30 Kasım 2008 Pazar

Aşık mı, maşuk mu?

Kendi yazdıklarımla ilave olarak okuyup beğendiğim yazıları sizinle paylaşmak için zaman zaman blog'uma eklediğimi biliyorsunuz.
Hürriyet gazetesi yazarlarından Cüneyt Ülsever'in 30 Kasım 2008'de "AŞK" üzerine yazdığı güzel yazısını aşağıya yapıştırıyorum.
"Aşk" durumları bir yerlerden sağınıza solunuza çarptıysa okunacak keyifli bir yazı. Her cümlesi özeleştiriye götürüyor insanı, düşündürüyor, "acaba ben hangisiyim" dedirtiyor.
Tabi eğer ömrünüzde 1 kez olsun gerçek aşkı yaşadıysanız...


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10473108.asp?yazarid=3

Yazı tarihi: 30 Kasım 2008

27 Kasım 2008 Perşembe

B planı ve "Hep aynı kadını sevmek isterdim"

Koptum.
Hayattan.
Alışkanlıklarımdan.
Sevdiklerimden.
Bana iyi gelenlerden.
Olmak istediğim yerlerden, kişilerden, ruh hallerinden.
Yazılarımdan.
Okuduklarımdan.
Aktualiteden
ve
sporumdan...
Ve bu durumdan tarif edilemez ölçülerde mutsuzum.
Rahatsız, huzursuz, tedirgin, gergin ve taşekardiyim.

Statükocuyum ben.
Kalın kafalı, kendini kolay değiştiremeyen biri.
Hayat standartlarım bozulunca kızamık çıkarmışa dönenlerden...
Kontrol edemediğim durumlarda müthiş derecelerde panikleyen, dünya başına yıkılan...
Kaplumbağalar gibi evimi sırtıma alayım ve her sıkıştığımda kafamı oraya sokayım kalayım, sağa sola bulaşmayım.
Şimdi güvenlik alanım bozuldu.
Kapitalist dünyanın 1 saniyede ezip geçtiklerine isyan halindeyim.
Bu düzeni değiştirmek ya da daha net ifade etmek gerekirse zaten hiç kendimi ait hissetmediğim bu düzenden çıkmak için yoğun bir şekilde çabalıyorum.
Kendi kendime kurduğum hayattan "bana müsade" diyorum.
Ama tabi hayat devam ettikçe de bir B planı gerekiyor.
B planı yapmaya çalışıyorum şimdilerde...
Kimbilir bu işin sonu nerelerde, kimlerde...
Ben bunlarla uğraşadurayım sizi daha fazla bu laf salatası zırvalamalarımın esiri yapmamak için büyük yazar Ahmet Altan'ın 20 Ağustos 2006'da Hürriyet'te yazdığı benim en sevdiğim yazılarından biri ile başbaşa bırakıyorum.
İyi okumalar :-)
Yazı Tarihi: 27 Kasım 2008

Hep aynı kadını sevmek isterdim ben...

Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.
Hayat bazen alevden bir nehir gibi akıyor üstümüze. Bütün sözler, bütün kelimeler, bütün inançlar gözlerimizin önünde tutuşarak, ateşlerin arasında kararıp kuruyor.

Tutunacak bir dal kalmıyor bize.

Gelecekten kuşkulanıyoruz.

