26 Ağustos 2009 Çarşamba

Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine


Biraz geç oldu; ben 1,5 ay kadar rötar yaptım ama hep aklımda.
Sevgili arkadaşım, biricik destekçi okurum Gülcan Ezer geçtiğimiz Temmuz ayında evlendi. Hayatını uzun zamandır güzel bir birliktelikleri olan Hüseyin Gökçeoğlu ile birleştirdi.
Tam evlilik tarihlerini yazamıyorum çünkü önden, Temmuz'un başında, Çanakkale'de bir düğün partileri oldu.
Sonrasında sanırım 2 hafta sonra Ankara'da nikahları ve akşamına da nikah sonrası partileri oldu.
Ben annemin rahatsızlığı sebebiyle çok istememe rağmen Çanakkale'ye ve Ankara'daki nikaha gidemedim ama kısa da olsa nikah sonrası kutlamalarına katılabildim.
Gülcan yine her zamanki gibi çok zarif ve güzeldi.
Hüseyin'i ise ilk kez gördüm. O da Gülcan'ın eşi olmaya yaraşır şekilde beyefendiydi.
Birlikte ettikleri ilk dansları öylesine güzel ve estetikti ki bayıldım.
Hele hele ben gibi dans özürlüsü biri için fazla komplike bile denilebilirdi.
Ben ki seneeeler boyu folklör oynamış, ülkemizi yurtdışında temsil etmiş biri olarak bu slow dans'taki başarısızlığım yüz karam.
Kısmetse sevgili arkadaşım Hande Turan'ın arkadaşı Orçun'dan hazır Ankara'dayken birkaç saat dans dersi alacağım, belki kuralıyla yaparsak kıvırırız bu işi.
Hayır sonra pat diye düğün dernek olursa hazırlıksız yakalanmayalım, di mi yani? :-P
Neyse konuyu kaynatmayalım, dönelim Gülcan'la Hüseyin'e.
O akşam ikisi de çok hoşlardı.
Gülcan'ı tanımama vesile nadidem Aynur'um tabi ki de ordaydı. Üstelik Aynur sayesinde sadece Gülcan'ı değil onların tüm ekibini tanıdım ve hepsini tek tek, ayrı ayrı sevdim.
O gece ekibin renkli kişiliğyle eşine ender rastlanan üyelerinden sevgili Sertaç Eliyürekli de ordaydı.
Ve onların ekibe yeni katılan Çağrı da...
Ekibin çılgını Eda Özek de olsun isterdim ama Eda Çanakkale'ye gittiği için Ankara'ya gelememişti.
Keza Altıngül ve Nuray'da.
Benim için kısa da olsa çok eğlenceli bir akşam geçirdim.
Gülcan ve Hüseyin'in mutluluklarına şahit olmak içimi ısıttı. Güzel şeylerin yaşandığını görmek sevgiye dair inancımı arttırdı, bana yürek verdi.
İnsanın sevdiği ve doğru olduğuna inandığı birine rastlaması ve onunla hayatını birleştirmesi eşsiz bir mutluluk, sonsuz bir huzur olsa gerek.
Allah tüm isteyenlere nasip etsin ve
Gülcan ve Hüseyin'i ömür boyu mesud etsin.
"Tek yastıkta kocayın çocuklar, mutluluğunuz daim olsun" :))

******


Şimdi sırada törenleri 40 gün 40 gece sürecek Hülya ve Mark çifti var.
Benim canlarımdan olan Hülya şu anda Mark'la birlikte Amsterdam'da yaşıyor.
Geçen hafta orada Hülya için şahane bir bekarlığa veda partisi yapıldı.
Birkaç hafta önce buraya geldiğinde de kendisiyle gelinlik seçimi yaptık.
4 Eylül'de Amsterdam'da nikahları olacak.
Bu arada ilk defa duyuyorum; Amsterdam'da nişan için de belediyenin aynen nikahtaki gibi onay ve tarih vermesi gerekiyormuş. Bizimkilerin nişanları Amsterdam Belediyesi'nin izniyle tamamdır.
Oradaki nişan ve nikah kolay, sırada Hülya'nın babasının izni var :)
Bizim kız zaten yapısı gereği fazla heyecanlı olduğu için şimdilerde uçuş uçuş uçuşuyor.
Eylül'ün 20'lerine doğru müstakbel yabancı damat Mark enişteyle birlikte bilimum arkadaşları ve İngiliz olan akrabalarıyla maaile İstanbul'a gelecekler.
İstanbul'da her akşam bir aktivite var.
Önce kız isteme- ki bu Mark'ın İngiliz akrabaları tarafından kağıttan Türkçe olarak okunacak- olacak. Ve tabi akabinde nişan.
Sonra gelin hamamı.
Kına ve bekarlığa veda partisi de yapılacak.
Ve sonra düğün...

Türkiye'de olacağı 1 haftada hangi birini hangi akşam yapacaklar bilmiyorum.
Eeee yabancı damat anlasın durumu, bizden kız almak kolay değildir;)
Bu arada ben bu seromonilerin bir kısmında Ankara'da olacağım, sanırım düğünden 1-2 gün önce İstanbul'a gelebileceğim.
Harika günler...
Bol neşeli davul zurna çalmalı
At üstünde kız getirmeli.
Aile olmanın yerini başka hiçbir şey tutmuyor.
Bu huzur başka hiçbir duygu ile doldurulamıyor.

Tekrar diliyorum; Allah tüm isteyenlere tamamlanmayı nasip etsin.

Aşkla ve duayla...

