27 Mayıs 2008 Salı

Varyemez

İfadesizlikten çatlıyorum.
Veya çıldırıyorum mu demeliyim?
Yahut elim ayağım birbirine dolaşıyor... mu?
Ya da uyuştu;
Elim, ayağım, kafam, gözüm, kolum, bacağım uyuştu, kendimi ifade edememekten, diye mi dillendirmeliyim?
Saçlarım tel tel, dik dik, gıccık mı gıccık.
Zaman zaman sol gözümün altı seyriyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum, seyrediyorum.
Bazen klavyedeki parmaklarım beyin hızıma yetişemiyor, kimi zamansa kilit, no action.
Adımlarıma voltalar yetmiyor, yollar bitiyor ben daha giderken.

Suya susayanlardanım.
İçiyorum deli gibi.
Su.
Bol bol; lıkır, lıkırr, lıkırrr, lıkırrrr.
Böylesine suya susamak olur mu?
Olur olur, bal gibi olur.
Kana kana, nefes almadan, dur durak bilmeden kafama dikiyorum bardakları, şişeleri neredeyse damacanaları.
Yürürken sesler geliyor karnımdan cıngıl cıngıl. En fenası da koşarken: olimpiyat havuzlarına su doldurma seromonisi gibi.
Sehven bir yerime iğne batsa içi pufff diye boşalıp, dışı büzüm büzüm büzülen küvet oyuncaklarına benzediğime aklımın azaldığı dönemlerde az kalsın ben bile inanacağım.
Suyun ikamesi alkol olsaydı ve ben kazara alkolik olsaydım, alkol içme yetim de suyunkinin 100’de 1’i dahi olsaydı mazallah tahtalı köyü çoktan boylamıştım şimdiye.

Bu ifade edememezlik halleri az daha aynı çıkmazında giderse önce her yerim para para kabaracak sanırım.
Sonra pul pul derilerim dökülecek.
Ve sonra fileto dil balığı gibi tam orta yerimden çat diye çatlayarak ikiye ayrılacağım.
Ruhsuz mecalim bir kadir kıymet bilmezin tabağında debelenirken benim gönlüm çoktan pes etmiş olacak bu ifade çırpınışlarından.

Altın tepsideki teslimiyet mi yoksa sulu başlayıp susuz biten ifadesizlik mi hangisi daha varyemez kılacak halimi bakalım hep birlikte göreceğiz...

Yazı Tarihi: 26 Mayıs 2008

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Rüya

Üzerinden neredeyse 20 saat geçti ve ben hala aklımı 1 saniye bile ondan alamıyorum.
Ne kadar gerçek, ne denli içimin derinlerinde hissettiğim bir rüyaydı o öyle, puffff.
Öylesine değerli ve anlamlıdıydı ki tek bir anını bile yaşamak için nelerimi vermezdim...
Böylesine kuvvetli rüyalardan uyandıktan sonra uzun süre algı problemi çekiyorum.
Rüya mı gerçek, uyandığım dünya mı bilemiyorum.
Ne çok isterim o rüyanın içine geri dönebilmeyi veya o rüyayı gerçeğe döndürebilemeyi diye düşünmekten yorgun düşüyorum.
Normalleşmekte bocalıyorum.
Gerçekler Kaf Dağı kadar uzak ve ulaşılmazken rüyalardan medet umabilme yetimi artık kaybetmeye başladığımı hissediyorum. Zaten olması gereken de böylesinden başkası değil.
20 saat artı 1,5 sene düşüne düşüne geldiğim yolun sonunda bu akşam ipi cekebilecek kadar cesur muyum bilemiyorum.
Deneyeceğim...
Zorlayacağım...
Gönlüm hiç razı gelmese de aklımın dayanacak hiç kapısı kalmadığı için bunu yapmam gerekliliğine inanacağım.
Ve ben artık başka rüyalara yelken açıp kendi yoluma gideceğim...

Yazı Tarihi: 24 Mayıs 2008

22 Mayıs 2008 Perşembe

Mutluyum, Mutluyuz, Mutlular

Güzel bir gün(dü) bugün.
Neden mi?
Sebep çoook...
Liste başı, açık ara lider tabi ki: “ 19 Mayıssss”

19 Mayıs benim için eşittir tatil.
Hem de öyle böyle değil; anlı şanlı, şahane bir tatil.
Yazın başlangıcı, sezon açılışı.
Üstelik dini bayramlarımızdan olmadığı için tatile gidilince vicdan azabı çekilen türden olmayanı.
Bileğinin hakkıyla adam gibi tatil.
Cennet vatanımda yaz tatili yapılacak daha koskoca 4 ay var diye sevindirten zamanlama.
İnsanoğlunun içindeki bitip tükenmek bilmeyen tüm umutları kıpır kıpır kıpraştıran takvim.
Bünyeye yaz saati uygulamasını başlattıran kaldıraç.
Zaten adı yeter, pek fiyakalı: Gençlik ve Spor Bayramı, yani bendeniz :-)

Ve nihayet kendisine çok yaklaştık.

Serin giden havalardı, günlük koşuşturmacaydı, yapılacak bir dolu iş’ti, günlerdir açık duran valize bir çöp koyamayışımdı derken bir türlü havaya girilememişti.
Sonunda bugün bahsi geçen o havaya giriş yapılabildi. Askeriye Garnizonu vari hem de: bizzat kendisine şafak dörrrttt, tatile ikiiii.
Dün akşam arpası fazla kaçmış atlar misali saatler boyu sporda zıp zıp zıplayınca bu sabah kalkılamadı.
Mesai başlamasına 25 dakika kala evden çıkıldı ama bomboş trafiğe şaşıldı ve ofise tam zamanında yetişilebilindi.
Kapıya en yakın, en forslu yerden cuk diye park yeri bulundu.
Maşallah ofisteki bütün işler tıkırında, rayında...
En aksi, memeletsiz, burnundan kıl aldırmayan müşteriler şekerlikten neredeyse eriyecek eridi. Yapılan işe binbir tebrik, telefonlar şükran- hayran, teşekkürler edildi...

