24 Haziran 2009 Çarşamba

Akıl defteri

Not: Biliyorum 'Notlar' yazının başına değil sonuna konulmalıdır. Yazı başlarında olacaksa 'ithaf' olmalıdır. Ama 'ithaf yazılarının' benim için değeri o kadar büyük ki böylesine çalakalem bir yazıda hakkımı kullanmak istemedim.
Annemi sağlığına kavuşturmak için girdiğimiz bu mücadelenin her saniyesinde benimle olan, her türlü yardımı ve desteği sonuna kadar veren, aklı, sevgisi, çalışkanlığı ve iyi kalpliliği ile nefes aldığım müddetçe kendime örnek alacağım ve daha kelimelere sığdıramayacağım sonsuz mükemmlikte özelliklere sahip olan ağabeyim olmadan ben bunların hiçbiri yapamazdım. Onun tuttuğu ışıkla bir yola çıktık, Allah utandırmasın. iyi ki varsın abim, tırnağına zarar gelmesin...

***

Allah herkesleri esirgesin ama başımıza geliyor.
Havadan mı, sudan mı, yediğimiz içtiğimizden mi, hava kirliliği, stres, bu hayat koşullarında sürekli kafayı yememizden mi bilmiyorum ama eskisine göre çok daha fazla kişide kanser görüldüğü kesin.
Hep başkalarının başına gelir zannediyoruz fakat bir röntgen, ultrason, MR, tomografi veya kan tahlilinde hayat tepetaklak olabiliyor.
Hiçbir belirti göstermeden, hiç iz bırakmadan sinsice ilerliyor bu hastalık.
Tonlarca çeşidi var.
Her seferinde yeni bir şey duyuyorsunuz ve bu o kadar bilinmeyen ve korkutucu bir dünya ki her duyduğunuzla daha sersem oluyorsunuz.
Neye, kime, ne derece inanacağınızı bilemeden sürekli bir umut ışığı için debeleniyorsunuz.
Evet, eninde sonunda herşey kader.
Bunu bile bile kaderi yönlendirmek veya elinden gelen herşeyi yapmak istiyor insan doğal olarak. Eli kolu bağlı oturamıyor, oturmak feci koyuyor.
Biliyorsunuz bu çok hassas ve ip üstünde bir konu.
Ben artık günlük formatına soktuğumda bu blog'umda sadece takıntı halindeki not tutma alışkanlığımı küçük not defterlerimden buraya taşımaya çalışacağım.
Bu konunun hassasiyeti sebebiyle KESİNLİKLE birebir uygulamalara girmemenizi tavsiye ederim. Konunun uzmanı doktorlara MUTLAKA danışılmalı.
***
Kötü huylu tümörlerde ilk çözüm cerrahi müdahele. Cerrahi operasyon sonrası ya da cerrahi yolla müdahele edilemeyip direkt kemoterapi/radyoterapi tedavisinde çözüm aranan vakalarda MUTLAKA cerrahınıza, onkoloğunuza veya radyoloğunuza danışın.
Ben diyorum ki cerrahlar ve onkologlar yarı tanrılaşmış doktorlar.
Benim/bizim yaşadıklarımızın sadece ufak bir yol gösterici olmasını dilerim.
Yahut bazen o çaresizlik içinde girilen diplerden çıkmak için bir rehber.
Unutmayın her hastalık çeşidine, evresine ve hastasına göre MUTLAKA farklılık gösteriyor.