Yazı Tarihi: 27 Ağustos 2009

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Hayat bizim ondan yaptığımız şeydir

Farkındayım; son zamanlarda blog'uma alıntı köşe yazılarını sıklıkla eklemeye başladım.
Bu alıntı bir yanıyla beni üretim tembelliğine mi götürüyor diye düşünürken diğer taraftan da böylesine ben gibi düşünen yazıları, kalemleri okudukça hislerime tercüman oldukları için aynen alıntı yapmakta ve sizinle paylaşmakta çekince görmüyorum.
Zaten evlerde tüm ışıklar söndüğünde, şehir karanlığa gömüldüğünde ve herbiriniz yataklarınızda uykuya daldığında ve ben kabuğuma çekildiğimde kendi dünyamda belki de kendimi daha yalnız hissetmemek için böylesine bir paylaşım ihtiyacı duyuyorum.
Şehir uyuyor ben yazıyorum.
En azından uzaklarda bir çift gözün satırlarımı okuduğumu ve ona değdiğimi düşünüyorum. Belki boş bir avuntu ama olsun iyi hissettiriyor.
Yazmam için, yazmanın karşılıksız tutkusunu taşıyabilmem için bana güç veriyor. Böylelikle yazılarına bağlandıklarım için kendime takip sorumluluğu kazandırıyor.
Biliyor musunuz hiç tanımadığınız birini onun kaleminin içinden geçerek, yazdığı her satırı damla damla içerek, ölçek ölçek tanımak çok farklı bir tılsım.
Onun dünya görüşü, değer yargıları, günlük yaşantısı ve duygu hazinesine aynı pencerlerden bakmak, aynı yolda yürümek, aynı his erozyonları içerisinde medcezirlere uğramak tarifi zor bir bağ yaratıyor.
Bir nevi tiryakilik, sanal bir urgan...
***
Sevdiğim ve düzenle takip ettiğim yazarlarda hissiyatım işte bu şekilde.
Birini sevmek onu kültürüyle birlikte sevmektir demişler.
Evet doğrudur.
Onun kültürünün diplerini, taşkınlıklarını, dolambaçlı yollarını, en naif ve yalın hallerini tanıyıp okudukça ona olan bağımlılık yüksek dozlarda artabiliyor.
Sevgi, hayranlık, beğeni, saygı, aidiyet, doyum, entellektualite veya hiçbirşey...
Adına ne derseniz...
Bence hepsi...
İşte bu yüzden bugünkü Prof.Dr. Osman Müftüoğlu'nun Hürriyet'teki köşe yazısından alıntılar yaparak sizinle paylaşacağım.
Onu ve yazılarını kendime çok yakın hissettiğimden hayranlığım da bir o kadar yüksek.
Yazının tamamını okumak isterseniz aşağıdaki link'e tıklayabilirsiniz.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12334599.asp?yazarid=95

Huzurla kalın...

Ramazan beden ve ruh için müthiş bir ‘iç doktor’dur

“Hayat bizim ondan yaptığımız şeydir.” Bu cümleyi evvelsi akşam yakın bir arkadaşımdan öğrendim. O da bir kitaptan okumuş. Bir Tibet özdeyişiymiş. Doğru! Hayatımızı biz üretiyoruz. Kararları biz veriyor, biz uyguluyoruz. Anlamını, dokusunu, kokusunu, tadını, rengini biz oluşturuyoruz.

EĞER iyi hayat yolunda bir şeyler yapmak istiyorsanız önünüzde kocaman bir fırsat var. Bir aylık mükemmel bir farkındalık yolculuğu fırsatıdır bu. Bedensel ve ruhsal ağırlıklarınızdan kurtulmanız, yeniden kendiniz olmanız, farkındalıklarınızı çoğaltmanız, coşkuyu, neşeyi, sevmeyi, gülmeyi, anlamayı, öğrenmeyi, paylaşmayı ve vermeyi arttırmanız için otuz günlük kocaman bir fırsat.
Ramazan ayı iyi bir hayatı yeniden inşa etmek, iyi bir hayatın yolculuğuna yeniden başlayabilmek, iyi bir hayata can suyu verebilmek için mükemmel bir fırsattır.
Kabullenmek için, şükretmek, affetmek için, arınıp değişmek için, ağırlıklardan kurtulup hafiflemek için, cömertlik, alçak gönüllük ve sevgi için çok iyi bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirin. Bu fırsatı lütfen iyi değerlendirin.
Ramazan diyet ayı değildir
..........
Bu güzel ay sahip olmanın değil kendiniz olmanın, şükredip inanmanın, huzura, sevgiye, saygıya ve paylaşmaya odaklanmanın ve hayatı bize sunan sonsuz güce sınırsız inanmanın zamanıdır.
.......

UNUTMAYIN

Huzur, kanserden de ülserden de korur

İyi bir hayat inşa etmenin en etkili yolu huzura odaklanmaktır. Ramazan ayının en önemli yararı ise bedene ve ruha verdiği huzur desteğidir. Bu huzur sizi kanserden de, ülserden de, başka hastalıklardan da koruyacaktır! Huzuru bol, keyfi, neşesi, eğlencesi zengin, koşuşturması, üzüntüsü, endişesi, korkusu az bir hayatın bedensel ve ruhsal bağışıklığı güçlendireceğini bilmelisiniz. Bu ayda sevdiklerinize, inançlarınıza, değerlerinize ve aidiyet duygunuzu geliştiren diğer güçlerinize sarıldıkça, bedeniniz de, ruhunuz da iyileşecek, hastalıklara karşı direnç kazanacaktır.

........