Gelindi öğlene.
Hem açlıktan ölmemek üzere yemek yemek, hem de civarlarda olmayan bir randevüye gidilerek olmazsa olmaz işi yapmak gerek.
Ne yapsak, ne etsek?
Aç ayı oynamaz. Önce oturulup yemek yenildi. Saatlerimizi kontrol edelim; bakıldı daha vakit var, öbür işi de halletmek üzere kasar mıyız kasarız.
Kassss-madık çünkü gerek kalmadı. 5 dakikada işlem tamam. Nasıl oldu da hala vakit tüketilmedi?
E peki şimdi kasar mıyız, kasarız. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz. Topuklularla tabana kuvvet ver elini Akmerkez. Yarın yapılması gereken alışveriş de yapılır mı yapılır.
Hala 5 dakikam var, ‘hey Taksi’ demeye gerek kalmadan kapıda ziyadesiyle sarı sarı, sıra sıra.
Sokağa çıkma yasağı var da benim haberim mi yok, hop 5 dakikada ofiste, masamda hatta sistemde on-line olunuldu bile.
Aman Allah’ım bu ne mucize, ne refah, bünye alışık değil; garipsendi, gözler oldu dolu dolu.
İlk devre bitti, sıra ikinci devrede.
İnsanoğlu tatminsiz.
18:00’da biten mesaide Levent’ten Ataşehir’e 18:30 randevüsüne yetişilir mi?
Ya bismillah, ben varken Schumaher de kim ola?
Saat 18:30. Olmam gereken yerde olmam gereken zamanda, ben şişmeyim de kimler şişe... Kimler şişerse şişsin de......
O da ne????
Kaynar sular, kazanlar, kaplıca pınarları ne varsa başımdan aşağı cumburlop döküle!
Evim evim canım evim, çiçek evim gözümün önünde melul melul kurbanlık koyun gibi bana bakarken kendisine kabul günü görüşmeye gidenlerden öte yaklaşamadığım hissedile.
Al işte, sen misin bu kadar karpuzu tek koltuğunun altına sığdırmaya çalışan...
Anahtar nerede?
En son ofisteki masamda parıl parıl parlarken yaptığımız son bakışma gözümde...
Ofis nerde?
4 Levent’te.
4 Levent nerde?
Dağa çıktı.
Dağ nerde?
Yandı, bitti, kül oldu demek içimden geçirile....
Ve aynı zamanda oturup ağlamak...:-(
En çaresiz olunan anlar çoğunlukla aynı zamanda en güçlü olunabilen anlar. Ama çaresizlik yok, hemen kafa çalıştırıla ve ofise geri gitmeden önce yedek anahtarın tek sahibi arana.
Kendisi 2 saat sonra ulaşılabilineceğini söylese de olsun, beklenile. Sonunda ulaşılacak saadete değecek herşey tüm sabırla beklenile...
Ve sonunda şimdi evim evim çiçek evimde,
Ve çok mutlu,
Ve valizimi hazırlamanın arifesinde,
ve ben 19 Mayıs’a gitmek üzere sizlere elveda, görüşmek üzere.
Geldiğimde tüm yurtta sigarasız yaşama başlanacağı için ayrıca on, yüz, bin kat daha mutlu mutlu gülümseme.
Mutluyum, mutluyuz, mutlular.

Hepinize iyi tatiller...

Neslihan the mutlu :-)

Yazı Tarihi. 16 Mayıs 2008

Mahfıma Sebep "Ortalama Türk"

Son günlerde Türkiye gündemine dair azıcık gazete okumuşsanız veya ucundan azcık televizyon seyretmişliğiniz varsa “ortalama Türk” kavramını bilmemenize imkan yok. Herkesin köşesinde, sütununda, programında, dilinde çok muhterem Syn. Başbakan'ımızın sarf ettiği “ortalama Türk” konseptine dair kimdir bu Türk, nedir, ne yer, ne içer, nasıl olmalıdır, nerede bulunur soruları uçuşup duruyor.
Sorular net, cevaplar muamma.
Bir dolu fikir, kanıt, ispat, delil, istatistiki bilgi, yorum, o'dur, bu'dur...
Ve ben bunların herbirini okudukça kafa çorba.
Radiohead’deki Beaves&Butt-head gibi her seferinde çapı biraz daha büyütüyorum. Ama bu zeka seviyemin veya bilgi düzeyimin büyüyerek kafatasımdan taşmasından değil elbet.
Konunun politik ve sosyolojik boyutu hakkında mesai harcadığımdan olduğunu da tam olarak söyleyemeyiz.
Husus; bu kavram ve tartışmalarla hayatıma yüksek irtifa giren “ortalama” kelimesi ve bu kelimenin üzerimdeki dominantlığı.
Takıldım...
Önüm-arkam-sağım-solum “ortalama” oldu.
Hani şu Kenan Doğulu’nun kliplerinden birinde var ya; sokaktaki herkes Kenan maskesi takıyor, nereye baksan, kimi görsen Kenan; ben de onun gibi bir dünyada yaşıyorum sanki. Şahıslar, cisimler, yaşanan, yaşanmış ve yaşanacak anlar, ismin 5, benim 55 halimdeki her durum süzgeçimdeki “ortalama” sorgusunda.
Geçen gün konu neydi tam hatırlamıyorum; kümesten, kümesçilikten bahsediyorduk, “ortalama bir tavuk” nasıl olmalıdır diye takıldım.
O düşünceyi savsakladım, her gün ortalama kaç adım atıyor olabileceğimi hesaplamaya giriştim. O geçti; günde ortalama kaç kelime sarf ettiğimi düşünür oldum.
Bundan da sıyırdık saçımın doğduğumdan beri kaç cm uzamış olabileceğini ve bir insanın ortalamada kaç cm uzayabileceğini düşünmeye başladım.
“Acaba hayatım boyunca ortalama kaç saat spor yaptım, kaç saat uyudum, yemek yedim, güldüm, ağladım, okudum, yazdım..?” Sanki mahşer günü amel defterine işlenmesi üzere bilanço çıkarıyorum.
Bir de mukayese işin içine giriyor, ben acaba ortalamanın altındamıyım, üstünde mi? Her iki cevapta da tatmin olmuyorum, “net rakamlar, istatistiklerle konuşalım Neslihan hnm, kolaya kaçmayalım” diye yakama yapışıyorum.