Ne kalender bir tevekkül, ne saldırgan bir iyimserlik, ne mücadeleci bir inanç ruhumuzda ilişecek bir köşe bulabiliyor.
Soluyoruz, yalnızlaşıyoruz, ıssızlaşıyoruz.
Endişe, ümidin yerini alıyor.
Öylece kalakalıyoruz.
Niye bu kadar çok ölüm olduğunu, yaşamanın niye bu kadar zor olduğunu kavramaya uğraşıyoruz.
Bir cehennem buharı gibi yükselerek, hayatın bizzat kendisini bile bize düşmanmış gösterecek kadar yoğunlaşan bu korkunç ve manasız düşmanlık, varlığımızın bütün zerrelerine nüfuz edip ait olduğumuz insanlık ağacından çürümüş bir meyve gibi kopup düşeceğimiz telaşına sürüklüyor bizi.
Sanki hava da bu bunaltıcılığa eşlik ediyor.
Gökyüzü, kara kazanlarda kaynatılmış sular gibi akıyor genzimize.
Böyle zamanlarda kaçmak istiyorum.
İnsanların vahşeti, cinayeti, savaşı değil kaçtığım.
Erimiş cıva gibi ciğerlerime dolan bu rutubet kokulu havayı andıran bıktırıcı zeka yoksunluğu, hayatı yaratmaktan aciz olanların ölüm şahinleri gibi bulutlar halinde uçuşmaları beni bıktıran.O zaman zekaya, yaratıcılığa, insanı insan yapan duygulara, zarafete, insan zihninin Tanrı'yı bile gururlandıran parlaklığına kaçıyorum.
İnsanoğlunun zekasızlığından kurtulmak için insanoğlunun zekasına sığınıyorum.O kutsal sığınakta kitaplara, satırlara, cümlelere, kelimelere rastlıyorum. O cümlelerde savaşların, çatışmaların, ölümlerin arasından sıyrılıp gelmiş ve o yaşananların çoğu unutulduğu halde insan duygularını anlatan o kelimeler yaşamayı sürdürmüş.
Gustav Flaubert, Napoleon sonrası çalkantıları, 1848 ayaklanmasını, Avrupa'nın yeniden şekillenmeye çalışmasının sancılarını, dünya tarihinin büyük bir altüst oluşa hazırlanmasının sarsıntılarını yaşamıştı, dünya çatlamaya hazır bir tohum gibi acılar içinde çatırdıyordu ama ne gariptir ki insanlığın ortak hafızası bugün o sıralarda yaşanan acılardan çok Madam Bovary'nin acılarını hatırlıyor.
Neden tek bir "hayali" kadının acıları, milyonların çektiği acılardan daha derin bir iz bıraktı insanlığın zihninde?Kalabalıkların her dönemde çektiği acıların nedenleri değişiyordu, şartları değişiyordu, biçimleri değişiyordu, insan aklı ve akılsızlığı değişiyordu ama şartlar ne olursa olsun "tek bir kadının" çektiği acı değişmiyordu çünkü.Emma Bovary, okuduğu romanlardaki gibi bir hayat sürmek istiyordu.Derin bir tutku, gerçek bir aşk istiyordu.
Bunu istemeyen bir kadın var mı?
Ve, erkeklerin duyarsızlığına ve aldırmazlığına çarpıyordu.
Çarpmayan bir kadın var mı?
Bundan kurtulmak için çırpınıyordu.
Çırpınmayan bir kadın var mı?
Çırpındıkça daha çok acı çekiyordu.
Çırpınırken acı çekmeyen bir kadın var mı?
O roman binlerce yıldan beri tekrarlanan bir kederi, bir yalnızlığı, çaresizliği, hayallerinin peşinden giden bir kadını toplumun yalnızlaştırıp cezalandırmasını anlatıyordu.
Üstelik insanlığın en unutulmaz kitaplarından birini yazan bu adam, yazdığı kitaptan dolayı eleştiriliyor, tutuklanıyor ve yargılanıyordu.
Kendini yapayalnız hissediyordu.
Dostu Turgenyev'e yazdığı bir mektupta, "ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hálá umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyordu.
Balzac ve Hugo gibi edebiyat devleriyle aynı dönemde, aynı ülkede yaşarken kendini böyle yalnız hissetmesinin nedeni, insanların edebiyata ve duygulara kuşkuyla bakmasıydı herhalde, Madame Bovary'nin "kalıcı" olan duygularını değil o zamanki siyasi çalkantıları "kalıcı ve gerçek" sanmalarıydı.
Flaubert, erkeklerin Madame Bovary'yi bir felakete götüren çocuksu sıradanlığını ise "Duygusal Eğitim" isimli romanındaki kısa bir konuşmada anlatıveriyordu.
Erkeklerden biri şöyle diyordu:
- Bir kadında size çekici gelen şeyler, düşünce bakımından onu düşündüren şeylerdir:
Sözgelimi memeler, saçlar...
Aralarında böyle tartışırlarken sessiz duran daha yaşlılarına soruyordu birisi:
"- Esmeri bırakıp sarışına geçmeli. Siz de aynı fikirde misiniz Baba Dussardier?
Dussardier karşılık vermedi hepsi sıkıştırdı onu hangi kadınlardan hoşlandığını öğrenmek için.
- Pekala söyleyeyim, dedi kızarak, hep aynı kadını sevmek isterdim ben.
Bunu öyle bir biçimde söylemişti ki bir an hepsi sustu; kimisi bu saflığa şaşırmış, kimisi de gizli özlemlerini bulmuştu bu sözlerde."
Hep aynı kadını sevmek isterim ben.
Bu cümleyi okuduğunda durup düşünmeyecek bir erkek varsa da, azdır.
Flaubert'in yazdığı o erkekler kalabalığının konuşması aslında tek bir erkeğin kendi kendine konuşması da sayılabilir belki; çünkü o "memeler, saçlar" arzusuyla kıvranan, mümkün olduğunca çok kadın bedenine dokunmak isteyen erkeklerin bu çok zevkli, sıradan ve "erkeksi" taleplerinin altında, epeyce derinlerde gizli bir "Madam Bovary" de yatar, "ben hep aynı kadını sevmek isterdim," diyen.
Savaşmayı, öldürmeyi, siyasi iktidarı, "memeleri ve saçları" aşktan daha önemli gören bu erkek kalabalığının sert ve sıkıcı kabuklarını ayıklayabilirseniz, en altlarda onları çok ürküten bir "Madam Bovary" bulursunuz.Kadınlar gibi erkekler de romantizmi ve aşkı özlerler.
Özlemekten, terk edilmekten ve aldatılmaktan kadınlara kıyasla çok daha fazla korktukları, aldatılmanın acıları karşısında kadınlardan daha dayanıksız ve güçsüz olduklarından, özlemeyi becerebilecek ruhsal bir kıvraklığı geliştirecek "duygusal eğitimden" geçmedikleri için bunu reddetmeye, bu duygularla alay etmeye çalışırlar.
İçinde kelebeklerin uçuştuğu bir gergedan gibi dolaşırlar onun için.
Madam Bovary'yi insanlığın ortak hafızasına kazıyan sadece kadınlar olmadı, erkekler de onun insanlığın zihnine kazınmasında yardımcı oldular.
Onlar da anladılar o kadını.
Onlar da kendilerinden bir şeyler buldular.
Belki de bu yüzden, "Madam Bovary kim" diye sorduklarında Flaubert, "Benim" diye cevap verdi.
Aldatılmaktan, sevdikleri için küçümsenmekten, güçlerini kaybetmekten bu kadar korkmasalar, Madam Bovary'ye acıdıkları gibi onlara da acınacağından böylesine çekinmeseler Mösyö Bovary'ler de çıkardı.
Kadınlarınkinden çok daha büyük olan korkuları erkekleri sıradanlaştırıp kabalaştırır.
Sigara dumanlarının yoğunlaştığı, erkeklerin sarhoşluğun gevşekliğine teslim olmaya hazırlandığı gece yarılarında meyhanelere giderseniz, orada donuklaşmaya başlamış gözlerinde tuhaf bir kederin belirdiği adamlar görürsünüz, çatallaşmış bitirim seslerinde bir kırılma duyulur, eski bir şarkıyla birlikte önce sessizleşip sonra unutulmayan bir sevgiliyi anlatmaya koyulurlar.
Sevmişlerdir.
Hep aynı kadını sevmişlerdir.
Hep aynı hayali içlerinde yaşatmışlar, hiç okumadıkları kitaplardaki gibi bir aşk özlemişlerdir hep.
Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.
Hep aynı kadını sevmek isteriz biz.
Hep aynı kadını severiz.
Bunu söyleyecek, bunu kabul edecek, bu gerçeği taşıyabilecek bir gücümüz yoktur sadece.
Aslında bütün erkekler, romanları yazılamayan Mösyö Bovary'lerdir.
Belki de bunu unutabilmek, bu gerçekten uzaklaşmak için böylesine savaşır, vahşileşir, akılsızlaşır, canilere dönerler.
Mösyö Bovary'ler savaşıyor gene.
Birbirlerini öldürüyorlar.
Ölenlere de öldürenlere de yanaşıp ruhlarına baksanız, "hep aynı kadını sevmek isterim ben" diyen bir ses duyarsınız.
Derinlerden gelen bir ses.
Kırılgan, ürkek bir ses.
Top sesleriyle bastırılmaya çalışılan bir ses.
Kadınlar, romanlardaki gibi bir hayat ister.
Erkekler, hep aynı kadını sevmek...
Madam Bovary'lerin romanları yazılır.
Mösyö Bovary'ler savaşlarda öldürülür.
Ve, meyhanelerde eski şarkılar çalındığında aynı cümle değişik biçimlerde anlatılır.