BİR BİLGİ

Hem bedensel hem ruhsal arınma ayı
Bu ay tutacağınız oruçlar sadece bedeniniz değil, ruhunuzu da arındırır. Size yalnızca bedeninizde biriken toksinleri atma fırsatı vermez, ruhsal arınmayı da hızlandırır.
........
Eğer bu ayı daha da sağlıklı bir ay haline getirmek istiyorsanız, hastalara, yaşlı ve yoksullara yardım etmeyi unutmayın. Aile büyüklerinizi, akrabalarınızı ziyaret edin, hiç olmazsa telefonla arayın. Kaybettiğiniz dostlarınızı, akrabalarınızı hatırlayın ve onlara ışık yüklü, güzel dualar yollayın. Bu ay her akşam yarım saatinizi “iç hesaplaşmalarınız” için ayırın. Bunu korkmadan, çekinmeden, kendinizle bir kavga haline getirmeden yapın. Doğru ve iyi yanlarınızı (iyimserlik, yardımseverlik, affedicilik, hoşgörü, iltifat, sevgi…), yanlışlarınızı (kıskançlık, korku, endişe, olumsuzluk…) yan yana koyun ve iyilerini çoğaltmaya, kötülerini azaltmaya çalışın. Bu ay her zamankinden daha çok af ve özür dileyin. Daha çok şükredin.

Yazı Tarihi: 24 Ağustos 2009

23 Ağustos 2009 Pazar

Baba ve Piç- Elif Şafak


2006'nın Mart'ında ilk çıktığında yoğun bir "Baba ve Piç" fırtınası vardı etrafımda. Birçok arkadaşım okuyor, gazeteler dergiler sürekli bu kitaptan bahsediyor, gittiğim tüm kitapçıların raflarında boy boy bu kitabı görüyordum.
Bense o aralar bu güncelliği yakalayıp kitabı okumakla, popularizmin esiri olmamak arasında kaldığımdan kitabı okuyup okumayacağıma karar veremiyordum.
Elif Şafak'ın deyimiyle "araf"ta kalmıştım.
Sonucu yine duygu dünyam belirledi:
2003 Kasım'ında babamı kaybettiğimden ve yüreğimin yarası henüz hiç iyileşmediğinden içinde "baba" kelimesi geçen herşeyi yasaklamıştım kendime.
Ve bu kitabı okuma düşüncesini bu yasağım sebebiyle gönül rahatlığıyla rafa kaldırabilecektim.
Sonra annemin hastanede yattığı dönemde bir arkadaşım bana "Aşk"ı hediye etti.
Ve ne olduysa o kitapla başladı.
Kalemi böylesine kuvvetli, içinden böylesine insan ruhu geçen bir kitap daha önce okumamıştım.
Kitabın üzerimde bıraktığı etki o kadar kuvvetliydi ki hayatıma bunca zaman Elif Şafak'ı sokmamanın ezici hayıflanmasıyla tüm kitaplarını birbiri ardına okumak istedim.
"Aşk"tan sonra, tek yazara gömülüp kalmamak, duygu ve görüş dünyamı çeşitlendirmek için araya başka kitaplar aldım ama yeni bir Elif Şafak kitabı için sabırsızlanıyordum.
Böylelikle "Baba ve Piç" i son sürat okumaya başladım.
Başladım ama kitabın içine bir türlü giremedim.
Ona şans verdim; belki başları sıkıcıydı ama ortalarına doğru konu derinleşecek ve kesinlikle müthiş bir akıcılıkla gidecekti.
Maalesef ki ortalarda ve hatta sonlarında bile kitap aynı sığlığında ve hareketsizliğinde devam etti.
Ancak son 30 sayfada şaşırtıcı bir yöne akmaya başladı.
Yine de bu hiç beklenmedik gelişme sanki kitaba zoraki bir "şaşırtıcı son" hazırlanma endişesiyle yaratılmıştı.
Zoraki absürdleştirilmişti.
İyi ki önden "Aşk"ı okumuşum.
Yoksa böylesine donanımlı ve kalemi kuvvetli bir yazarı hem bu akmayan kitabı
hem de Ermeni meselesi gibi önemli bir konuya tek pencereden, belgesiz, cinlerin açıklamalarına sığınarak doğru kabül ettiği yanlı görüşlerinden dolayı ilelebet rafa kaldırırdım.
Yine de Elif Şafak okumaya devam edeceğim; ne de olsa bir insanı tanımakla başlar herşey...

Ve merak edenler için kitabın arka kapağı:

"Kocanızın izni lazım elbette," diye devam etti sekreter, artık cıvıltılı olmayan sesiyle. "Tabii eğer evliyseniz...?"
Odadakilerin meraklı bakışları üzerinde ağırlaştı. Ne var ki Zeliha'nın yüzünde ne sıkıntıdan eser vardı ne mahcubiyetten. Bu toplumsal işkenceden keyif alıyor değildi elbette ama içinden bir ses başkalarının fikirlerini ve yargılarını umursamamayı öğütlemişti ona. Ne de olsa fark etmeyecekti sonuç olarak. Son zamanlarda bazı kelimeleri kişisel sözlüğünden çıkarmaya karar vermişti, "utanç" pekâlâ bunlardan biri olabilirdi. Bu kürtaja onay verecek bir koca yoktu ortada. Bu çocuğun bir babası yoktu.
Neyse ki kocanın olmayışı formalitelerde bir avantaja dönüştü. Görünüşe göre kimsenin yazılı iznini almasına gerek yoktu. Bürokratik düzenlemeler, evli çiftlerin bebeklerini kurtarmak için gösterdikleri özeni evlilik dışı doğan bebekler için göstermiyordu anlaşılan. Babasız bir çocuk neticede bir piçti ve İstanbul'da bir piç, sallanan bir diş gibi her an düşmeye hazırdı.
Baba ve Piç, İstanbul-San Francisco hattında gidip geliyor: Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Ermeni asıllı Amerikalı Çakmakçıyanların 90 yıla yayılan öyküleri iç içe. Kederli bir geçmişi tamamen unutmak mı daha doğru, geçmiş bilincini beraberinde taşımak mı? Diğer yandan bir kadınlar romanı Baba ve Piç: Erkeklerin apansız ve açıklamasız ölüverdiği, geriye hep kadınların kaldığı bir sülaleden dört kuşak kadının hikâyesi. Anneannelerin, ciciannelerin, teyzelerin hafızalarıyla can bulan bu romanı severek okuyacaksınız.