Ben bu dünyaya gireli yaklaşık 5 ay oldu.
O dönemlerde yaşadığım yüksek şaşkınlık, bilememezlik, çaresizlik, üzüntü ve sıkıntı sebebiyle attığım adımdan bile haberim olmadığından yaşadıklarımı yazamadım doğal olarak.
Şu anda bu mücadelede yolun yarısına geldik. İlk kısım olan cerrahi süreci 2 zorlu ameliyat sonrasında bitirdik. Şimdi 2. aşama olan kemoterapi tedavisinin başındayız.
Ve böylece artık hayatın normal tarafına daha yakın olduğumdan kendi yaşadıklarımı yazmaya vaktim olabileceğini düşünüyorum.
Binlerce detayın yaşandığı bu geçtiğimiz 5 ayın güncelini yakalayabilmek için en sondan başlayacağım.
Kimi zaman olayları anlatacağım, kimi zamansa -cümlesiz- madde madde notlar düşeceğim.
Detaylar aklıma geldikçe geriye dönerek o zamanlardan bahsedeceğim.
Bunu, bu yazıyı güncelleyerek mi yoksa yeni yazılar yazarak mı yapmalıyım henüz karar veremedim.
***
Allah kimseleri bu hastalıkla terbiye etmesin. Her daim yanınızda, yardımcınız olsun.
Bu imtihana soktuklarına da çare versin.

Bu mücadeledeki herkese sonsuz sabır ve güç, bu yolda yakınlarını kaybedenlere de Tanrı'dan rahmet diliyorum.
***

İlk ve en önemli tavsiyem internette okuduklarınıza ASLA inanmayın.(şu anda bu yaptığımla çelişecek gibi olsa da) Hatta mümkünse internete hiç girmeyin.
Doktorlarınız bilgi alma konusunda en doğru kaynaklar.
Doktorların ne kadar yoğun olduklarını ve hasta yakınlarını bilgilendirmede ne kadar cimri davrandıklarını biliyorum.
Siz siz olun bu talebinizde ısrarcı olun. Doktorunuzun peşini bırakmayın. E-mail, cep telefonu, muayanehane telefonu vs tüm kontakt bilgilerini edinin. Tabi ki çok abartmamak kaydıyla doktorunuza ulaşmakta ısrarcı olun.
Assistanıyla aranızı iyi tutun. İlk boş vaktinde sizinle görüştürmesi için ondan yardım talep edin. Gerekirse ufak hediyeler alın, bu yüzlerce kişi arasında sizi hatırlamasına ve sempati duymasına yardımcı olacaktır.
Muayenehane kapısında saatlerce bile olsa beklemekten yılmayın.
Sorularınızın basitliğinden çekinmeyin. Size yaptığı açıklamaları anlamazsanız mutlaka daha Türkçe konuşmasını isteyin.
Yanına girerken elinizde not defteriniz ve kaleminiz olsun. Bu not defterini daima yanınızda bulundurun. Hastanızla ilgili yakınmalar veya sorular olursa anında, unutmadan oraya yazın ki doktorun yanında girdiğinizde "neydiii, neydiiii?" olmayın.
Mümkünse doktorun yanına 2 kişi girin. Söyledikleri manevi olarak size ağır gelecek şeyler olduğunda dağılarak kontrolü kaybetme ihtimalinize karşın yanınıza sağ duyulu ve soğukkanlı bir yakınınızı almaya çalışın.
Girmeden önce not aldığınız soruların soruş sırasını zihninizde oluşturun.
Birlikte girdiğiniz kişinin üstleneceği rolü özellikle belirtin ki içerde karışıklık yaşanmasın. Sadece dinleyici olmasını mı istiyorsunuz, sadece not tutmasını, sorularınıza müdahele etmesini mi, bunu önceden belirleyin...

Diğer öneriler:

KEMOTERAPİ'de DAMARLAR'ın verilen ilaç sebebiyle yıpranması ve tedavi süresince bunun uygulamada sıkıntıya sebebiyet vermesi yüzünden, tedavi başlangıcında ve süresince her iki kola, günde yarım saat sıcak havlu sarınız. Havluyu ya kaynamış su buharında veya ütü ile ısıtabilirsiniz.
KEMOTERAPİ esnasında bağışıklık sistemi ve direnci arttıracak GNC VİTAMİNLERİ:
Grape Seeds Extract
Antioxidant
Shark Liver
Shark Cartilage
Multi-oil
Pomegranate

EMEND: Kemoterapi tedavilerinde bulantı kesici müthiş bir ilaç kapsül.
LOMOTİL: Cerrahi müdaheleler, alınan yoğun ilaçlar veya tedavi sebebiyle bozulan(ishal) bağırsaklar için harika bir ilaç.


yakında yazmaya devam edeceğim...

