8 Şubat 2008 Cuma

Huzur

Huzur....
Yaktığım tütsüde arıyorum huzuru.
Yanı başımda milim milim yandıkça ateşine daldığım ‘lavanta’ kokulu tütsüm bana huzur vermesi için.
Kokusu burnumdan ruhuma geçerek dinginleştiriyor beni.
Huzur, huzur, huzur...
Evim: huzurum, huzurum: evim.

Koşuşturmacalı ve yorucu bir Cumartesi’nden sonra nispeten daha sakin geçmekte olan Pazar’ımda 2 aile ziyareti, uzun zamandır gitmeyi planladığım dünyaca ünlü fotoğraf sanatçısı Andreas Kursky’nin İstanbul Modern Sanat Müzesi’ndeki sergisini son gün görebilmiş olma ve aylardır beklenen F1 İstanbul ayağını baştan sona izleyebilme sonrası hem hepsini yapmış olmanın hem de evime kavuşmuş olmanın huzuruyla masamda yazımı yazıyorum.
Pazar gazetelerimi aldım, az sonra hızlı başlayan günümü sakinleştirmek için radyomdaki dinlendirici müziğimle hepsini hatmetmeye başlayacağım.

Bazen ne kadar da iyi geliyor hayat hengamesinde farkında olmadan atladığım huzuru bir es vererek içerimden çıkarmak.
Bendeki bene gitmek, yaktığım tütsüde aradığım huzura kavuşmak.
Dinginlik, sakinlik....
Yalınlık, yalnızlık...

Hayatı bir süreliğine de olsa dondurabilmek ve orada kalmak.
Gözlerimi kapatıp çalan müziğe teslim olarak aklımı boşaltmak.
Diyaframımdan aldığım derin nefesleri boşaltırken tüm negatif enerjiyi çıkartıp en pozitifinden iki katıyla geri almak.
Baharın başlayıp, yazın gelmeye koyulduğu zamanlarında cumartesi sabahı erken saatlerde güneş alan, yerden tavana camlı bir odada yoga yapmak veya ibadet etmek...
Yogadaki ‘çocuk pozisyonu’, ibadetteki ‘secde’de içe dolan huzur...

Hayatın tadına doyulmaz nimetlerinden oluveriyor çoğu zaman; insanın iç huzuruna kavuşup, bir tütsünün dumanıyla güneşi(ne) yaklaşması... :-)
Güneşin merkezinde kalıp doyasıya yaşaması...:-)

Yazı Tarihi: 26 Ağustos 2007

6 Şubat 2008 Çarşamba

Nefesimi Kesecek Anlar

Oldum olası yazıyı, yazmayı, birilerinin yazdıklarını okumayı sevmişimdir. Kendimi ifade edemediğim noktalarda nefesim; ifade etmekten kaçtığım yerlerde elim ayağım olur benim yazı. İfadesiz, kifayetsiz kaldığım zamanlarda ise sesim, kelimelerim...
Her ne kadar iletişimde vücut dili, göz kontağı, ses, nefes, gülüşün önemini, gücünü bilip bunların nüanslarını yaşamayı çok sevsem de yazının bendeki yeri bambaşkadır.
Çünkü yazarken ben konuşurkenki gibi anlık duygularıma yenilmiyorum. Düşüne düşüne, sindire sindire yazıyorum. İki düşünüyorum, bir yazıyorum. Aklımın ve gönlümün aslında dün, bugün ve yarın söylemek istediklerini şimdiki zamana geçiriyorum.
Hem tüm bunların kalıcı olmasına bayılıyorum. Üstünden zaman geçtikten sonra dönüp okuduğumda, o duyguların tek tek gözümde canlanması hele hele bazılarını bir bir tekrardan yaşamak nefes kesici bir durum benim için.
Kimi yaşadıklarıma ne de çok yabancılaştığımı görüyorum: renkler solmuş, detaylar kaybolmuş, ağır ağır flashback oluyor. Demek ki diyorum ‘yavanmış’ bu yaşadığım. Bende hiç iz bırakmadığına göre beni sıyırıp geçmiş, yaşanmış bitmiş, tükenmiş gitmiş, oracıkta kalıvermiş. İyi ki yazmışım yoksa çoktan unutuverecekmişim, nokta.
Kimi yaşadıklarım ise bu hafifliğe taban tabana zıt. ‘Daannnnn’ diye içime işliyor. Okudukça, görüntüler tüm detayları ile hafızaya geri geliyor, zaten hiç gitmemişler ki. Yüzler, sesler, kokular, iklimler, ruhtaki iniş çıkışlar hepsi burada. Aynen yaşanıyor tekrar birer birer. Kahkahaların sevinci içime işliyor, hüzünler yüreğimi burkuyor. Kalbim az öncekinden daha hızlı atıyor, nefesim bile şimdi daha soluk soluğa. Bir yandan sonunu çok merak ettiğim bir romanı okur gibi gözlerim satırlarda peşi sıra kayıyor diğer tarafta da daha önce okuyup sonunu bildiğim bu romanın detaylarını tekrar yaşayabilmek için sindire sindire, nazlana nazlana geçiyorum satır aralarından...

Adam akıllı yazı yazmaya ilaveten not tutma ve belge arşivlemeye de önem veriyorum. Kısa geçmişli akıl çalkantılarımda notlar, uzunlarında ise arşivimdeki belgelerde aradığımı bulmak kalemime güç katıyor.