"Hep aynı kadını sevmek isterim ben."

Yazı tarihi: 20 Ağustos 2008

22 Kasım 2008 Cumartesi

"Please do not disturb!"

Otel kapılarından aklımda kalmış veya otel kapılarını çağrıştıran bir cümledir benim için "please do not disturb!".
Yani Türkçesi "lütfen rahatsız etmeyiniz".
Daha da Türkçesi "sevgili oda temizleyicisi arkadaşlar; tatildeyim veya iş gezisindeyim ya da haftasonu kaçamağındayım neyse ne, sabahın köründe uyandırılmak istemiyorum.
Lütfen rahat bırakın beni, kapımı çalmayın, odama, sınırlarıma/güvenlik alanıma girmeyin.
İster uyurum bütün sabah, ister boş boş tavana bakarım, ister ne yayınlandığını izlemediğim bir kanalı açarım.
Rahatsız etmeyin, beni benimle bırakın, hepsi bu işte..."

Ben de kapıma bir süreliğine bu yazıyı asıyorum.
Yanlış anlamayın ama size veya diğerlerine değil, sadece kendi gözüme sokmak için. Zira ben sosyalleşmeden, paylaşmadan yaşayamam zaten...
Bu kendi kendimi rahatsız etmeme durumumu merak etmeyin; üzgün, mutsuz, karamsar filan değilim.
Hatta belki de tam tersi; umutlu, heyecanlı ve bol fikirliyim bu aralar.
Geleceğime dair çok radikal kararlar almanın arifesindeyim.
Kafa bi dünya anlayacağınız.
Biliyorum benden bunları yazmamı, içinde bulunduğum bu değişik günleri yazıya dökmemi bekliyorsunuz.
Ama neymiş biliyormusunuz, insan-en azından ben- salim kafa olduğunda yazabiliyor, cümlelerin iki yakasını biraraya getirebiliyormuş.
Şu an yazacağım aslında yüzlerce şey var. Ama affedin beni. Konsantrasyonum tamamen farklı yerlerde.
Ve ben çok farklı boyutlarda.
Hayat uçuşuyor.
Hayat olağanca hızıyla akıyor.
Bana her saniye yeni bir şeyler öğretiyor ve ben bunları yakalamaya çalışıyorum.
Doğru kararlar alıp sağlam adım yürümeye çalışıyorum.
Hayatın bana gösterdiklerini çözmeye uğraşıyorum.
Biliyorum bu duyguları sıcağı sıcağına yazmak gerekiyor.
Aslında içimin bir yanında bunu yapamamanın huzursuzluğu var ama şu an için enerjimi bölmemenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
İçimdeki bu nefes nefeselik düze çıktığında her ama herşeyi ince ince yazmayı planlıyorum.
Şu günlerde küçücük aklımın hesap edemekleri için akışa güvenmeye ve teslim olmaya çabalıyorum.
Gerisi geldiğinde ben yine burada olacağım.
Ve hep yazacağım, yazacağım, yazacağım...
Siz de burada olun emi?