18 Haziran 2009 Perşembe

Ah Güzellik Vah Güzellik

Güzellik uğruna çektiğim acıların dili olsa da konuşsa...
Hiç şüphem yok benden baya bir şikayetçi olurlardı.
Bu acılar sayesinde kendi kendimi terbiye ederek acı eşiğimi oldukça yukarılara çekmiş bulunuyorum.
Beni canlı kanlı kesin, elektrik verin, oramı çekip burama ekleyin, şurdan koparıp ötekine dikin ucunda güzelleşmek varsa gık demem.
Ayrıca konu rekabete dökülse nice külhanbeyi babayiğitlere kök söktüreceğimden eminim.
Hiç unutmuyorum bir lazer epilasyon randevüm öncesinde bekleme salonunda dergimi karıştırken içeriden adeta bir dana boğazlanıyormuşçasına-sanırım sırtına uygulama yaptıran bir beyefendiden- gelen inlemelerle içim parçalanmıştı.
Çıkan sesler öylesine canhıraş ve o kadar yüksekti ki mikrofonsuz Harbiye Açıkhava'da rahatlıkla konser verilebilecek desibelde...
Üstelik kapı açılıpta içerden o inlemelerin sahibi çıkınca bana doğru yürüyen o değil bizzat kapının kendisiydi sanki:)
Ben deyim Kenan İmirzalıoğlu siz deyin İbrahim Kutluay. Esmer, uzun boylu, yapılı, bildiğiniz çakı gibi adam lakin o acılar beyne çakıldı mı çakı makı dinlemiyor anlaşılan.
Bir de bizim narin ve nazik fiziğimizde bıraktığı acıları siz hesap edin...
Ama sonundaki güzellik uğruna insan canlı canlı üstelik gönüllü işkenceye razı geliyor. Hem de üstüne bir dünya para ödeyerek...

Bu uğurda çektiğim acılar mı yoksa harcadığım paralar mı daha yüksek kestiremiyorum.
Yaklaşık 13 yaşımdan beri bu endüstriye tüm elimdeki avucumdaki önceleri harçlığımı sonraları da maaşımı akıttığım düşünüldüğünde henüz bir Adriana Lima olamadığımı idrak etmek pek gurur kırıcı.

Bu mücadelenin içindeyken insan doğuştan bütünüyle güzel olmanın ne ayrıcalıklı bir iltimas olduğuna hayıflanmadan edemiyor.
Veya öyle olmasa bile o özgüveni taşımanın nasıl yüksek bir liyakat...

Çünkü hayat, vasatlıklara, sıradanlıklara veya oldu bittilere şans tanımayacak kadar çekicilik, davetkarlık ve güzellikler etrafında dönüyor.
Çünkü tüm güzellikler baş döndürüyor.
Hayata dair ne varsa önce güzelliğin sınavından geçiriyor;
bir bakış, bir gülüş, bir söz, bir tılsım sonradan sonraya paylaşılıyor.
Ruh ikizliği filan hoş şeyler ama gönül gözünüz güzel diye görmeyince külliyen yalan oluyor.
Gönül anca güzel bulduğuna ateşleri yakıyor, titreşimlere kanıyor, başaşağı dönüp, kendini pilot sanarak kanatsız uçmak istiyor.
Pilotaj hatasıyla başaşağı çakılmadan, yanıp kora dönmeden, güzelinin gözlerinde erimeden hayatın mahmurluğu şekersiz bol limonlu limonataya benziyor: ekşi ve lezzetten uzak.

