Pazar yerine ilaveten bayram yeri karmaşası; son sürat dört nala şahlanmış, almış başını gider vaziyette.
Bizimkiler geldi.
Ankara’dan annem, kendi ve taşıyamadığı bir dolu valizi ile...
Valizleri dolduran üst baş filan değil; getirdiği içgüveysinden hallice kayıt dışı toptancı hali.
Gelinen yer Ankara, geldiği yer İstanbul, valiz içi çeşitli muhteviyatın ikram edileceği “gurbetten geliyorlar, özlemişlerdir” dediği Arabistan çölleri değil Avrupa’nın başşehrinden gelenler :-)

Diğer bizimkiler; yurtdışında yaşayan abim, yenge ve 5,5 yaşındaki ikizler Alp ve Zeynep.
Bu sene yapılan program diğer senelerden biraz daha farklı.Abim ve yengem evliliklerinin 10.yılını kutlamak üzere başbaşa romantik bir tatil planı içindeler ve çocuklar bize sepet.
Yalnız ufak bir sorunumuz var;
Bu iki dünya şirini bir araya geldiklerinde voltranı oluşturarak etrafa Hiroşima şiddetinde zararlı olabilme gücünü yaratabilme yetisine sahipler.

Hala, yani onların deyimiyle Nestle veya Nesquik tüm gün işte, sabah 7- akşam 7 ondan hayır yok.
Babaanne var gücüyle dirense bile max 3 saat sonra kadıncağız isyan bayrağını çekiyor. Güçlerin birleştirilmesi amacıyla Ankara’daki anneanne de İstanbul’da yaşayan teyzeye çağrılıyor. Teyzede biri 8, diğeri 2 yaşında iki bomba delikanlı.

Durumun biraz karışık olduğunun farkındayım. Baştan toparlayacak olursam kısaca şöyle:
5,5 yaşındaki yeğenlerim Alp& Zeynep’in 1 haftalık Türkiye ziyareti sebebiyle, tek kişilik mütevazı hayatım biranda;
Babaanne, anneanne, teyze, enişte, 8 yaşındaki Kerim ve 2 yaşındaki Doruk’la içiçe geçen bir haftaya dönüşüverdi.
Diğer tarafta da takviye güç ba’abında, 3 sokak ötemde yaşayan kuzenim Dila ve onun 8 yaşındaki kızı İlayda 911 misali her an göreve çağrılma bilinci ile 24 saat telefonun diğer ucundaydılar.
Onlar gelmeden önce bu kadar insanın yeme içme, yatma kalkma, aktivite aksiyon, kalma gitme, lojistik psikolojik her durumu gözönünde bulundurularak planları yapıldı.Kendimizce her duruma hazırlıklıydık.
Mutfak ve buzdolabı tıka basa. Yatak, yorgan, yastık, nevresim, battaniye, havlu ne varsa kolalandı, yumoşlandı, gıcır gıcır, pırıl pırıl.
Tabak, bardak, çanak hızlı geri dönüşümle adet olarak bizi kurtarır.
Hediye oyuncaklar da tamam.
Hazırız.
Ve geldiler, ta tammmm.
Tüm aile bir aradayız: öpüş koklaş, sarmaş dolaş. Cümbür cemaat, gırgır şamata gırla.
Aile olmanın en güzel yanı; uzun kahvaltılar, şenlikli yemekler, arabada kucak kucağa gitmeler, birbirine verilen havadisler, her kafadan çıkan sesler...
Evde çift kale futbol maçları, şarkı söyleyen ve dans eden oyuncak bebeği 1500 kere kurup kurup karşılıklı dans etmeler, dvd kavgaları, banyoya kim önce girecek kovalamacaları... hepsini doyasıya yaşıyoruz.
En bal-kaymaklısı da haftaiçi birgün işi kırıp çocuklarla yapılan havuz sefası.
Her yanda çığlık, kahkaha, bitmeyen bir giydirme soyma, güneş kremi sürme, şapka takma, uyuma uyandırma, duş aldırma seromonisi.
Bu 1 hafta ne zaman geçtiğini anlayamadan bitti bile.