Neslihan, suya bırakan

Yazı Tarihi: 22 Kasım 2008

12 Kasım 2008 Çarşamba

Mavi bir telaş


Severcesine, nefret edercesine, okşarcasına, dövercesine...
Müthiş bir aşk...
Hikayesi hepimize ait.
Basit ama karmaşık.
Yalın ama çetrefilli.
Düz ama engebeli.

Herşey kendi hayatlarımızdaki kadar sıradan, gerçek ve yalnız...
Sebepsiz yere ıssız...
Belki de bu yüzden bu kadar içine çeken, saran, sarsan bir film olabilmiş “Issız Adam”.
Ve son yıllarda izlediğim en gerçekçi aşk filmi.
Senaryo, çekimler, sahneler, cast, seslendirme ve arka plandaki her detay öylesine gerçek ki başlar başlamaz filmi seyretmiyor, yaşamaya dalıyorsunuz.
Senarist ve yönetmen Çağan Irmak film boyunca sizi tutuyor, kavrıyor ve sıkıca sallıyor.
Duygularınızı eline alıyor, kalbinizi ve sizi acımasızca hırpalıyor.
Ve bu ilginç bir şekilde iyi geliyor.
Hem aşkın baştan çıkarıcı güzelliğini hem de yakan acısını hissettiğiniz için, insan olduğunuzu hatırladığınız için iyi geliyor.
Belki çok benzerini yaşadığınız, belki hep sahip olmayı hayal ettiğiniz, belki de artık bir daha hiçbir zaman kavuşamayacağınızı bildiğiniz o en değerli aşkınıza ayna tuttuğu için cesurca bırakıyorsunuz gözyaşlarınızı.
Kimseleri umursamadan masumca bu saf aşka teslim oluyorsunuz.
Kendinizle başa çıkmakla uğraşmıyor, boğazınızdaki düğümleri koyveriyorsunuz.

Aslında şu anda edepsiz bir bencillikle size konuyu bütünüyle, her detayıyla, tüm replikleriyle anlatmak istiyorum.
Baştan sona filmi kare kare kafamdan geçiriyor, mazoşist bir zevkle izlerkenki duygularıma tekrar kapılıyorum.
Sonra size kıyamıyorum.
Bu filmi yaşamanıza, hissetmenize, şaşırmanıza, doya doya ağlamanıza, o iç titreten aşka yakalanmak arzunuza ve bunları sahiden hissetmenize engel olmaya hakkım olmadığını düşünüyorum.

“Sevgilim,
Gözlerimi kapattığımda başka biri değil sen varsın ve sen bunu bilmiyorsun” repliğini burdan okumanızı değil Ada’nın Alper’e söylediği aşk dolu sesinden bizzat duymanızı,
Film boyunca sizi sizden alacak müziklerde yalnızlar ve aşıklar arasındaki farkı,
“mavi bir telaş”ın ne anlama geldiğini,
İnsanın kokusunun hep aynı kaldığını,
Karda donmak üzereyken uykunun tatlı geldiği ama öldüğünün farkına varmayan,
Ve sürekli başkalarının bedenlerini ödünç alan ıssız adam’ı,
“anlamazdın, anlamazdın
Kadere de inanmazdın?” diye soran arka fondaki şarkıyı kendi duygularınızla...
iç hesaplaşmanızla...
kaçırılmışlıklarınızla
veya ümit dünyanızla
size hiç müdahele etmeden, kendinizle başbaşa bırakarak yaşamanızı istiyorum.
Davet edip, ortadan kayboluyorum
Bu defa ıskalamamak için,
Bu filme gideceksiniz değil mi?

http://www.issizadam.com/

Yazı Tarihi: 11 Kasım 2008
Not: Ben bu yazımı 11 Kasım'da yazdıktan sonra 14 Kasım'da Hasan Pulur çok beğendiğim bir yazı yazmış, okumak isteyenler için link'i aşağıda:

10 Kasım 2008 Pazartesi

Provası yok hayatın

Yürümekte zorlanıyorum.
Ayaklarımı sürüyerek zarzor birkaç adım atabildim.
Konuşmaya hiç taakatim yok. Gözlerime bakan beni yormadan anlasın halimi istiyorum.
Otomatlı elektronik kapı açılıyor ve hemen içeri alınıyorum.
Ağır aksak, destek alarak yatağa kadar ancak gidebiliyorum.
Yavaşça yatağın ucuna ilişebiliyorum sadece.
Artık hareketlerimin sadece yarısını kontrol edebiliyor kalan yarının da sadece yarısını hatırlayabiliyorum.
Ayaklarımı yerden alıp yatağa koyuyor usulca. Bir mırıltı halinde “ayakkabılarım” diyorum. Aslında demek istediğim “ayakkabılarımı çıkartayayım mı?”
Bir tek o duyuyor.
Hemen çözüyor ayakkabılarımın bağlarını ve ayaklarımdan çıkarıyor.