Yazı Tarihi: 22 Ağustos 2009

The "One"



Her seferinde ilkmişçesine aynı heyecan ve aynı soluksuzlukta dinliyorum U2'nun "One" şarkısını. Duygularımın beni sarsan şiddetini aynı derinlikte ama farklı farklı fazlarda, hazlarda yaşıyorum.
Dağarcığımda bu şarkıyla boy ölçüşebilecek tek tük şarkı arasından ısrarla bunu birinci seçiyorum.
Hem mutluluk, hem üzüntü, hem çokluk hem de yalnızlık şarkısı oluyor o benim için.
Ve hiç şüphem yok ki yaşım, yaşadıklarım, aşklarım ne olursa olsun bu şarkı benim hep en özelimde, en tekelimde kalmaya, dinlenmeye ve hissedilmeye devam edecek.
Her kulaklarımda yankılandığında içimde yankılanacak, içimdeki o "The One"ı en derinimde hissettirecek.
Ertuğrul Özkök yine şahane bir pazar yazısında mükemmel kalemini bu sefer de "One" a değdirmiş, iyi de etmiş...
Böylesine güzel bir şarkı belki de ancak böyle hissiyatlı anlatılabilrdi.
Ben bayıldım, tabi ki sizinle paylaşacağım...

Şarkıyı dinlemeniz için bu linke:
http://www.vtunnel.com/index.php/1010110A/271cd50835c100e06917cd027ffe8c70964d42a131a5dd876bcabf189f1a4f7ab1d3dc99e6f8415a15936

Yazıyı okumanız için de bu link'e tıklayabilirsiniz:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12331707.asp?yazarid=10&gid=61


Ah Biricik, senin yüzünden

O gece Zagreb’de hayatımın en heyecan verici gecelerinden birini geçirirken fark ettim.

U2 "The One" diyordu.
O, "one" kelimesini nasıl çevirmek lazım diye düşündüm.
En alelade manasında "bir" desen, yok, hiç alakası yok.
Biraz daha derine inip, "tek" desen.
O bile bayağı sığ kalıyor.
Zagreb konseri, bir daha hiç çıkmamak üzere kanıma, mazime, geleceğime giriyordu.
Kelimeler kifayet etmiyordu.
Bula bula o kelimeyi buldum.

"Biricik..."

* * *

Yine o gece en çaresiz anımda damarıma takılmış serum gibi kanıma işleyen o stat uğultusu beni acayip bir tribe sokuyor.
Bitmez tükenmez meditasyonlarımdan biri başlıyor.
Çakralarım açılıyor ve fark ediyorum.
O "one", o "biricik" var ya, işte o neyse, bizi pervaneye çeviriyor.
Kendini terk etmiş bir semazen gibi, o biriciğin etrafında dönüp dolaşıyoruz.
Sanmayın ki, şuursuzca, hayır tam aksine bütün şuurumuzla.
Bilinç dediğimiz o kendini bilme halinin en keskin kararıyla, taammüden dönüp duruyoruz.
İşte o "biricik" var ya, bütün ihmallerimizin tek müsebbibidir o.
Bazımız için işimiz, bazımız için inancımız, bazımız için bir kadın veya bir erkek, bazımız için bir tutku, yazmak, dinlemek, bestelemek, oynamak, kazanmak tutkusu, yani iktidar.
Bazılarımız içinse kendimiz. Sadece kendimiz.
Her halükárda, bir şeyleri, birilerini ihmal ettiren, ıskalatan bir şey.
Ama bütün bunlara değer bir şey.

* * *

Sonra bir an gelir, kendi kendinizden müsaade isteyip teneffüse çıkarsınız.
Etrafınıza, mahalleye, ihmal edilmiş şeylere bakarsınız.
Mesela, mutlaka dinlerim diye bir kenara koyduğunuz bir CD’ye, bir kitaba.
İhmal ettiğiniz bir arkadaşa.
Eski bir sevgiliye, ne bileyim, eşe dosta...
Dün benim böyle bir günümdü.
Selmi Andak’ın bestelerinden yapılan "O Şarkıyı Henüz Yazmadım" CD’sini dinledim.
Ve, Sevinç Tevs’i hatırladım.
Daha doğrusu, bütün hayatı boyunca yaptığı tek plağı.
"Ve Ben Yalnız..."
Bir kadın düşünün ki, 1958 yılında Miami’de bir caz yarışmasına girmiş ve cazın anavatanında birinci olmuş.
Hem de ikinciliğe kimi bırakarak.
Buğulu bir ses.
Gerçekten, anavatan cazcılarına parmak ısırttıracak bir geniz.
Ve düşünün ki, bütün hayatı boyunca şarkı söylemiş, geride hayranlar bırakmış, ama ondan geriye kala kala sadece bir 45’lik kalmış.
Ben onu değil, ama kızını tanıdım.
O harika besteci Şehrazat’ı.
İşte onun "Su Gibi"sini hiç ihmal etmedim.
Kim bilir kaç yalnız gecede, kaç umutsuz, terk edilmiş, terk etmiş anımda, dinledim.
Bazen yalnızlığımı aldı götürdü, bazen de beni daha beter yalnızlıklara yolladı.
Dün Selmi Andak’ın CD’sini dinledim.
Şöyle diyeyim.
"Issız Adam" filmini seyrederken giderdiğim hasret duyguları kadar duygular giderdim.
İhmalkárlığın onlara değil, kendime büyük fenalık olduğunu hissettim.
Asu Maralman’ı yine çok sevdim.
Ajda desen, bir şey söylemeye gerek yok.
Her zaman büyük.
Sezen...
Cesur, pervasız, unutulmaz.
Yeliz’in "Hayalimdeki Adam"ı olağanüstü.
Ve "Kandil"...