Bugün itibariyle herkesi uğurladım.

Evim şu anda en çok neye benziyor biliyor musunuz?

Cevap veriyorum: "Horoz dövüşü arenasına".

Teftiş gelse minimum 1 sezon kapatma cezası yiyebilecek vaziyette.
Eh laf aramızda çok da itirazım olmaz, durum o ki; ancak kendimize gelecek gibiyiz :-)

Neslihan, Dağılmış
Yazı tarihi: 03 Haziran 2008

2 Haziran 2008 Pazartesi

İstanbul- Hayatım ve Şehrim


Deli bir şehir bu İstanbul.
Zır deli hem de.
Eserikli, üfürüklü, yanmış balatalı, iş göremez ehliyetli ne ararsanız var.
Sağlam kalmak mucize.
Hatta yok öyle birşey, namümkün.
Sağlam kalmak istiyorsan topla tası tarağı bi zahmet başka şehire.
Olayın Camel Trophy’de gibi sınırları zorlamaksa buyrunuz zatıallerinizi ogs'den geçirelim.

Ben hemen başta, peşinen, erkekçe, hepinizin huzurunda itiraf edeyim de içim rahat olsun:Ben de delirdim....
Ucundan azcık filan değil hem de; bol ‘R’ li, zırrrrr deli.

Bahtı kara Ankara’mdan bu 7 tepeli şehre taşınalı 8 senede arşınlarca boyut değiştirdim.Tevekkelli boşuna değilmiş geldiğim ilk senelerde tanıştığım her İstanbul’lunun dakka bir bana “sen Ankara’lımısın?” diye sormaları.
Bu soruya şaşar, “anlımda mı yazıyor, nasıl anlıyorlar?’ diye merak ederdim.Ve şimdi yine boşuna değil her Ankara’ya gittiğimde ordaki eski arkadaşlarım, akrabalarımın bana “sen tam İstanbul’lu olmuşsun” demeleri...

Ankara’lıların alnında yazmaz ama uzaktan uzağa bir çekinik edaları vardır.
Vur ensesine al ekmeğini görünüşleri yetiştirilmelerindeki ahlak ve edebdendir.
Henüz cengaverleşmemişlerdir ve cüretkarlık orada prim yapamaz.
Had bilme hat safhada olup, hak yemekten imtina ederler.
Adam kayırma, kandırma, kendini üstün diğer herkesi geri sayma yuhalanır.
Örf, adet, gelenek, görenek, usul, adab, günah, sevap, vatan millet sevgisi, Allah korkuları vardır.
İpini koparan herkesin gelip yaşadığı bu deli Constantinople gibi yozlaşmamıştır...

Böylesine kayışı kopmuş dev megapolde var olmaya çalışmak öyle zor ki; bazen akıllı kalmak mı yoksa deli olmak mı daha seçilesi bilemiyorum...