En tehlikesi de çok tanıdık olmadığım ve kalabalık ortamlar. Geçen öğlen metroya bindim, eyvahhhh, üstüme fenalık geldi. Hiç değilimdir, biran klostrofobik oldum. Ordan çıkamadıkça arızaya bağladığımı hissettim.
“ Bu vagonda ortalama kaç kişi var, tüm trene günde ortalama kaç kişi biniyor, yaş, cinsiyet, boy, pos, gelir düzeyi ortalaması nedir? “
Tam gereksiz işler müdürlüğü, üstüme ne vazifeyse...

Syn Başbakanımız sayesinde artık nur topu gibi bir ortalayamadığım ortalama sorunum var.
Hıçkırık gibi bir durum, ben kurtulmaya çalıştıkça istem dışı olarak fazlalaşıyor.
Geçici olmasını diliyor ve umud ediyorum. Ümidim o ki, bu illetten kısa sürede yakayı kurtarır, tez zamanda ortalama bir insana dönebilirim.
Tavsiyesi olana kapım sonuna kadar açık. Ne dersiniz, limon yesem veya yumurta çalsam geçer mi? :-)
Neslihan the Gereksiz

Yazı Tarihi: 14 Mayıs 2008

14 Mayıs 2008 Çarşamba

İki Şey

Bugün bir arkadaşımdan uzun zamandır aldığım e-iletilerin en güzellerinden birini aldım.
Bu güzel yazıyı benimle paylaştığı için sevgili arkadaşım Taner Özgezer'e teşekkür ederim.
Ben de sizinle paylaşmak istedim.

İKİ ŞEY
İki şey 'Kalitesiz İnsan'ın özelliğidir
1- Şikayetçilik
2- Dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer
1- Bakış açısını değiştirmek
2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek

İki şey yanlış yapmayı engeller
1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2- Hak yememek

İki şey kişiyi gözden düşürür
1- Demagoji (Laf kalabalığı)
2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek)

İki şey insanı 'Nitelikli İnsan' yapar
1- İradeye hakim olmak
2- Uyumlu olmak

İki şey 'Ekstra Değer' katar
1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek

İki şey geri bırakır
1- Kararsızlık
2- Cesaretsizlik

İki şey kaşif yapar
1- Nitelikli çevre
2- Biraz delilik

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar
1- Baskın yeteneği bulmak
2- Sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır
1- Ustalardan ustalığı öğrenmek
2- Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır
1- Niyetin saf olması
2- Ruhsal farkındalık

İki şey milyonlarca insandan ayırır
1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak
2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek

İki şey gelişmeyi engeller
1- Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat,vs)
2- Felakete odaklanmış olmak

İki şey çözüm getirir
1- Tebessüm (gülümseme)
2- Sükut (susmak)

İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır
1- Anne
2- Baba

İki şey geri alınmaz
1- Geçen zaman
2- Söylenen söz

İki şey gerçek sondur
1- Cennet
2- Cehennem

İki şey ulaşmaya değerdir
1- Sevgi
2- Bilgi

İki şey "hayatta önemli olan her şey" içindir
1- Nefes alabilmek
2- Nefes verebilmek

(yazarı bilinmiyor)

11 Mayıs 2008 Pazar

Anneler Günü ve diğerleri

Öyle Anneler Günü, Babalar Günü, onlar-bunlar günü gibi günlerden pek haz etmiyorum. Hele hele Sevgililer Günü’ne ultra gıcığım. Amerikan emperyalizminin dayattığı tüketim manifestoculuğu olduklarını düşünüyorum.
Annesi, babası olmayan, onların hasreti ve özlemiyle yanıp tutuşanların alınabilecekleri, dirayetlerini zorlayıcı, travmatik günler olarak hissederim.
Hem tek bir günün insanın gözüne gözüne sokulmasına ne gerek var?
Yıl 365 gün. İsteyen istediği zaman ifade etsin sevgisini. Öpsün, sarılsın, hediyeler alsın anasına, babasına, sevdiğine...
Normal koşullar altında sevgi gösterme özürlüsü mü? O zaman da bir sürü güzel bayramımız var; küslerin- dargınların birbirleri ile barışacağı, sevenlerin kucaklaşacağı, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpülecek...
Geçenlerde Ankara’da annesinin boğazını kesen üniversiteli kız gibi kafayı sıyırmamışsanız, herkes derecesi farklı olabilmek suretiyle de olsa kendini doğurup, yetiştirip, bugünlere getiren annesini, babasını sever. Bu konunun tartışma götürebilir dahi olmasından yana değilim.
Benim esas tökezlediğim nokta öteki anne- babalar durumu.
Üvey anlamında değil kastettiğim; eş tarafından olanlar...
Kayınvalide ve kayınbabalar.
“Kayın” kelime anlamı olarak “sonra” demek. Kayınvalide, kayınbaba, kayınbirader de düğün ya da evliliğin başlangıcından sonraki akrabalıkları ifade ediyor yani.
Garipsediğim husus: günümüzün modernleşen dünyası/ evliliklerinde, taze gelinlerin evlendiği, hayat yoldaşı olarak seçtiği, ömrü boyunca soyadını taşıyacağı, kütüğüne girdiği eşlerinin annelerine “anne” dememesi/ diyememesi.
Yapmayın, etmeyin arkadaşlar; sizin sevdiğiniz adamı doğurup, can veren öteki anneler en az kendi anneniz kadar değerli. İsmiyle hitap ederek ‘bişey teyze’ veya’ bişey hanım’ denilmeleri hiç aldırmıyor gibi gözükenleri bile fena incitiyor.
Biz kadınlar duygusallığa, kibarlığa, değer verilmeye, özel hissettirilmeye takığızdır bilirsiniz. Sebebiniz her ne ise boşverin, zorlayın kendinizi, çıksın ağzınızdan “anne” kelimesi. Bakın hem onu, hem sevdiğiniz adamı ne kadar mutlu edeceksiniz...