* * *

Romantizm, bazen gülünç hale düşmeyi gönüllü olarak kabullenmektir.
Arabesk de öyle.
Ama emin olun, en küçümseyenimizin bile öyle anları vardır.
Kimselere itiraf edemez, acısını başkalarından çıkarır.
Bir kabul etse ki, bu ilkel romantizme, bu harika arabeske herkesin ihtiyacı vardır, içindeki o letant romantik rahatlayacak, uçacak.
Selmi Andak bestelemiş, Zeki Müren yazmış, hemşerim Ferdi Özbeğen harikulade söylüyor.

"Vefa arıyorum
Dost arıyorum
Şefkat arıyorum
Aşk arıyorum..."

("One" ın Zagreb konseri kaydı olan bana gönderirse çoooook mutlu olurum: neskil@gmail.com)

Yazı Tarihi: 22 Ağustos 2009

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Fenomenden yine yeni bir dünya rekoru- Ich bin ein Berlino-



Berlin'de düzenlenen Dünya Atletizm Şampiyonası'nda son efsane, atletizm tarihinin yeni fenomeni Jamaika'lı Usain Bolt yeni bir dünya rekoru kırdı.
100mt'de kırdığı akıllara zarar 9.58'lik derecesinin şaşkınlığı geçmeden
200 mt'deki 19.19'luk mucizevi rekoruyla hem spor hem de bilim dünyasını alt üst etmeyi başardı.
Tüm dünyayı şaşırmanın son raddesine getirdi.
Otoriteler bu rekorun ötesine geçmenin mucize olacağını iddia ediyor ama Bolt her seferinde kendi rekorunu daha iyiye götürerek o rekoru biraz daha aşağıya çekiyor.
Öyle ki Bolt'un bu süratı sırasında açığa çıkan enerjinin bir buzdolabını çalıştırabileceği belirtiliyor.
1.90 boyunda ve 22 yaşında, kariyerinin henüz daha başlarında olan bu uzaylı atletin 2008 Pekin Olimpiyatları ve 2009 Berlin Dünya Atletizm Şampiyonası'ndaki sınır tanımaz başarılarından sonra önümüzdeki yıllarda, özellikle 2012 Londra Olimpiyatları'nda neler yapacağı merakla bekleniyor.

İyi ki doğdun Usain!

200 metrenin madalya töreninde 30 binin üzerinde atletizmsever, Usain Bolt'un doğum gününü şarkı söyleyerek kutladı.

Atletizmseverlerin Usain Bolt sevgisi sınır tanımıyor. 200 metrenin madalya töreninde Usain Bolt'un doğum gününü 30 binden fazla seyirci kutladı.

Önce 100 metrede 9.58'le, sonra da 200 metrede 19.19'la dünya rekorlarını alt üst eden Bolt, büyük bir hayran kitlesine sahip oldu. Sempatik hareketleriyle de tanınan Bolt'a Berlin Olimpiyat Stadı'na gelen 30 bini aşkın seyirci belki de yaşamının en güzel doğum günü hediyesini verdi. Hep bir ağızdan "Happy birthday to you" şarkısını söyleyen atletizmseverler hayli kalabalık bir doğum günü partisi düzenlemiş oldu.
http://www.ntvmsnbc.com/id/24993781/

Yazı tarihi: 21 Ağustos 2009

Not: Ben yukarıdaki yazımı 21 Ağustos'ta yazdıktan sonra -30 Eylül'de- bir Haşmet Babaoğlu'nun 26 Ağustos'ta yazdığı "Usain Bolt sizin olsun bana "insanı" verin" başlıklı yazısını okudum.
Çok duygulandım, okumanızı ısrarla tavsiye ederim. İnsani bir duygu, insancıl harika bir yazı...

http://sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2009/08/26/usain_bolt_sizin_olsun_bana_insani_verin

21 Ağustos 2009 Cuma

Ramazan geldi hoş geldi

Öncelikle hayırlı Ramazanlar.
11 ayın sultanı Ramazan geldi hoş geldi.
Hoş geldi sefalar getirdi fakat bu sene yazın ortasına denk gelmesi sebebiyle hem günler çok uzun hem de başladığı gün olan 21 Ağustos itibariyle susuzluğa dayanmak yüksek güç, taakat ve irade isteyen bir durum.
Allah tüm oruç tutanların yardımcısı olsun.
Belirttiğim sebeplerden sırf benim çevremde bile oruç tutanların sayısında ciddi bir azalma oldu.
Oruç, ramazan, din, iman tamamen kul ve Allah arasında bir inanış.
Tutan tutmayan, inanan inanmayan hep kendi mesuldur yaptıklarından.
Benim takıldığım ayrı bir nokta var;
Gösterişli, şatafatlı ve de bazen siyaset bazen ticaret kokan medyatik iftar davetlerine ifrit oluyorum.
Özellikle oruç tutmayanların o sofralarda ojeli tırnaklar, ful makyaj, yapılı saçlarla tüm gün oruç tutmuş edalarında iftar sofralarında kırıtmalarına inanamıyorum.
Kim kimi kandırıyor? Ne için?
Bence hiç yakışık almıyor.
Garip gurabanın ekmeği sosyete sofralarında ziyan ediliyor ya hem çok hayıflanıyor, hem çok üzülüyor hem de çok kızıyorum.