Hayata bakışımı değiştiren ve benim için özel kitaplardan biri olan Suna Kıraç’ın ‘Ömrümden Uzun İdeallerim Var’ kitabında Suna Kıraç ve Vehbi Koç’un baba-kızdan öte patron çalışan ilişkisine dair her ikisinin de arşivinden alınmış birçok mektup ve not bu duygumu kat kat beslemişti.
Ayrıca bu kitaptan yola çıkarak sonrasında okuduğum Can Dündar’ın derlediği ‘Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç’ kitabında da not tutmanın, arşivlemenin ve yazılı belgelerin önemine hayret ve hayranlık içinde şahit olmuştum.

Kitap okumanın yanısıra son yıllarda hızla yayılan ve önceleri benim gibi yazdıkları sadece hatıra defterleri sayfalarında kalan ama artık günümüzdeki teknoloji sayesinde herkesle paylaşılabilen blog’lar ve web sitelerini de olabildiğince takip eder oldum.
Uzun zamandır çok severek takip ettiğim Devletşah’ın ve Fikiratölyesi’nin sitelerinde bir nevi bir oyun başladığını gördüm.

Fikir atölyesinin yazarı Tunç bayıldığım bir yazı yazmış:

“ Nefesimi Kesecek Anlar” başlıklı ve şöyle devam etmiş;

Zorlandığım bir liste yapıyorum son bir iki gündür. İlk başta kolay deyip, sonra öyle olmadığını anladığım…

Ve bu listeyi 3 alt başlığa ayırmış:


1) İşte bunlar, bakalım kaç tanesi gerçek olacak
2) Hemen yapabileceğim halde yapmayı neden beklediğimi bilmediklerim
3) Fantezi, bir daha dünyaya gelme şansım olsaydı


Dediği gibi ilk başta insan hemen alt alta yazacakmış gibi hissediyor ama başlıklara sadık kalmaya ve yazıya dökmeye çalışınca ı-ıh hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor.
Ben bu listeye bayıldım. Zaten uzun zamandır yaptığım kendimce anlamlı ve özel birkaç listem vardı. Şimdi bir de bunu ekleyip her sene sonunda muhasebesini yapıp, diğer sene başında da yeni maddelerle revize edeceğim.
Umarım sene sonrasında üstü çizili olanlarım çizili olmayanlardan daha çok olur.
Bu liste henüz yapmaya başlamadan başlığıyla dahi vurdu beni. Düşünürken bile nefesim kesiliyor. O yüzden zaten aklımda olan bir çırpıda çıkacakların dışındakileri acele etmeden yazacağım.
Ve bittiğinde burada yayınlayacağım.
Bence siz de bu süre zarfında kendi listenizi hazırlamaya başlayın. Düşüncesi bile içinize atom karınca kaçmış hissini yaratmaya yetiyor :-)

Yazı Tarihi: 6 Şubat 2008

3 Şubat 2008 Pazar

İlişkiler

İlişkiler...
Herkesin, herkesle ilişkisi ne kadar da zor. Ya da zorlaştırmayı, zor yaşamayı ne çok seviyoruz. Ne çok sevgi, duygu yoksunu herkes. Bu ne bencillik, vurdumduymazlık, hedonizm...
Kızıyorum bu duruma. Veya hayıflanıyorum, endişeleniyorum diyelim. Kızmak fiilini durumun içerisinde kendim olduğum zaman kullanmam gerek. Oysa ben –ailem dışındaki- hiçbir ilişkimde durumu kızacak kadar zor bir biçimde yaşamıyorum zaten. Benim birşeye gerçekten kızmam çok zordur. Eğer gerçekten kızacak hale gelmişsem zaten o ilişkiyi artik yaşamıyorumdur. Aslında bu raddenin çok, çok, çok öncesine gelmeden ben zaten yarayı koparıp atmışım demektir. Benim koparıp atamadığım hiçbir zaman için ilişkiler değil, o ilişkilerin ardındaki bana kalan kangrenler olmuştur.

Başkaları ise –ki kendini onun yerine koyduğunda herkesin anlaşılabilir bir hikayesi var bana göre- ilişkinin kendisi kangren olduğu halde bırakıp gidemiyor, gitmiyor. Yıpratmayı, sonuna kadar tüketmeyi istiyor, bunu seviyor, bilinçli olarak seçiyor.
Olacak iş mi insanın bir zamanlar ‘canım’ dediği birine 3-5 vakit sonra ‘canın çıksın’ demesi. Gözünden sakındığı birinin göze gelmesine sebebiyet vermesi. ‘Sevdiğim’ dediği birine nefretini kusması. Dur durak bilmeden ardı ardına tüm ipleri koparması, tüm köprüleri atması. Bir zamanlar kokusunu, nefesini sayıkladığı o cananının gölgesinden kaçması.
Ya da bu kadar derinlemesine olmasın duygular; bir zamanlar her gördüğünde yüzünde güller açan, hadi hadi o da olmadı tebessümsüz geçmediği birine şimdi yüz çevirmesi, görmezden gelmesi, kaldırımını, yolunu değiştirmesi.
Tüm bu davranışlar, artık kesişmeyen duygular, yaşantılar, beklentiler sonucunda insanın kendini koruması için kalın bir kalkan mı? Gurur, bencillik, kaçış, örtünüş, zayıflık ya da acının dışa vuruşu mu?

Nice psikologlar, davranış bilimciler çözememiş bu hassas konuları ben mi çözeceğim de soruyorum? Ya da benim sorgularımda da kokusu mu var kendi kangrenlerimin?...


Yazı tarihi: 12 Eylül 2007