Orta yerdeki yatakta uluorta yattığımı düşünürken bir anda sağ yanım, sol yanım ve ayak ucumdaki perdeler kapanıyor. Açık alandan 4 duvar kapalı özel bölüme geçmiş gibi konumlanıyorum.
Jet hızıyla tek bir düğmeye basılıyor ve yatağın sırt kısmı yukarı doğru kaldırılıyor. Şimdi daha rahatım.
Güçsüz kollarım iki yana düşmüş, avuç içlerim dışarı bakıyor.
Hastabakıcı sağ el işaret parmağımın ucuna daha önce başkalarında görüp ne olduğunu anlamadığım mandal tarzı birşey takıyor. O mandalın bağlı olduğu makine dıt-dıtlarken takip etmekte zorlandığım bir hızda kulağımdan -görüntüsü feneri andırır bir aletle- ateşim ölçülüyor, kolumdan tansiyonum alınıyor.
36 ve 11’e 4, “normal” deniliyor.
Sorular geliyor:
“daha önce geçirdiğim bir hastalık var mı?”
“son 6 ayda bir ameliyat?”
“alerjim olan bir ilaç?”
“düzenli kullandığım bir ilaç?”
“sigara kullanıyor muyum?”
“ya alkol?”
Yok, yok, yok, hayır, hayır, hayır....diyorum.
Alkol de kullanmıyorum.
Ama biran önce damardan almak istiyorum.
Yalvarırım biri damardan bana bir ağrı kesici yapsın ve canlı canlı tırnaklarım sökülüyormuşcasına içimi çeken bu kahrolası krampları durdursun.

Acı eşiğim çok yüksek. Ah’lamayı, uh’lamayı, puflamayı hiç sevmem. Ama bu sefer canım o kadar çok yanıyor ki bu ağrılarım biraz daha dinginleşmezse ya bayılacağım ya da koyverip ağlayacağım.
En sonunda, “sabaha kadar ağrılarınızı azaltıcak bir ağrı kesici iğne yapalım” diyorlar.
“Şimdi derin bir nefes alın”
İğne yakıyor ama hiç umrumda değil. Birazdan etkisini gösterecek ve kramplarımı dindirecek.
“Hemen kalkmayın, kendinizi iyi hissedene kadar dinlenin” dedikten sonra doktor ve hastabakıcı yanımdan ayrılıyor.
Gece olduğu için bütün ünitede benden başka kimse yok. Hastane için sakin, benim için sancılı bir gece.
Bir tek yan taraftaki kendisini hıçkırık tutan doktorun “hıck”lama sesleri duyuluyor.
Bu senkronize ritm gecenin sessizliğinde, bunca acımın arasında absürd kaçıyor.
Ve bir o kadar da komik.
Canım bu kadar şiddetli yanmasa kahkahayı basacağım.

İğnenin etkisi ile birkaç dakika sonra azar azar gözlerim açılmaya başlıyor. Soluklanmaya, saatlerdir kasılan bedenimi gevşetmeye çalışıyorum.
“Bunu da yaşamam gerekiyormuş demek ki” diyorum.
Bir sınav belki de benim için. Sınavı, sınavdaki soruları, bulmam gereken cevapları düşünürken perdenin arkasında beni kollayan biri olduğunu hatırlıyorum.
Yanımda hep sağlam duran biri.
Perdenin açık kalan aralığından üzerimde olan gözüyle bana göz kırpıyor. Biliyorum bu “nasılsın?” demek.
“Daha iyiyim” demeye çalışıyorum ben de konuşmadan yine gözlerimle.
İçeri girip elimi tutuyor.
Şefkatle saçlarımı okşayıp, alnımdan öpüyor.
Kulağıma birşey fısıldıyor.
İşte şimdi kahkahayı basıyorum.
Bana çocukken hep dedikleri gibi; “limon ye doktor iyi gelir” demek geliyor içimden :-)

Yaşamak...
Her doğan gün, her yeni kişi, her olay başlı başına bir tecrübe, çoktan seçmeli bir sınav bize
Adım adım giden trafikte kırmızı ışığa takılıp kalmak ya da mutluluk adasına tam gaz giden uçağın kanatları altında yol almak...
Seçim benim.
Zaten her seçim aynası değil midir kişinin?
Zamanı geldiğinde aynalara bakmak cesaret ister.
Ve cesur olmak için tatmak gerekir seçimlerin içindeki kahkahaların doyumsuzluğunu, görmek gerekir “hayatın provası yok” demek için tüm bu provaların içindeki gerçek sevgiyi hastalıkta sağlıkta, iyi günde, kötü günde...

Yazı tarihi: 10 Kasım 2008

6 Kasım 2008 Perşembe

Obama, onlar ve biz...