Benim diyeceklerim bunlardan ibaret.
Benden öte Syn hoca Nihat Hatipoğlu'nun dediklerini de okumak isteyenler aşağıdaki satırlara buyursunlar.
Sevgiyle ve hoşgörüyle kalın...

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12319651.asp?yazarid=253

Ramazana girerken

Selamların en güzeliyle. On bir ayın sultanı hanemize şeref verdi. Bu yıl yine bütün bereket, rahmet, af ve güzelliğiyle ramazan geldi. Daha sakin, daha sabırlı, daha donanımlı, daha hoşgörülü olacağız.

Daha cömert olacağız. Orucumuzu tutup, teravih namazımızı aksatmayacağız. Zekátlarımızı verip dua alacağız. Büyüklerimizin duasını alacağız. Ve ramazanın her saniyesini iyi değerlendirmeye çalışacağız. Kim bilir belki daha sonraki ramazana ulaşamayabiliriz. Hepinize iyi ramazanlar dilerim. Allah yar ve yardımcımız olsun.

Bu günde sözü sevgili Peygamberimizin (sav) mesajlarına bırakalım. Efendimiz (sav) bir seferinde şöyle buyurdular: "Ümmetime ramazan ayında beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki hiçbir peygambere verilmemiştir:

1- Ramazan ayının ilk gecesi olunca Allah azze ve celle- ümmetime (rahmet bakışıyla) bakar. Allah her kime (rahmet bakışıyla) bakarsa, ona ebedi olarak azap etmez.

2-Akşamladıklarında ağızlarının kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.

3-Melekler her gün ve gece onlara istiğfar ederler, bağışlanmalarını dilerler,

4-Allah azze ve celle- cennetine emredip; ’Kullarım için hazırlanıp süslen. Onların dünya meşakkatlerinden kurtulup, Benim yurduma ve ihsanıma istirahat için gelmeleri yaklaştı’ buyurur.

5-Gecenin sonu olunca, Allah hepsini bağışlar."

Yine bir ramazan günü. Mescit müminlerle dolu. Efendimiz (sav) minberde. Birinci basamağa çıkınca ’amin’ dedi. Sonra ikinci basamağa çıktı ’amin’ dedi. Sonra üçüncü basamağa çıkınca yine ’amin’ dedi. Daha sonra şöyle buyurdu: Bana Cebrail (as) gelip; Ya Muhammed! Kim ramazana erişir de bağışlanmazsa, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın, dedi. Ben de ’amin’ dedim. Sonra Cebrail (as): Kim ana-babasına veya onlardan birine yetişir de cehenneme girerse, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın, dedi. Bende ’amin’ dedim. Sonra yine Cebrail (as): Sen kimin yanında anılırsın da üzerine salavat getirmezse, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın, dedi. Ben de ’ámin’ dedim.

Ramazan öncesi Efendimiz (sav) şöyle konuştu:

Ey insanlar! Sizi büyük ve mübarek bir ay gölgeledi. O ay içerisinde bir gece vardır ki, bin aydan hayırlıdır. O, öyle bir aydır ki; Allah, gündüz orucunu farz, gece ibadetini nafile kıldı. O ay içerisinde bir hayır işleyen, diğer aylarda bir farz işlemiş gibi olur. O ayda bir farz işleyen, diğer aylarda yetmiş bin farz işlemiş gibi olur. O sabır ayıdır. Sabrın sevabı ise cennettir. O yardımlaşma ayıdır. O ayda müminin rızkı bereketlendirilir. Ramazanda kim bir oruçluyu iftar ettirirse, bu, günahlarının bağışlanmasına, cehennemden azat olmasına sebep olur ve oruçlunun sevabından hiçbir şey eksiltilmeksizin onun sevabı kadar sevap alır. Sahabe:

Ya Resulullah! Hiçbirimiz oruçluyu iftar ettirecek bir şey bulamıyoruz, dediklerinde, şöyle buyurdu:

Allah bu sevabı oruçluyu bir hurma ile veya bir içim su yahut bir yudum süt karşılığı ile iftar ettirene de verir. Ramazan ayı öyle bir aydır ki, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennemden kurtuluştur. Bu ayda hizmetçisinin yükünü hafifleteni Allah bağışlar ve cehennemden kurtarır. Ramazan ayında şu dört şeyi çok çok yapınız. Bunlardan ikisini yapmakla Rabbinizi razı edersiniz, diğer ikisini yapmaktan da boş durmayınız. Rabbinizi razı edeceğiniz iki haslet şunlardır:

1- Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şahadet getirmek.

2- Allah’ı anıp istiğfar etmek. Basite alamayacağınız iki haslete gelince:

3- Allah’tan cenneti istersiniz.

4- Cehennemden O’na sığınırsınız.

Yazı Tarihi: 21 Ağustos 2009

14 Ağustos 2009 Cuma

Aşkın neresindeyim?