İşte böyle bir ruh halindeyken insan-bizzat ben, kendim ve şahsım- güzelliğinin doruğuna çıkmak;
bu doruğu doya doya yaşamak ve yaşatmak istiyor.
Bir yudum su gibi tutkuyla özlenmek, özlemek
Kokusunda davet olan kahve kadar kana girmek...

Ve sahip olduğu tüm güzelliğe güzellikler katıp aşık olmak tam mevsiminde...
Sonra da kendini borazan zannedip aşkını tüm dünyaya haykırmak...

İşte şimdi ben o haldeyim.
Bilesiniz istedim...

Nes, Güzellik

Yazı Tarihi: 18 Haziran 2009

16 Haziran 2009 Salı

Yaza giriş ritüeli

Cehennem sıcağı bir günün öğle vaktinde, güneş tepemizdeyken yapılacak bir iş değil bu ama niyetlendik bir kere.
Kadınlar kafaya koydu mu o iş yapılacak, lamı cimi yok!
Binanın kapısını açtığımız anda havada asılı olan o sıcak, şahane; buhar, sabun ve nem karışımı olan mistik koku yüzümüze çarpıyor.
Methini bu kadar duyduğumuz yeri merak ediyoruz.
Adımlarımız ağır ağır, ruhumuz sindire sindire, bakışlarımız bir çırpıda 2 kat aşağıya iniyor.
Hafif ürkek, hafif tedirgin ama hepsinden çok hevesliyiz.
Giriş kapısını görür görmez bikinili, güler yüzlü kadınlar arkalarındaki gazoz dolabıyla birlikte ‘hoşgeldiniz’ diyerek bizi karşılıyorlar.
Bikiniler, sıcak ve buzzz gibi gazozlar onlarda;
Elimizde valizimsi bir çanta; içinde havlular, taraklar, bilumum güzellik malzemeleri bizde, ‘hoşbulduk’ diyoruz.
Bir kokteyl ikram etseler nerdeyse tatil köyüne giriş yaptığımızı düşüneceğiz.
Kırmızı halılar serilmiş yoldan geçiyoruz ve kapılar açılıyor.
Tam karşıda yüksek ayar bir vantilatör havada salınan buharı ve beraberinde saçlarımızı dağıtıyor.
İçerdeki ağır hava fanın önünde uçuşuyor.
Elimize odamızın anahtarını veriyorlar. İçeri girip büyük bir hevesle ‘yaza giriş ritüelimiz’ için hazırlanmaya başlıyoruz.
5 dakka sonra tamamız, hazırız.
Hayır peştemal filan yok.
Artık formata uygun olarak biz de bikiniliyiz.

İçeri girince yüksek bir kayadan suya atlarkenki gibi nefesimi tutuyorum.
Az sonra yaşanacakları merak ederek...
Yüksek tavan, geniş kubbe ve ekolu ses nefes kesici.
Hemen yukarı bakmak istiyorum.
Kubbedeki aralıklardan içeriye bir ışık hüzmesi sızıyor.
Sanki ilk defa ışık görmüşcesine büyüleniyorum.
Işık, kubbenin altındaki göbek taşına doğru bir teleskopun ucundan görüyormuşum gibi yukarıdan aşağıya akıyor. Hüzmenin içinde dönen havada nem ve sıcak üstüme kayıyor...
İnanılmaz bir estetik.

Göbek taşının üzerinde, o sıcaklık tüm hücrelerime sızarken ben tam da orda zamanı durduruyorum.
Dışarıda hayat tüm hızıyla devam ediyor.
2 kat üzerimizde insanlar bir yerlere koşuşturuyor, yetişmeye çalışıyor, birşeyler alıyor, yemek yiyiyor, sigarasından bir nefes çekiyor, sevgilisinin elinden tutuyor, çocuğunu itiştiriyor, arabasını kullanıyor, bağıra çağıra konuşuyor ama ben işte tam burada hayatı durduruyorum.
Tüm seslere kulağımı kapatıyorum, gözlerim zaten kapalı.
Hissettiğim müthiş bir ferahlık.
Ruhum yukarı çıkıyor ve oradan aşağıdaki beni izliyor.
Yukarıdaki ben aşağıdaki ben’e göz kırpıyor.
Huzur...
Değişik, tarifi zor; hem çok bebeksi hem çok kadınsı bir duygu:
Herşey tertemiz, mis kokular, köpükler, aydınlık, eko ve kendin.