Tarihi 4 Kasım seçimleriyle birlikte yalnız Amerika’da değil, neredeyse bütün dünyada daha iyi bir gelecek umudu doğdu.
Barack Obama, dün ABD'nin 44. başkanı seçildi ve Beyaz Saray’ın ilk siyahi başkanı olarak tarihe geçti.
Böylelikle Martin Luther King'in, "imkânsız" denilen rüyası gerçek oldu. Köle adam artık başkan.

AMERİKALILAR dün Barack Obama’yı başkan seçmekle, demokrat liderin seçim kampanyasında slogan olarak kullandığı DEĞİŞİM’in hayata geçirilişinin ilk sinyalini vermiş oldular.
Gerçekten Amerikalıların bir zenciyi başkan seçmesi, bir değişimden de öte, adeta bir devrim.

Merak ediyorum, yüksek beklentiler ve güzel günler hayali içindeki Amerikan halkı bu seçimi yaparken 14 yaşında cinsel tacize uğradığı için “intihar edeceğini” söyleyen bir genç kızın psikolojisinin bozulmadığı kararını çıkarabilen bir raporu nasıl karşılardı?

Ya da ailesi tarafından dedesi yaşında bir adamla zorla evlendirildikten sonra müstakbel damada yine ailesinin yardım ve yataklığı ile tecavüz ettirilen kızın çığlığı Amerika’ya kadar ulaşabilse;
bir zamanlar aynı otobüse binmedikleri, aynı lokantaya dahi girmedikleri zencilerden birisini başkan yapan Amerikalılar’ın Obama’yı seçmek üzere sağladıkları %52’lik oy çokluğunun bu yarataıkların cezalandırılması için de sağlanıp sağlanamayacağını merak etmekteyim.

Obama’nın yanıbaşımızdaki Irak savaşı, Kürt sorunu, Ermeni sorununda yapacaklarından öte kendi kızını kendi elleriyle soysuzlara verenler beni daha çok endişelendirmekte...
Benim yazarken dahi kanıma dokunuyor ya, onların pişmiş kelle sırıtışlarının diyeti ne görülürdü Amerikan halkınca doğrusu öğrenmek isterdim.

Kenya’da yaşayan büyükannesi Obama’nın başkan seçildiğini duyunca dana kesmiş ve en kısa sürede Beyaz Saray’a giderek torununu göreceğini söylemiş.
Sevinçler paylaşıldıkça çoğalıyor diye mi yoksa ömrü boyunca Kenya’da yaşayan yaşlı bir kadının hayallerinin ötesine geçebilecek bir şatafat yaşamak isteği mi, en uzunu 4.500 hafta civarlarında sürebilecek insan ömrünün bencil arzusu, emin değilim.

Ve aksi netlikte eminim ki;
Ne Türkiye’de artan elektrik fiyatları,
kış öncesi gelen doğalgaz zamları,
YORK Düşesi Sarah’ın, bir İngiliz televizyon ekibiyle çocuk bakımevlerinde "gizli çekim yapması",
Şemdinli’de nişanlı ya da taze baba olduğu halde şehit düşen askerlerimiz,
Yahut “Mustafa” filmininin sebep olduğu çekişmeler, yarattığı polemikler,
Atatürk’ün ne kadar yalnız olduğu, öldüğü
zerre kadar umrunda değil Amerikan halkının veya çiçeği burnunda başkan Obama’nın...

Barack Obama, ABD Başkanı oldu.

Eski ezberlerin bozulmaya başladığı bir dönem; darısı bizim başımıza, haydi bakalım hayırlısı...

Yazı Tarihi: 06 Kasım 2008

100. yazı

100. yazımın özel bir yazı olmasını istiyorum.
Rezervasyon yaptım, bitirdiğimde o özel yazıyı burada yayınlayacağım.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Kokusunda davet var


“Non-fat, decaf, tall bir latte lütfen. Nesli. Hayır başka bir isteğim yok teşekkür ederim” diyorum ve der demez de bu özenti halime gıcık oluyorum.
Hiç olmazsa bir dahaki siparişimde “yağsız süt, kafeinsiz, küçük boy latte” demek üzere aklımı eğitmeye çalışıyorum.
Genellikle bu bir dahaki seferim en erken 1 ay sonra olduğu için de çoğunlukla kendi sözümü unutarak gözü kapalı aynı ezber siparişe giriyorum.

Kahveyle-mahveyle hiç aram yoktur aslında benim.
Tadını sevmem bir kere.
Kalorisiz, hele hele kafeinsiz ve yağsız sütlü olanlar zaten acayip lezzetsiz. Denemenizi dahi tavsiye edemem. Sevmediğiniz birilerine ısmarlayacaksanız ha o zaman durum değişir :-)
Kafeinli, yağlı sütlü, kremalı, aromalı, şuruplu, çikolatalı vs olanlar harika ama bir fincanında yüzbinlerce kalori olduğundan sonrasındaki vicdan azabını yaşamaktansa bunlardan hiç içmemeyi tercih ediyorum.
Üstelik kahve selülit yapıyor ve içer içmez şiddetli bir şekilde dişlerimi fırçalama ihtiyacı duyuyorum.