Ayşe Arman geçenlerde bir yazı yazdı ve yine gündemi yarattı.
Aşk'ı tarif etti, kendi duygularını, aşık olunca nasıl biri olduğunu, ne olduğunu...
Ve dedi ki: "benim için platonik aşk diye birşey olamaz, içinde seks olmayan şeye aşk diyemem"

Ben ona katılmıyorum. Benim için aşk öylesine kuvvetli bir duygu ki içimi yakan, beni tepetaklak eden tek bir bakışa bile sorgusuz, sualsiz, beklentisiz, hesapsız yıllarımı verebilirim.
Elif Şafak'ın "AŞK" kitabını okuduğumdan beri aşk'ı düşünüyorum.
Aşk'ın neresinde, hangi halinde olduğumu.
Hangi haline şiddetle ihtiyaç duyduğumu, hangi halinin eksikliğinin beni yarım bıraktığını.
Dünyevi aşkı şiddetle istemek, hasretle beklemek, ısrarla yolunu gözlemek bencilce bir duygu mu?
Acaba tamamlanmak kendi elimde, kendi içimdeki aşk'ta mı?
Günün birinde o raddeye ulaşabilecek miyim ben de?
Mesela dün gece gördüğüm gibi bir rüya görecek olursam, üzerinden 24 saat geçmesine rağmen o rüyanın büyüsünden, sıcaklığından kurtulabilmeyi becerebilecek kadar egomdan kopabilecek miyim?
Aşk ne, ben neresindeyim aşkın?
Günün birinde cevaplayabilecek miyim bu soruyu?

Ben düşünedurayım Özgür Bolat güzel açıklamalar yazmış.
Siz de merak ediyorsanız buyrun aşağıdaki satırlara :

Aşkın Anatomisi

Uzun zamandır insan duyguları ile ilgili araştırmalar yapıyorum ve yazı dizileri hazırlıyorum. İleride bunları yayımlayıp, sizlerle paylaşmayı planlıyorum.

İlgimi çeken önemli bir konu da aşk. Neden aşık oluyoruz? Kime aşık oluyoruz?

Ayşe Arman’ın dediği gibi ‘seks eşittir aşk’ mıdır?

NEDEN AŞIK OLURUZ?

Her duygunun, dürtünün ve hissin bir fonksiyonu var. Yoksa ortaya çıkmazlardı.

Örneğin, acı hissi olmasaydı, beden kendini koruyamazdı. Bu his o kadar önemli ki acı hissi olmayan hastalar, 30 yaşına gelmeden hayatlarını kaybetmektedirler.

Acaba aşkın fonksiyonu nedir?

Aşk olmasaydı, 6,7 milyar insan arasında iki kişi birbirini bulup, bağlanıp bir hayat kuramazdı. Aşk olmasaydı, birbirini tanımayan iki insan birbirlerine tahammül edemezdi. Aşk olmasaydı, insanlar üreyemezdi.

Aşk olmasaydı, uygarlık olmazdı.

AŞKIN ÖMRÜ

Aşkın ömrü aslında çok kısa. 2 yılı geçmiyor.
Aşkın daha uzun sürmesi mümkün değil, çünkü aşk aslında bir saplantı.
İnsanın bütün enerjisini alan bir duygu. Hatta ve hatta bir depresyon hali.
Aşık olduğunuz kişi hariç, hiçbir şey ilginizi çekmiyor. Başka şey düşünemiyorsunuz.
Bir iddiaya göre aşk ve depresyon, beynin aynı bölgesi tarafından yönetiliyor.
Bu durumda iki yıldan fazla sürmesi hiç de iyi değil.

NEDEN 2 YIL?

Bir çocuğun doğması ve beslenmesi için gereken süre yaklaşık iki yıl.
Aşk, bu süre içinde eşleri birlikte tutan bir duygu.
Bu duygu olmadan, eşler birlikte olamaz mı? Olur, ama doğa işini şansa bırakmıyor.
Örneğin, biz günde 3 defa yemek yememiz gerektiğini biliriz, ama yine de açlık dürtümüz vardır.
İki yıldan sonra ne oluyor? Aşk yerini, bağlılığa bırakıyor. İşte burada devreye beyin girmeye başlıyor. İnsan daha mantıksal düşünüyor.
Eşler artık birbirlerini tanımaya başlıyor. Eksikliklerini görüyor. İnsan, “Bu kişi, benim eşim olabilir mi?” diye soruyor kendine.
İşte bu süreçte seks önemli. Çünkü seks, bağlılığı sağlayan hormonların (oxytocin ve vasopressin) salgılanmasını sağlıyor.
Seks yapan çiftler, birbirine daha çok bağlanıyor. Bağlandıkça daha çok seks yapıyor.

SEKS EŞİTTİR AŞK MIDIR?

Aslında burada kadınlar ve erkekler farklılık gösteriyor.
‘Seks eşittir aşk’ daha çok kadınlar için geçerli.
Onlara bağlı olmayan erkekler ile seks yapmak kadınlar için hiç de avantajlı değil.
Ondan bir çocuğu olabilir ve erkek bırakıp gidebilir.
Erkekler için aşk, seks için önemli ama şart değil.
Hatta ve hatta bazı durumlarda erkek için, aşk olmaması daha iyi.
Birçok zengin adam, “Neden hayat kadınları ile birlikte oluyorsunuz ?” sorusuna,
“ Kadınların, bana bağlanmalarını istemiyorum,” yanıtını veriyor.
‘Son ders ‘ filmindeki karakter ne diyor?
“Rus kızlara 100 dolar vereceğiz. Seks için değil, sabah gitsinler diye.”