Neslihan the Arabulucu :-)

Yazı Tarihi: 11 Mayıs 2008

Şampiyon GS ve Spor Gündemi



Galatasaray dakikalar önce şampiyonluğunu ilan etti 17.kez. Hem GS’lı değilim hem de futbolla pek alakam yoktur ama yine de bu şampiyonluğun camiasına kutlu mutlu olmasını, saadetler getirmesini dilerim.
Kutlamalar amacını aşmasın, hele hele silahlar patlamasın bana yeter.
Gördüğünüz gibi bu akşam pek bir ‘hepimiz din kardeşiyiz’ ve ‘mühüm olan kazanmak değil katılmak’ modundayım.
Bugün ayrıca dünya motorsiklet şampiyonu Kenan Sofuoğlu’nun gencecik ağabeyi Sinan Sofuoğlu’nun yarışı için antreman yaparken motorundan düşüp hayatını kaybettiği haberini aldık televizyonlardan...
Üstelik bir diğer ağabeyi de 2002 yılında 24 yaşındayken yine bir motor kazasında hayatını kaybetmiş. Babaları motor tamircisi olan ve 99 depreminde Adapazarı’nda göçük altından çıkan bir ailenin dramı...
Akan diğer bir hayatta da, az önce TV’de Ebru Şallı’nın Pilates yaparkenki görüntüleri ve bu spor dalı ile ilgili uzman! görüşleri hakkındaki röportajını izledim. Çıkan 1 knot’luk rüzgarda ilk direğe bağlanılacaklar arasında olan Syn. Şallı ağırlığının kantarda 48 kg’a tekabül ettiğini övünerek belirtti.
Hem gözleri yuvalarından fır fır fırlayan hem de sadece küçük dili ile kalmayıp büyük dilini de yutan spiker kızcağaza “nazar etme n’olur, çalış senin de olur” gibisinden laflar geveledi teselli maksatlı. Üstelik üzerine yapışmış ‘şampiyon belli ikinci kim?’ edasıyla....
F1’in Türkiye ayağının sıralama turları da bugün yapıldı. İstanbul’da art arda üçüncü kez pol pozisyonunu elde eden Ferrari pilotu Brezilya’lı Massa, Türkiye’yi Brezilya’ya benzetiyormuş. Tanıtım eksikliği; korkarım adam Türkiye’yi İstanbul Park ve Reina’dan ibaret sanıyor. O her ne kadar yarınki yarışın favorilerinden gösterilse de benim gönlüm ‘yensen de yenilsen de beraberiz seninle Jenson Button’ın yanında yarışacak. Heyacanı bol, güzel bir yarış beklentisi içerisindeyim.
Özet, Anafikir ve Hamiş:
  • Küçükleriyle yetinmedim büyük dağları da ben yarattım...
  • İstedim yaptım, ben bir'im sen sıfır....
  • Bekledim de gelmedin, gözyaşımı silmedin, hiç mi beni sevmedin....
  • Şampiyon doğdum şampiyon ölürüm...

Bunlar hepppp boş şeyler....Yukardan emir geldi mi yaşam bir namlunun ucunda veya hayat emeli yaptığınızın yolunda kayıverip gidiveriyor....



2. özet (maddeli)


1) Tebrikler Gassaray....


2) Nurlar içinde yat Sinan Sofuoğlu


3) Yemek ye Ebru Şallı....


4) Haydi vınnnnla F1!