Kendi tehditleri yetmiyormuş gibi yandaşları da var arkadaşın.
Bir kere kahve kokusunu alır almaz karşı konulamaz bir şekilde yanında cheese cake, browni, muffin vb. bir tatlı yeme isteğime engel olamıyorum.
Yani anlayacağınız tüm bu mahfıma sebep durumlardan dolayı kahveyle ilişkimi selam verip kendisinden hızla uzaklaşmaktan öteye taşıma gibi bir niyetim yok.

Tüm bunlara rağmen nefis mücadelemde patladığım zamanlar da oluyor elbette. Bir kere zaaflarıma oynayan çok güçlü bir silahı: “kokusunda daveti var”
Dalga dalga baştan çıkarıyor insanı o koku.
Ne selülit endişesi, ne diş fırçalama, ne de kalori hesabı yolumdan çeviremiyor böyle zamanlarda.
Allah’tan nefis mücadelemde bir katır gibi inatçı ve bir Çin’li gibi disiplinliyimdir de fazla zayiat vermeden yakayı kurtarıyorum.

Kahvenin hayatımızdaki esas yeri ve önemi tabi tüm bu yukarıda bahsettiğim zırvalıklardan öte “sosyalleşme/ sosyalleştirme” misyonu.
Bir zamanlar “40 yıl hatırı” sayılan kahve şimdilerde sosyalleşmenin daveti oldu.
“hadi bir kahve içelim” demek “seninle sohbet etmek, birlikte birşeyler paylaşmak, konuşmak istiyorum” demek aslında.
İnce ayar bir tanıma, tanışma daveti yani.
Kibar, çekingen ve dozunda bir medeni cesaret girişimi.
Hayata dair verilen kısa bir molada aynı masaya, aynı koltuklara oturarak, aynı tadı-kokuyu alarak, aynı dilden konuşabilmeyi denemek.

Dünyanın sonu değil yani bir kahve daveti merak etmeyin.
Sosyal her insan içiyor kahve. Bu normal birşey, korkmayın, abartmayın.
Dişlerinizi de dert etmeyin; fırçalarsınız olmadı doktora gider beyazlattırırsınız olur biter, bişeycikler olmaz.

Yine çok konuştum di mi?
Oysa söyleyeceğim sadece aşağıdaki paragraftan ibaretti:

“Holding’imize Starbucks açıldı.”
Demleme çay yapan, enfes tadımlık kurabiyeleri olan ve güleryüzlü hizmet veren personeli ile kafemizin yerini tutamasa da sosyalleşmeye ve bu yazıma sebebiyet verdiği için hoşgeldi, uğurlar getirdi.

http://www.starbucks.com.tr/news_detail.asp?NewsID=122

Yazı Tarihi: 05 Kasım 2008

3 Kasım 2008 Pazartesi

Mutluluk kareleri

Hayat anlardan ibaret.
Ve anlar karelerden...
Tüm uğraşımız o karelerin en değerlisini, özelini, anlamlısını yakalamak üzerine kurgulu.
Oysa kurgular avuntu.
Esas yaşadıklarımız Aleaddin’in cini gibi buharlaşıp yukarı çıkarak kendimizi izlemeye koyulduğumuzda yukarıdan gönderilen sahneler çoğunlukla.
Bu akışa direnmeden teslim olduğunda anlar bir bir mutluluk karelerine dönüşüveriyor kendiliğinden.
Kelimelerime yeteri kadar hakim olabilirsem o kareleri tasvir etmeye çalışacağım şimdi sizlere.

***

Filmi geriye sarıyorum ve o karelere gitmeye çalışıyorum.
2008 Ocak ayındayım.
Zorlu bir ay.
Yüreğime ağır gelen...
Kendimi değersiz, anlamsız ve savunmasız hissediyorum.
Uykularım bölük pörçük.
Hislerim un ufak.
Gecelerim sabahlara, sabahlarım sebepsizliğe dönüyor ve ben kendimi hiç geçmeyeceğini zannettiğim bir çoklukta değersiz hissediyorum.
Kafamı devekuşu gibi toprağa gömmek, içinde bulunduğum biçare durumu bu şekilde atlatmak istiyorum.
Hayallerim karşılıksız.
Artık hayal kurmayı hiç mi hiç istemiyorum.
Kendi kendime kurduğum tüm hayalleri kendi ellerimle bir bir yıkıyorum.
Sadece devekuşu gibi kafamı toprağa gömeyim ve bu günler geçsin, hatta hiç yaşanmamış olsun istiyorum.

***

Şimdi Ağustos ayındayım.
Alaçatı’nda begonvil ve lavanta kokulu taş evlerdeyiz.
Saçlarımı dalga dalga omuzlarıma bıraktım. Yüzümde hiç makyaj yok. Parfüm sürmedim.
Deniz sonrası aldığım duşun temiz ve taze kokusu burnumdan ruhuma sızan...
İncecik, tiril tiril, uçuş uçuş beyaz bir elbise üzerimde.
Kapı eşiğine midye kabuklarından yapılma yalın bir rüzgar gülü asılmış.
Ben o kapı eşiğinde, akşamüzeri serinliğinde, batmak üzere olan güneşin karşısında, sonsuzluğa giden denize kollarımı açarak çekebildiğim tüm havayı çekiyorum içime.
İşte bu “huzur” diyorum ve hissettiğim bu huzuru mutluluk karesi olarak zihnime kazıyorum.