Bakır taslarla üzerimizden su döktükçe azalıyoruz, hafifliyoruz, güzelleşiyoruz.
Ruhum iyice yükseliyor.
Kanatlı bir kıratla boğazı geçerek dört nala İstanbul’a uçuyor.
Yukardaki ben göbek taşındakine:
'yarınki kemo’dan hiç korkma, herşey sağ sağlim geçecek, iyi olacak, bak seni iyi hissetmen için İstanbul’a sevgilinin yanına uçuruyorum şimdi’ diyor :)

Kubbeden üzerime iri bir damla düşüyor, bir sabun köpüğü patlıyor, kendime geliyorum.
Doğrulup, ayaklarımı yere basıyorum.
‘Yaza giriş ritüelim görevini yerine getirdi’ diyorum.
“Zamanın ne içinde ne de dışında olan” bir mekana doğru süzülüverip, suya teslim olmak harika hissettiriyor...

Yazı Tarihi: 15 Haziran 2009

9 Haziran 2009 Salı

Hayat dolu 'tutku' hastalıklı 'takıntı'ya karşı

"İstanbul'u özlemekten çatlıycam, çıldırıcam, pul pul deriler döküp, göz göz kabarıcam. Ona dair her görüntü, her ses, her haberle ruhum yükselip boğaza uçuşunca nerelerde tutcaz bu beni, bilmem ki?"
diye yazdım 08 Haziran'da Facebook statüme.
Çünkü öyle...
Çünkü aynen öyle hissediyorum; ne bir eksik, ne bir fazla.
Dün Facebook'ta bir arkadaşımın çektiği İstanbul görüntülerini izleyince kabardım. Görüntüleri öylesine içine aldı ki beni dünyam şaştı, gözlerim doldu.
Sanki onunla birlikte gezdim; o kameranın, o anın, o yolların, o havanın, nefesin içine girdim.
Ruhum yükseldi onun yanına sokuldu.
Uçtum, uçtuum, uçtuuummm ve onun baktığı yollara kondum. Beni oralarda görsün istedim.
Oysa İstanbul'dan ayrılalı henüz 6 gün olmuştu.
Bilir misiniz bende fena halde bir 'homesick' durumları var. Yani Türkçesi ev bağımlılığı/sıla hasreti ve bu sılaya kavuşamayınca hasta olma durumları.
Evden 1 haftadan uzun ayrılınca vücudumda kabarcıklar çıkmaya başlıyor. Önce bir iki yerimde -ki genelde ayak bileğimde başlayan- minicik sivrisinek ısırığı gibi ufak ufak uçlar beliriyor.
Onlar ilkin tatlı tatlı sonra ben kaşıyıp yara yapmaya başladıkça da acı acı kaşınıyor.
Ve ben kaşıdıkça onlar kaşınıyor, onlar kaşınıkça daha çok acışıyor.
Sonra o minik ısırık benzeri şeyler kabarıyor, göz göz oluyor, kocaman beyaz para para kabarıklığa dönüyor.
Ayakbileğimden diz kapağımın önü, arkası, yanı, kemiğimin köşesi derken tüm bacaklar iptal oluyor. Ve her yerde aynı emareler.
O kaşıntılar zamanla göz göz kabarık, sonra para para yara, sonra da pul pul deri dökülmesi halini alıyor.
Ama sonra birden, ansızın, bir sabah uyandığımda geçiyor.
Nasıl mı?
Ben kafayı yiyip eve döndüğümde...
Aniden sönüyor.
Bu hastalıklı durum beni terk ediyor.
Derim kendini toparlıyor, yaralar ufalıyor ve kapanıyor, kaşıntılar geçiyor ve cildim parlamaya başlıyor.
Artık eve gelmişimdir.
Kendi yatağım, kendi duvarlarım, kendi evimin kokusu ile başbaşayımdır.
Bildiğim yola bakarım camımdan, mutfak dolaplarındaki raflarımda neyin ne olduğunu gözü kapalı bulurum.
Sevdiğim eşyalar, tanıdık huzurum hatta alışılagelmiş sıkılmışlığım dahi beni rahata kavuşturur.
Özlemlerime şimdi daha yakınımdır kendi yuvamda, sığanak kalemde.
Birçok arkadaşım doğma büyüme Ankara'lı olduğum için bu sonradan olma İstanbul'luluk halimdeki aşkımı anlayamıyorlar.
Saplantı, takıntı, abartı diyorlar.
Benimse cevabım net:
"Bu duygunun adı takıntı değil, tutkuyla sevmek, bilir misiniz?"