Yazı Tarihi: 10 Mayıs 2008

Koku, Müzik ve Özlem


Şu özlem fena bir duygu.
Bir hayli şikayetçiyim kendisinden...
En olmadık yerlerde zırt diye burnumun direğine saplanıp sızım sızım sızlatıyor.
Bir türlü barış ilan edemedik kendisiyle. Zira bu edepsiz tutumundan dolayı onun da benden pek hoşlanmadığı apaçık.
Ben zatlarını yok farzetmeye çalıştıkça o kafasının dikine dikine bana meydan okumakta hiçbir beis görmüyor.
Her durumda çöl kafileleri gibi olayları ucu ucuna ekleyerek binbir çağrışıma davetiye çıkaran zihnim yine nerdeeeennn nerelereeee gitti, oysa amacım yazıya aşağıdaki paragraftan başlamaktı.
Bugün akşamüzeri, dört gözle beklediğim 3 günlük 19 Mayıs tatilinde okumayı planladığım kitapları almak üzere bir kitapçıya girdim.
Ne garip, yaş almak böyle birşey olsa gerek...
Daha birkaç sene öncesine kadar favori giyim, ayakkabı, aksesuar veya kozmetik mağazalarımda saatlerimi geçirebilirken şimdi tercihimi bu vakti olabildiğince kısaltmak ve mümkünse bir kitapçıya uğramadan bu seremoniyi sonlandırmamak yönünde kullanıyorum.
Neyse, ne diyordum?.......
..... kitap almak üzere kitapçıya girdim diyordum.
Aklımda birkaç kitap olmasına rağmen gündemi yoklamak üzere hemen ‘Çok Satanlar’ ve ‘Yeni Çıkanlar’ raflarına gözattım. Kabul ediyorum, bu sefer ön elemeyi yapmış olarak gittiğim için ‘Çok Okunanlar’ raflarına ister istemez yüz veremedim. Kısa bir gözatmadan sonra orayı es geçerek almak istediğim kitapların listesini mağaza personeline sordum.
Listem şu kitaplardan oluşuyordu:
• Nezih Küleyin, Hayat İçin Bir Kahve Molası - Sözcüklerle Yolculuk
• Jane Austin, Aşk ve Gurur
• Tom Robbins, Parfümün Dansı
• Patrick Süskind, Koku
• Klasik Masallar Kitabı
Aradığım gibi bir ‘Klasik Masallar’ kitabı bulamadım ama diğerlerini buldum ve aldım.
Nezih Küleyin’in Hayat İçin Bir Kahve Molası adlı kitabı ile ilgili ilk eleştiriyi Hürriyet yazarlarından Doğan Hızlan’ın köşesinde okumuş ve hemen almak istediğim kitaplar arasına kaydetmiştim. Doğan Hızlan’ın ‘Eğlenceli bir sözlük’ başlıklı eleştirisinden bir paragrafı ve tümünü okumak isteyenler için yazının link’ini aşağıya kopyalıyorum.

* * *
Kitabın tam adı şöyle: Hayat İçin Bir Kahve Molası-Sözcüklerle Yolculuk (1) bir öykü kitabı gibi okunuyor. Çünkü yazar, anılarından, gezilerinden, kitap karıştırmalarından yola çıkıp bizi eğlendiriyor. Yanlış bildiklerimizi düzeltiyor, kelime dağarcığımızı da zenginleştiriyor.
............................
EĞLENECEK ve birçok kelimenin de gerçek anlamını öğreneceksiniz. Güzel bir dil öğrenme yöntemi.

* * *
Bu kitabın oldukça kolay okunabilir olduğunu görüyor ve biran önce okumak için sabırsızlanıyorum.
Diğer kitap bir dünya klasiği: Jane Austin’ın Aşk ve Gurur’u. Sanki hafiften içimi bayacakmış gibi hissediyorum ama özellikle filmi çekildikten sonra Jane Austin ve aşk kitapları arasında bir mihenk taşı olarak kabul edildiğinden kendime okumamak üzere yeterli ikna edici bahane yaratamadım. Bakalım, göreceğiz mihenk taşını...
Sonraki iki kitap yani ‘Parfümün Dansı’ ve ‘Koku’ aslında bayaca bir zamandır almak istediğim ama elimdeki kitaplardan bir türlü almaya fırsat bulamadığım kitaplardı.Ta ki geçtiğimiz Pazar günü Hürriyet’in Pazar Eki’nde “Koku Duyusunu Kaybeden Kadın” başlıklı yazıyı okuyana kadar.
Yazı şöyle başlıyor:“Görüyor, duyuyor, konuşuyor, dokunuyor ama koku alamıyor. Beş temel duyu organından biri yok, koku engelli yani. Tam 10 yıldır.”

Yazıyı okumayı bitirdiğimde tepetaklak olduğumu hissettim.
Empati kurmaya çalıştım ama yok, hiç mi hiç yemedi. Zihnimdeki onlarca kokunun beni alıp götürdüğü yerlere dalıp gidince burnumu sızlatan özlem pahasına kokusuz kalmayı kabullenmek istemedim.
Şu an içine gömüldüğüm rahat mı rahat kanepemde; çalan harika müziği duyabildiğim, yazı yazdığım klavyedeki tuşlara dokunabildiğim, okuyabildiğim tüm satırları görebildiğim, evimin güzel kokusunu tüm nefesimle içime çekebildiğim için halime bir kez daha şükrettim.
Napalım, Özlem Hanım’la yıldızımız barışmasa da en azından Koku Bey’le aramız pek bi sıkı fıkı maşallah, nazar değmesin inşallah :-)

Neslihan, Avuntu ;-)

Yazı Tarihi: 08 Mayıs 2008


Not: Ben yukarıda okuduğunuz yazımı 08 Mayıs 2008'de yazdıktan sonra 20 Ağustos 2009'da Haşmet Babaoğlu'nun "Güzel yaşamak güzel kokular biriktirmektir" başlıklı yazısını okudum. Müthişşşş. Boşuna değil o köşesi olan bir gazete yazarı, bendeniz burda blogcu :)
Olsun varsın, duygularımız aynı ya, kalemi karşısında saygıyla eğilmekten mutluluk duyarım :)
Buyrunuz yazı tamamı link'iyle birlikte aşağıda. Umarım tamamını izinsiz olarak alıntı yaptığım için başım derde girmez ama link'i tıklamanızı es geçme ihtimaline karşı bu ca'nım yazının okunmama riskini göze alamadım.

http://sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2009/08/20/guzel_yasamak_guzel_kokular_biriktirmektir