***

Eylül’de bir Pazar sabahı.
Uykumu almış bir şekilde erkenden, kendiliğimden uyanıyorum.
Bir önceki gün semt pazarından aldığım kütür kütür bademler, kan kırmızı domatesler, kızarmış “Pazar sabahı kokan” ekmeğim ve yeni demlediğim bergamutlu çayımla nefis bir kahvaltı yapıyorum.
Hava, yağmurlu, rüzgarlı ve soğuk.
“Evde oturmalıyım” diye düşünüyorum.
Yarım saat sonra bisikletimin tepesinde yokuş aşağı inen yolda buluyorum kendimi.Kulağımdaki harika melodilerim, rüzgarın okşadığı saçım ve yağmurun ıslattığı yüzümle birlikte üzerine pıtır pıtır damlalar düşen denizin yosun kokusuna kavuşuyorum.
İlk kez bu kadar ıslak, bu kadar terk edilmiş ve bu kadar bana ait.
Ve ilk kez ben ona bu kadar aitim.
Bu aidiyet duygusu içimi ısıtıyor.
İşte diyorum “Dolu dolu yaşamak budur hayatı; üşüten rüzgara, ıslatan yağmura, ve kayganlaşan zemine rağmen”
Yeni bir mutluluk karesi daha ekliyorum zihnime.

***

Ekim ayı.
Doğum günümün hemen sonrası.
Yüksek bir binada camın kenarında kalabalık bir grup yemekteyiz.Hava bulutsuz, manzara berrak.
Az ötemizde tarihi yarımada.
Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı koyun koyuna boylu boyunca uzanmış, poz veren gelinlik kız endamındalar.
Boğazın aksi suya yansımış, her yer ışıl ışıl.
Diğer tarafta minaresi göğe uzanan Yeni Camii'den ezan sesini duyuluyor.
Masayı donattık. Mezeler, kebaplar, sıcacık pufuduk pideler devamında kaymaklı künefeler.
Ezan bitiyor, masanın ucundan biri sesleniyor: “hooopppp”
Kadehler havada “sağlık ve mutlululuğa”, çin-çinnnn tokuşturuluyor.
Masaya bakıyorum, sevdiklerim birarada, yanımda.
Bardaklardaki beyazların içinde ben siyahi Cola Zero’umu kaldırıyorum yaşadığım yeni mutluluk kareme.

***

Kasım’ın 02’si. Pastırma yazı. Hava 25C ‘lerde, bol ışık, yakıcı güneş.
Güneş eşittir mutluluk.
Gece 4 saat uyudum ama olsun cin gibiyim. Ve ilaveten kıpır kıpır.
Fenerbahçe sahilinden Bostancı’ya kadar bisikletle 4 kişi önlü arkalı pedal çeviriyoruz.
Tüm o hınca hınç kalabalığa rağmen eğlenebiliyoruz.
Zaman zaman ağır tempo etrafı seyrediyoruz. Arada birileri arkada kalıyor söyleniyoruz. Bi bakıyoruz ki onlar öne geçmiş, anlamıyoruz hangi ara yanımızdan geçtiklerini.
Şort- t-shirt fazla geliyor.
Kasım’ın ikisinde bu ne şahane hava inanamıyoruz.
Dönüş yolunda deniz üstü salaş bir çay bahçesinde mola veriyoruz.
70’lerinde bir amca denize giriyor; ağır ağır suyun tadın çıkartarak hayatı gerisinde bırakırcasına keyifle, umarsızca kulaç atıyor.
Bir köpek gelip burnunu uzatarak beni kokluyor, okşayım diye kafasını kucağıma koyuyor.
Ayaklarımızı denize doğru uzatıyor, yüzümüzü güneşe dönüyor, “an”a teslim oluyoruz.
Sonra birbirimize bakıyor ve gülümsüyoruz.
Dertsiz, tasasız pembe çerçeveli bir mutluluk karesi yakalıyoruz.
Kendimiz gibi boş, aylak, plansız bir pazar gününün keyfini çıkarıyoruz.
Bisikletleri alarak dönüş yoluna koyuluyoruz. Dörtken iki oluyoruz.
Güneş, deniz ve içinde bulunduğum aydınlıktan gözlerim kamaşıyor.
Yanıma bakıyorum, gülümsüyorum.
“Bu huzur” diyorum işte “dünyalara bedel!”.
Hayat anlardan ibaret.Ve anlar karelerden.
Ve bu kare açık ara fark ile 2008’imin “ en mutlu mutluluk karesi” olarak kişisel tarihime damgasını vuruyor.
Öğreniyorum; kızılca kıyamet kopan fırtınalardan sonra doğan güneşler göz kamaştırıyormuş içinde barındırdığı tüm o karelerde...

Neslihan, kare nam-ı diğer 4 köşe:-)

Not: Bu yazımı yazdıktan yaklaşık 15 ay sonra 24 Ocak 2010'da  en üst sol köşede gördüğünüz Abidin Dino'nun çok şeker eserini "Mutluluğun Resmi" olarak yazıma ekledim. Emre Ergun'a teşekkürler... :))