Şu anda Ankara'dayım.
Yaklaşık 20 saat sonra, 24 saatliğine tutkuyla sevdiğim şehre geleceğim kısmetse.

Bu sevgiyi doyasıya yaşamak için, yaşadığımı hissetmek için, geleceğe dair hoşuma giden birşeylerin beni ayakta tutması için bu tutkuya çok ama çok ihtiyacım var, bilir misiniz?


Yazı Tarihi: 09 Haziran 2009

Not: Ben bu yazımı 09 Haziran'da yazdıktan sonra 12 Haziran'da Ayşe Arman yine çok şahane bir yazı yazmış. Tahmin edeceğiniz üzere yazının en çok "tutku&heyecan"la ilgili paragrafını sevdim. Bir de mektup yazıp, kasaya kaldırıp seneler sonra okunmasını. Evet, tabi ki ben de yapacağım aynısını. Kimbilir kaç sene sorna, kim açacak o mektubumu?
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11849389.asp?yazarid=12&gid=61

8 Haziran 2009 Pazartesi

Hayatınızın rutin kontrollere bağlı olduğunu biliyorsunuz, e ne duruyorsunuz?

En son ne zaman check-up yaptırdınız?
Siz?
Eşiniz?
Çocuklarınız?
Ve en önemlisi anneniz-babanız?
Şakası yok...
Günümüzün en yaygın hastalıklarından biri olan kanserde yaşam şansı sadece erken teşhise bakıyor.
Ve maalesef ki birçok kanser türü sinsice, hiçbir belirti göstermeden hızla bünyede yayılabiliyor.
Tüm kanser çeşitleri 4 evre.
1 veya belki 2. evrede kanseri yakaladığınızda tedavi şansı yüksek.
Tekrar ediyorum hiç ama hiç belirti göstermemesine rağmen kanser çok hızlı yayılarak sadece 4. evrenin sonlarında kendini belli edebiliyor ama maalesef çoğu zaman bu noktada çok geç kalınmış oluyor.
Kanserin sebebi ve kesin tedavisi bilinmediği/bulunmadığı için başka tavsiyelerde bulunamamak içler acısı.
Son 5 aydır içinde bulunduğum bu dünyada gördüğüm nice vakalar yürek yırtıcı.
Hastanelerde, muayenelerde, ameliyat öncesi/sonrası vakalarda, tedavilerde ve birçok vakada sapasağlam görünen birçok insanın birkaç ay ömrünün kaldığını bilmek kanımı donduruyor.
Bu yüzden lütfen ama lütfen sağlık kontrollerinizi ihmal etmeyin, ettirmeyin.
Birine veda ederken ya da telefonu kapatırken, bir yerden ayrılırken, ayaküstü konuştuğunuz birinin yanından giderken, hatta mağazalardan filan çıkarken hiç tanımadığınız birileri belki de der ya hep 'kendine iyi bak' diye
bu laf bana her geçen gün daha anlamlı geliyor
Kendinize ve tüm sevdiklerinize iyi bakın
Laf da değil hakikaten iyi bakın, önemseyin, ihmal etmeyin, bu konuda titiz, takıntılı, prensipli, bencil, huysuz ve ısrarcı olun.
Hayatın ve sağlığın şakası yok.
Her gün mutlaka süt için.
Yoğurt, peynir, et, yumurta ve bol bol taze sebze meyve yiyin.
Mutlaka spor yapın.
Bir hobi edinin.
İyilik yapın.
Başkalarının ah'ını almayın.
Aşık olun, tutkuyla ve içten sevin.
Aşk hayatı güzelleştiriyor. Hayata dair bağlılık, neşe ve güç veriyor. En platonik olanları bile 'bir gün ya olursa' umudu taşıyor.
Biliyorsunuz insanı hayata bağlayan güç 'umut' oluyor.