Güzel yaşamak, güzel kokular biriktirmektir

Üzgünüm. Hatta şaşkınım...
Akşamları uzanıp yıldızları seyrettiğim sedirin iki adım ötesindeki hanımelinin kokusunu alamıyorum.
Mevsimi geçti, ondandır dedim önce.
Oysa dehşetle hatırladım ki, en ballı zamanında, Haziran'da da alamamıştım kokusunu...
O halde...
Eyvah!
Burnum hanımeline duyarsızlaşacak, zihnim o kokunun kışkırttığı anılara açılmayacaksa...
Ne yaparım ben!
***

Kokular ve anılar...
Anneannem mesela...
Bu dünyadan gittiğinde çok küçüktüm. Kederli yüzü dışında ondan pek bir anı kalmadı bana.
Anneannem benim için bahçesinde yetiştirdiği domateslerin mis kokusundan ibaret...
Hemen oracıkta koparıp ısırdığım domatesin suları ve çekirdekleri çocuk yanaklarımdan süzülürken anneannemin bana hoşnutlukla bakışını unutamıyorum.
***

Sonra...
Benim güzel kedim...
Onun simsiyah uzun tüylerine bulanıp kalan toz kokusu bile dünyanın en güzel parfümü haline gelmişti benim için...
Şimdi ne zaman o toz kokusu gelse burnuma...
Çalışma odamın kapısında yine o "küçük kara kız" belirecek, hoplayıp zıplayacak, sonra yere yatıp göbeğini sere serpe açarak şımaracakmış gibi geliyor...
Anısı bile neşelendiriyor beni şimdi.
***

Hayatımda böyle izler bırakan ne kokular var...
Onları yok sayarak...
Bir ömürden söz etmek mümkün mü?
Sevgilinin boynunun sol yanının, o karanlık ve nemli kuytuluğun kokusu mesela! Hani insanı ya oraya çivileyen ya da ayaklarını yerden kesen koku...
Bir de sardunya kokusu..
Hele akşamüstleri sulandıktan sonra çıkardıkları o koku...
Yani benim için sevinç, huzur ve şükür duygusunun kokusu...
Fesleğen kokusu sonra...
Yani anneyle özdeşleşen koku.
Benzin kokusu, asfalt kokusu ya da...
"Bir şehri tam kalbinden vurup gitme" nin kokusu yani...
Yarım yamalak da olsa, özgürlüğe benzer bir çağrının kokusu...
***

Bir hadis rivayet edilir. Pek sık tekrarlanmayan bir hadistir ama üzerinde uzun uzun durmaya değer. "Bana sizin dünyanızdan kadın, güzel koku ve namaz sevdirildi."
Son zamanlarda çok sık düşünür oldum.
Kokular olmasaydı, ne yapardık?
Bilimsel gerçektir; tat duygusunun önemli bir bölümü koku alma yetisinden kaynaklanır.
Bence sadece yemeklerin değil, hayatın da tadı kokularda gizlidir.
"Koku hamil-i hatıradır" derler bir de...
Yani koku, anıların taşıyıcısıdır.
Uzun sözün kısası...
Dünyayı kokularıyla kucaklamak...
Hayatımız boyunca kötü kokulardan çok güzel kokular biriktirmek...
Ne güzel bir armağandır.
Değerini biliyor muyuz acaba?
(Son not: Bana yine "abi ya, memleket yıkılıyor, sen dandik yazılar yazıyor, domatesten, hanımelinden bahsediyorsun" diye mail atacak delikanlıya selam ediyor, biraz etrafını koklamasını öneriyorum. Çoğunluk bunu yaptığında memleket yıkılmayacak!)

Bir Artçı'nın Gözünden...