99 depremiyle hayatımıza giren ve o günden beri ha bugün ha yarın oldu olacak beklenen büyük deprem gündelik hayatımızdaki tedirginliğin baş köşesinde.
Üst kattaki çocuk biraz hızlı zıplasa veya yoldan biraz büyükçe bir kamyon asfaltı zangırtadarak geçse ağzımız kalbimize geliyor; “eyvah, deprem oluyor!” diye yere atıyoruz kendimizi.
Paranoyak bir durum ama maalesef ne kaçışı var ne çaresi...
En az deprem korkusu kadar kaçışı olmayan bir diğer durum da hırsızlık.
Evine hırsız girmeyen kalmadı gibi bişey. Ne çelik kapı, ne güvenlik, ne camlara demir parmaklık hiçbiri fayda etmiyor. Kapıdan bacadan, dereden tepeden bir yolunu bulup giriyorlar.
Din, iman, vicdan denen şey zaten hiç kalmamış. Hepimizin tek duası “evime hırsız girmesin” değil, “bare ben evdeyken girmesin”diye...
Hırsızlıktan da nasibinizi almadıysanız arabanız, herhangi bir eşyanız,çantanız ya da cüzdanınız çalınmıştır yahut her saniye çaldırma stresi ile içiçe yaşıyorsunuzdur.
Kapkaça değinmiyorum bile zira bu konu çoktan banalleşti. Direnmeden, kuzu kuzu ellerimizle çantamızı teslim edeceğimizi cümle alem biliyor. Bir, içinde zeytinyağlı sarma taşımadığımız kaldı, ikramın böylesi...
Cinnet geçirilen trafikte tüm hayat kalitemizin sinirlerimizle birlikte dibe vurduğu yetmiyormuş gibi üstüne bir de otopark sorunu var. Herkes mafya, made in Sicilya- Corleone modeli, para versen de arabanı çiziyorlar ve kavga ediyorsun vermesen de.
Madem öyle araba kullanmayalım.
İyi de toplu taşıma diye birşey var mı bu şehirde?
Kimse kimseyi kandırmasın yok öyle birşey. Var olanlar için de bu denli çarpık bir işletim/ yönetim rol model olarak ödül almaya aday.
Zaten onlara ben toplu taşıma değil toplu istifleme diyorum, içler açısı...

Aaaa bi dakka, herşey bu kadar kötü mü? Hiç iyi birşey yok mu bu ca’nım şehirde?
Var elbette; mesela taksi ücretleri oldukça hesaplı. En azından diğer şehirlere göre hiç fena sayılmazlar.Yalnız burada da taksi şoförü unsuru ciddi problem.

Geçtiğimiz gün sürekli gelip gittiğim güzergahta bir taksiye bindim. Daha doğrusu iş çıkışı saati olduğu için karşıya geçmeyen onlarca şoför tarafından refuze edildikten sonra biri tarafından taksisine alındım.
Ben içimden, sanki hayrına götürüyormuş gibi taksicinin merhametine karşı pozitif duygular beslerken meğer o ince hesaplar, çok daha farklı hinlikler peşindeymiş.
Geleceğim yere vardığımda taksimetrenin her zaman ödediğimin tam 2 katı yazdığını hayretle gördüm. Şoföre bunu söyleyip taksimetresinin bozuk olabileceğini belirttiğimde ise kızılca kıyamet koptu. Defalarca kez taksiyle gelip ne kadar tuttuğunu kuruşu kuruşuna bildiğim yolda bu bedelin üzeri bir para ödemeyeceğimi belirttikçe, o, adam kandırmadaki başarısızlığını edepsizliği ile bastırmaya çalıştı. Dakikalar süren tartışmamız ağıza alınmayacak terbiyeden yoksun sözlerinin yüksek volume bağrışmalara dönmesi ve sinirden damarlarının yüzünden, gözlerinin yuvalarından fırlamasıyla ve en son da koltuğundan inip üzerime yürümesi ile devam etti.
Bu zıvanadan çıkmış hali yetmiyormuş gibi yalanının belgesi yazdığı fişi elimden zorbaca çekmesi sonrası gazı topuklayarak uzaklaşması tam da bir bayana kaba kuvvet kullanan adamın mertliğine yaraşır haldeydi!

Deli bir şehir bu İstanbul.
Zır deli hem de.
Eserikli, üfürüklü, yanmış balatalı, iş göremez ehliyetli ne ararsanız var.
Sağlam kalmak mucize.
Hatta yok öyle birşey, namümkün.
Sağlam kalmak istiyorsan topla tası tarağı bi zahmet başka şehire.
Olayın Camel Trophy’de gibi sınırları zorlamaksa buyrunuz zatıallerinizi ogs'den geçirelim.