Umutla, sağlıkla, sağlıcakla, sevdiklerinizle kalın...

Yazı tarihi: 08 Haziran 2009

6 Haziran 2009 Cumartesi

Havada asılı kalan kelimeler aslında çok şey ifade ederler

Neslihan Kilic is...
Roland Garros & Roger Federer
F1 İstanbul Park & Jenson Button
NBA Finals
Ankara GOP Koza Sok. & Anne, Onkoloji Tedavisi, Prof.Dr. Aytuğ Üner, Dr. Ahmet Zileli
Ankara& Alaçatı planları& hazırlıkları
Ankara& Lara Fabian, hayaller, planlar& hazırlıklar
Uçurtma Avcıları, gazete, yazı
Panora& Nar çiçeği oje, suya dayanıklı yapıştırıcı
Facebook statüleri, düşünceler& hasret
Kurban hazırlıkları&akrabalar
Sadberk& Tubiş, Zaf& Gözde
'hep aynı adamı sevmek istiyorum' cümleleri, yap-bozları
ve sevgiliye özlem...

yazı tarihi: 06 Haziran 2009

4 Haziran 2009 Perşembe

Lafın bittiği yer

Hayata dair en büyük mutluluk geleceğe dair plan yapmakmış, bunu ilk kez dün gece tattım.
Ve ben ömrümde ilk kez dün gece mutluluktan ağladım.
2009 daha önce yaşadığım yıllardan bambaşka yaşanmışlıklar getirdi bana. Hiç beklemediğim, ummadığım, konduramadığım uğursuzluklar bir sülük gibi yakamıza yapışıp içimize tuz ruhu dökülmüşcesine bizi kavurdu.
Ve kolum kanadım kırık, içimdeki kara delik, acılarım ve korkularım birbiriyle bütünleşti.
Öyle günler, geceler geçirdim ki izlerini ömrüm boyunca beraberimde taşıyacağım.

Ama sonra sanki ulu, kudretli bir kol gökyüzünden indi ve batmak üzere olan, can çekişen bedenimi ufak bir dokunuşla yukarı iterek beni nefese kavuşturdu. Üstelik yıllardır alamadığım, hasretini çektiğim eşsiz bir nefese...
Şimdi 'Yin&Yang'ın yeryüzündeki yansıması olarak görüyorum yaşadıklarımı.
Her gecenin sabahı, her güzün baharı...

İyisiyle kötüsüyle
herşeye rağmen
tüm yaşadıklarım ve sahip olduklarım için şükrüm ve minnetim sonsuz.

Nefes aldığım her saniye için ve Haziran ayında Ekim ayı planı yapma mutluluğunu bana yaşattığı için yüce Allah'a sonsuz kere şükrediyorum.

Lafın bittiği yerdeyim...

Yazı Tarihi: 04 Haziran 2009