Malumunuz havalar iyiden iyiye ısındı.
Bahar geldi, hatta sanırım nasıl geldiğini anlayamadan gitti gidiyor bile.
Son birkaç senedir adet olduğu üzere daha baharlıkları çıkartamadan yaz yüzünü gösteriveriyor.
Dün öğle vakitlerinde termometrem 30C gösteriyordu ve Bebek sahilinde yürürken bana üzerimdeki kot pantalon ve penye t-shirt’ümün dahi artık fazla geldiğini hissettirdi.
İstanbul’da etraf baharın habercisi Erguvanlar ve bu sene erguvanların tahtını paylaşmaya aday yeni yetme lalelerle doldu. Boğaz hattı, özellikle Aşiyan tepelerinde Erguvanlar’dan yüz görümlüğü alırken az ilerde civar semtlerden gelen çocukların ve genç ‘delikanlılar’ın bu sıcak havada huşu içinde, üzerleri başlarındakini alelacele çıkartıp boğazın çivi sularına kırlangıç misali siftah atlayışları seyre değer bir şölen gibiydi. Hoş her sudan çıkan ‘delikanlı’ çeneleri birbirine vururken az önceki gibi ‘delikanlılık’ gösteremiyordu ama henüz suya atlamayan arkadaşlarını da pek de inandırıcı olmayan bir şekilde suyun güzel olduğundan dem vurarak dolduruşa getirmekten geri kalmıyorlardı.
Havaların böyle güzel seyretmesiyle birlikte bizler de tüm doğa gibi kabımıza sığamaz olduk. Herkesin kendini tabiatananın kucağına atası var. Evde duranı dövüyorlar. Bir boğaz havası almaya, bir çay-simite, iki adım yürüyüşe, 3-5 arkadaşla sohbet-muhabbete, bir bankta kitap okumaya veya çiğdem çitlemeye tüm ahali dünden gönüllü.
Tabi bu insan enflasyonunda İstanbul trafiği her zamankinden daha şenlikli. Zaten kapıdan çıkıyorsunuz gideceğiniz yere vardıktan sonra hiç inmeden geri dönmeye kalksanız en erken akşama evdesiniz.
Hava bu derece ziyan edilmeyecek kadar güzel olunca bu çilekeş trafiğin en iyi alternatifi hiç şüphesiz motorsikletler. Evet motorsikletler özellikle İstanbul trafiğine takılmamak için çok iyi bir alternatif ancak bana göre bu konuda daha yolun çoookk başındayız. Motorsiklet almakla, üzerine fiyakalı bir mont ve pantalon çekmekle, parlak bir kask takıp, ordan-buraya iki tur sürüşle ‘oldu bu iş’ deyip İstanbul gibi bir canavarda trafiğe çıkmak bana göre büyük risk. Motorsikletim olmadığı, üstüne üstlük kullanma konusunda da zerre kadar fikrim olmadığı için bu konuda ahkam kesecek değilim ama hem yıllanmış bir otomobil sürücüsü hem de arasıra da olsa bir motorsiklet artçısı olarak dikkatimi çeken konuları yazmadan edemedim.
İlk gözlemlediğim maalesef ki birçok motor sürücüsünün yeterli tecrübeye sahip olmadığı. Türkiye yollarının şartları, sürücülerin eğitim ve kültür düzeyi, motorsikletteki anlık bir hatanın da geri dönülemez sonuçlara yol açtığını düşününce durumun vahametini anlamak çok zor değil. Hangi ara bu kadar motorsiklet alındı, bunca kişi ne zaman motorsiklet kullanmayı öğrendi, ehliyetlerini aldı, trafikte tecrübe edindi anlamış değilim. Bisiklet değil ki bu parkta 2 aşağı, bir yukarı git gel olsun bitsin. Öğrenmesi belki o kadar kolaydır veya tüm sürücüler üstün yetenekli ama taşıdığı risklerin bisikletten kat be kat fazla olduğunu gözardı etmemek lazım.
Bununla birlikte neden olduğunu hiç anlayamıyorum ama sanki otomobil kullanıcıları ile motor kullanıcıları arasında garip bir çekişme var. Motorlar tüm arabaları makaslarken otomobil kullanıcıları ise onlara yol vermemek üzere hırs yapıyorlar.
Yanlış bilmiyorsam motorların otomobillere geçiş üstünlüğü var. Kurallara uymak yerine niyedir bu ‘aldım, verdim, ben seni yendim’ kapışmaları?Ayrıca otomobilde bir tampon, bir ayna hasarı ile sonuçlanan kazalar Allah esirgesin motorlarda çok daha tehlikeli sonuçlara sebebiyet verebiliyor. Bu yazımı okuyan profildeki hiçbir arkadaşımın bu seviyede olduğunu düşünmüyorum ama zaman zaman farkında olmadan yeterli özeni göstermiyor olabiliriz. Lütfen sürekli 3 dikiz aynamıza hakim araba kullanalım ve motorsikletlerin taşıdığı riskler ve geçiş üstünlükleri sebebiyle onlara yol vermeye dikkat edelim.
İkinci bir konu ise daha dün akşam tanık olduğum bir konu. Akşam saat 8 itibariyle evimin az ilerisinde bir restoranda kalabalık bir Harley’ci grubunu kadeh tokuştururken gördüm. Kendilerinden çok daha fiyakalı motorlarını kapıya boylu boyunca park etmiş ve daha o saat itibariyle çakırkeyif olmuşlardı bile. Motorlarının bağırmasından gece 12 gibi restoranı terk ettiklerini anladım. O saatteki alkol düzeylerini düşünemiyorum bile. Alkolün tüm algıları ve refleksleri zayıflattığı yadsınamaz bir gerçek.
Lütfen ama lütfen hayatınız ve kendinizi önemseyerek alkolsüz araç kullanımına özen gösterin. Bu işlerin şakaya gelir tarafı yok, 3-5 kadeh içkinin saadetini hayatınızla ödemeyin.
Tüm delikanlılıkların bedeli suya çakıldıktan sonra çene titremesiyle geçiştirilecek kadar ucuz atlatılamayabiliyor maalesef ki...
Hiç kazasız, bol erguvanlı yaşanacak daha çok günlerimiz için naçizane bir kişinin bile kulağına küpe olabildiysem ne mutlu bana :-)
Sağlıcakla kalın...