Sağlam kalmanız dileğiyle

Neslihan, Karamsar
Not: Bahsi geçen taksinin plakası 34 TBJ 22 (Cihangir Taksi Durağı'na ait olduğunu söyledi ama aradığımda bu plakanın onların arabası olmadığını bildirdiler)

Yazı Tarihi: 29 Mayıs 2008

Mutluluk Tarifleri (Pakize Suda)

Pakize Suda'nın 31 Mayıs 2008 tarihli Hurriyet gazetesindeki 'Mutluluk Tarifleri' başlıklı yazısını çok beğendim ve okumayanlar için burada sizinle paylaşmak istedim.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=9064283&yazarid=33


Mutluluk tarifleri

Akşam oluyor, eve dönüyorsunuz. Pencereniz ışıklı. İçeri giriyorsunuz sofra kurulmuş. Herkes iyi.
*Üç gündür aklınız başınızda değil. Bir test sonucunu bekliyorsunuz. Zaman geçmek bilmiyor. Nihayet... Yaşasın!
*Sabahın erken saatleri. İstanbul sessiz. Boğaz'ın kıyısındasınız. Bir şilep geçiyor, bir martı bağırıyor, bir karabatak suya dalıp çıkıyor, bir motorun sesi geliyor.
*Ayrılığa alışmaya çalışıyorsunuz. Zor. Köprüleri tam atmamışsınız henüz. İçinizde bir umut, gözünüz kulağınız telefonda. "Bip bip"... Beklediğiniz mesaj geliyor.
*Okuldan geliyorsunuz. Evde poğaça kokusu. Anneniz sesleniyor. "Limonata da var."
*Arabada gidiyorsunuz. Yaşadığınız şehir arkada kalmış. Sağınızda solunuzda çiçek açmış ağaçlar, uzakta yemyeşil tepeler, aralarda kırmızı damlı beyaz badanalı küçük evler. Bir kır kahvesine yanaşıyorsunuz.
*Uyanıyorsunuz, içeriden kızarmış ekmek kokusu geliyor.
*Koltuğa yayılmışsınız. Elinizde sizi çok sarmış olan bir kitap. Yanınızda kahveniz.
*Tatile çıkmaya iki gün kalmış.
*Birazdan sevgilinizle buluşacaksınız, kendinizi çok güzel buluyorsunuz.
*Doğduğunuz şehre gidiyorsunuz birkaç günlüğüne. Anneniz babanız mutlu. Yeniden çocuk oluyorsunuz.
*Galiba o da size karşı ilgisiz değil.
*A! Ağrı kesildi!
*Belki on yere CV'nizi bıraktınız. Ama tık yok. Tam bu topraklara sitem etmekteyken bir telefon!
*Bir hasta ziyaretinden dönüyorsunuz. Hastanenin kapısına çıktığınızda derin bir nefes alıyor ve hayata doğru yürüyorsunuz.
*Elinizde bira, dev ekranda maç seyrediyorsunuz. Üstelik sizin takım 2-0 önde.
*Hava buz gibi. Donarak geliyorsunuz eve. Ocağın üstünde çaydanlık!
*Bir el ensenizde, şakaklarınızda, sırtınızda, omuzlarınızda dolaşıyor. Gevşiyor, gevşiyorsunuz. Uyumak üzeresiniz.
*Bir yaz günü, yeni yıkanmış, çiçekleri sulanmış, denize bakan balkonda sofra kuruyorsunuz. Bir içeri, bir dışarı...
*Çocuğunuzun üç gündür düşmeyen ateşi düşmüş.
*Kapı çalınıyor. Açıyorsunuz. O!
*Onu ilk kez görüyorsunuz. Camın arkasında, minicik, pembe, uyuyor.
*Uyanıyorsunuz, aklınıza geliyor, "Bugün pazar." Yeniden uyuyorsunuz.
*"Oğlum doktor" diyorsunuz.
*Böyle yüzlerce "an" sayılabilir. Ne kolay olduğunu gördünüz mutlu olmanın. Herkes gün içerisinde defalarca mutlu hissedebilir kendini. Maksat farkına varmak elbet. İdrak etmek.
Ha, ama sizin kafanızda "büsbüyük" tarifler varsa onu bilemem. İşiniz zor.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=9064283&yazarid=33