Yazı Tarihi: 21 Nisan 2008

Kadın Olmak ve Carte D'or


Kadın olmak zor zanaat. Hele zayıf ve güzel kadın olmaya çalışmak daha da zor.
Hep daha iyi bir hedef sözkonusu. Olur da zar zor istenilen hedefe ulaşılırsa bile bu saadet genellikle kısa sürüyor.
1 dilim pasta, 1 bar çikolata veya 2 top dondurmada işiniz bitik.
Hep, hep ama hep kontrollü olmak gerekiyor. Yok öyle; ‘bugün kafam bozuk, yiycem işte önümde duran çikolatalı pastadan koca bir dilim, banane’ demek. Sıkıysa ye, sabaha pat tartıda 1 kg fazlasın. Veya ‘ay bugün çok keyifliyim, tüm sevdiklerim de yanımda, üstelik Fener-Chelsea maçı var, şurdan uzatın bana cipsi bakayım’ demek. Ertesi gün hem tartı hem ciltte pösürmeler başa bela.
Yemek, pasta, kurabiye, börek-çörek yapmak çok keyifli ama usul kokusuyla doymak. Hadi biraz daha torpil geçeyim, kaşığın ucuyla tadına baktıysan şanslısın. Tamam dur orda, halttt!!! Yemeden gayri bir de içme durumu var. Neyse ki hiçbir zaman içkiyle aram olmadı. Yoksa 1 kadeh votkanın kalorisi benim 1 aylık yemeğime eşit.
Tabaklar büyüdü porsiyonlar küçüldü. Annelerimizin sofrasındaki herşey gitti, organik sebzelerle hazırlanmış yarı çiğ yemeklerin etrafına 2 dal kuşkonmaz, üzerine 3 yapraklı yonca misali konan maydanozlarla sofralar renklenir oldu. Ama yok öyle yağma. Her güzel şeyin bedeli vardır, otur aşağı ye grisinini.
Malum Nisan ayı rejim ayı. Bir telaş bir kıyamet. Etrafımdaki herkes rejimde. Gündem sadece ama sadece DİYET. Çok okunanlar listeleri ‘out’, Osman Müftüoğlu, Taylan Kümeli, Ender Saraç ‘in’.Önceden olay sadece fotokopiyle elden ele dolaşan rejim listelerinde biterken şimdi durum öyle değil. Herkesin bir diyetisyeni var. Daha 1-2 sene önceye kadar sadece sağlık sorunları olan veya obezler diyetisyene giderken şimdi 3 kg fazlası olan herkes diyetisyenlerin kapısında. İlk başlarda yadırgamış olsam da şimdi destekliyorum bu fikri. En azından herkeste bir bilinç oluşuyor. Maksat sadece kilo vermek değil. Önce yağ, kas, su ağırlığını bilmek sonra yaşına, boyuna ve bu endekse göre ideal oranlara düşmek. Ve bu ölçümleri baz alarak kişiye göre değişen diyet listeleri.
Buraya kadar herşey güzellll. Güzel olmasına güzel de bu listelerde verilen kuş yemi misali öğünlerle doyup, hayatın nimeti olan her güzel tadı yeme yasağına uyabilirseniz... Süper, oldunuz işte istediğiniz gibi zargana. Yok uyamadıysanız onca para ve emek çöpe.
Bunca serenattan anlaşılacağı üzere ben de diyetteyim. Durum fena. Aç yaşıyorum açççç. Aç ve asabi.
İnsan aç olunca kafa da çalışmıyor. Veya bende özellikle durum şöyle oluyor: kafa çalışmasına çalışıyor ama stand-by modunda, üstelik tehirli olarak. Gördüğüm, yaşadığım, o an cevap/ tepki vermem gereken tüm datayı tamamen null bir şekilde kayıtlara alıyorum, üzerinden hayli zaman geçtikten sonra jeton düşüyor ama bu sefer de çoktan iş işten geçmiş oluyor. Yapacak birşey yok, aldığım gıdalar beyne oksijen olarak gidene kadar çoktan bitiyor.
Açlığımı unutmak için sürekli oyalanmaya çalışıyorum. Fazla enerji tüketmemeye çalıştığım için ve yukarıda bahsettiğim sebepten sosyal ortamlara, dialoglara girmemeye özen gösteriyorum. Bir kulağımda kulaklık hep ‘on-air’im. Daha önceleri hiç haz etmediğim dj’lerin konuşmasından medet umuyorum ki, kafam geyik muhabbetlere takılır da açlığımı unuturum diye. Geçen gün bir dj trafik durumunu anlatırken tansiyonum düştü: ‘Cevizlibağ- İncirli yoğun akıcı’ imiş. Olacak iş mi şimdi bu? Aç var tok var, normalde alakam olmamasına rağmen resmen ceviz ve incire aş erdim.
Olay sadece diyetle bitmiyor malumunuz. Spor da yapmak gerekiyor. Tamam orda sorun yok, sadece açken daha bir kondisyonsuz oluyorsunuz ama olsun beni çok zorlamıyor. Bu disiplin bağlamında bu akşamki sporumu gözümde uçuşan kelebekler eşliğinde de olsa yaptım. Sonrasında da markete gitmem gerek. Tüm diyetisyenler, yazarlar, onlar bunlar basbas bağırıyor açken markete gitmeyin diye. Evet, ben de kendimi bildim bileli bilirim gidilmemesi gerektiğini, gitmem de ama dedim ya kafa çalışmıyor diye. Bu sefer gidesim tuttu.
Tüm o rafların önünde verdiğim ölüm- kalım mücadelesini, irade testlerini, mehter marşında gibi önce son sürat rafların önünden pas geçip sonra 2 adım gerisin geri gelip uzun uzun bakışmalarla yaşadığım platonik aşkı anlatamam. Ama ‘pes etmek yok, ben iradeli biriyim, hayatta tongaya düşmeyeceğim’ dedim. Tüm aldıklarım brokoli, kabak, iceberg, elma, yeşil çay, tam doygun ekmek, grisini, light ton balığı ve tatlı niyetine kuru kayısı ve siyah üzümden ibaret.
Aferin bana işte bu zorlu sınavı pekiyi ile geçtim... diye böbürleniyordum ki.... kasaların önüne koydukları o kocaman Carte D’or derin dondurucusu ile burun buruna geldik.
Zaman durdu, gözlerim hedefe kitlendi. Fena altüst oldum. 3 saniye içinde, ona sahip olmak için tüm irademi savsaklayasım geldi. Çok kısa bir tereddüt anından sonra hemen olay yerini terk ettim. Yenileceğimi anladığım zaman kaçmak en iyi çözüm. Sonra içim bu kadar zalim olmaya el vermedi, son bir bakış bakasım geldi. Dondurma salt kendi başına irademi çok zorlayamaz ama o namussuz Profiterollü ile birkaç dakika boyunca iktidar savaşı yaşadık.
Sonuç?
Yok almadım ama ömrümden ömür gitti. Marketten çıktığımda daha bir geç anlar ve asabi moddaydım.
Eh Algida Carte D'or Selection Profiterol alacağın olsun, ben hele bir deri bir kemik olayım, bilirim sana yapacağımı!!! ;-)

Yazı tarihi: 07 Nisan 2008