KİM ÇEKİCİ?
Kadın ile erkek arasında bir fark daha var.
Seks için karşı tarafı çekici bulmak önemli. Özellikle kadınlar için
Bu anlamda kadın ve erkek arasındaki şöyle bir fark var sanırım.
Kadınlar, aşık oldukları kişileri çekici buluyor. Erkekler, çekici buldukları kişilere aşık oluyor.
Onun için kadınlar, ‘seks eşittir aşk’ diyor.

Yazı Tarihi: 14 Ağustos 2009

11 Ağustos 2009 Salı

Koy ver gitsin


Dünyalar şekeri yeğenim, halasının kopyası yerfıstığı Zeynep'im geçen hafta bana yaşımı sordu.
Yurt dışında yaşadıklarından bozuk Türkçesi ve yaşadıkları soyut ortamdaki yetişme tarzı sebebiyle korudukları bebeklikleri sesine, tavırlarına ve tarzına yansıdığında öylesine şirin oluyor ki yemeye doyulmuyor.
Yeğenim olması da içimdeki sevgi yumağını katmerliyor.
Kendi çocuğum olsa kimbilir nasıl boyutsuz bir sevgi olur böylesine insan bedenine sığmayan beklentisiz, saf duygu...
Yaşımı Zeynep'e söylediğimde (22 :-P) "ooooo" şeklinde bir tepki verdi, "çooookkk"
18'ine kadar 1 yaş büyüğüm bile bana da "çoook" gelirdi o zamanlar.
Şimdi hissediyorum ki ben yaşsızım, hayatıma değen bazı insanlar da. Yaşım yok, sadece yaşadıklarım var ve her yaşadığım iyisiyle kötüsüyle bana birşeyler katıyor. Demek ki yaşamam gerekiyor ki yaşıyorum diye düşünüyorum.
Nerden daldım şimdi bu yaş mevzuuna?
Şurdan:
Dün öğlen saatlerinde çok sevdiğim, kendimi ait hissettiğim İstanbul'uma geldim uzun bir özlemden sonra.
Akşam güzel bir yemek ve derin bir sohbetten sonra sıcaktan mıdır, kafamdaki düşüncelerden midir bilmiyorum sabaha kadar hiç uyuyamadım.
Bu sabah uyanır uyanmaz önce Komşu Fırın'da güzel bir kahvaltı yaptım, sonra Akbank'tan sevgili arkadaşım Günay'ın doğumgünü olduğu için Kule'lere öğle yemeğine gittim. Yaklaşık 12-13 kişiydik ve çalışma arkadaşlığından çok öte yakın arkadaşlıklar kurduğum birçok sevdiğim arkadaşımla birlikte öğle yemeği yedik.


Sevdiklerimden aldığım enerji; onları sevme ve onlar tarafından sevilme benim yaşam pınarım. Her ne kadar yorgun ve uykusuz olsam da bu neşe ile pırıl pırıl parladım.
Yemek sonrası eve geldim ve sıkı bir ev toplama, temizleme işine giriştim.
Akşama yemeğe misafirim var.
Elimi çabuk tutarak Migros'a gidip alışveriş yapmam gerekiyor.
Eve gelip aldıklarımı pişirmem, ütü yapmam, sofrayı hazırlamam, salata vs ile uğraşmam gerekiyor.
Tüm bunlardan önce şöylesine bir gündem haberlerine göz atmak için bilgisayarımı açtığımda bir yazıyla karşılaştım.
Yazı belki de oldukça sıradan, sebepsiz ve amaçsızca yazılmıştı ama beni derinlere götürdü.
2 yıl öncesine.
O zamanki hislerimin en diplerine.
O zamanki "çok"luğum şimdiki "boş"luğumu hissetmeme sebep oldu.
Kimi zaman çok şiddetli yaşanan duyguları hazırlıksız ve isteksiz içinizi kanırta kanırta söküp atmanız gerektiğinde geride kalan oyuk da bir o kadar büyük oluyor.

Zeynep'in sorusu aklıma geldi.
Evet ben yaşsızdım, 1 saniye içinde 2 sene önceye an be an geri dönebiliyordum.
Keşke bazı yaşananları değiştirme gücümüz olsa diye düşünmekten de geri kalamıyordum.
Oysa ne gerek var maziyi deşmeye,
şu an tek düşünmem gereken akşama yemeğe ne pişereceğim olmalıydı
Gerisini koyver gitsin...

Yazı Tarihi: 11 Ağustos 2009

7 Ağustos 2009 Cuma

Bab-ı Esrar, Ahmet Ümit


Sondan başladım.
Ahmet Ümit'in son kitabı Bab-ı Esrar benim okuduğum ilk Ahmet Ümit kitabı oldu. Gerilim ve polisiye kitaplarıyla pek aram olmadığından Ahmet Ümit okumaya hevesli olduğum, merak ettiğim yazarlar arasına girmemişti şimdiye dek.
Ta ki Elif Şafak'ın müthiş kitabı "AŞK"ı okuyana ve bu kitabı tüm zamanlarımın en iyi kitabı seçene kadar. (Uçurtma Avcısı'yla birlikte)
Ne alaka diyeceksiniz.
Şu alaka: Bu iki romanın konuları çok farklı olmasına rağmen her ikisinde de Mevlana ve Şems-i Tebrizi arasındaki "aşk" anlatılıyor. Bu "aşk"ın anlamı çok farklı, manası çok derin.
Bab-ı Esrar'ın konusunu kitabın arka kapağından alıntı yaparak aşağıya yazacağım fakat kitapla ilgili samimi görüşlerim şu şekilde:
Bir kere güzel bir kitap
Düşündürücü
Şaşırtıcı
Merak ettirici...
Kitap kahramanı Karen, diğer adıyla Kimya gerçek hayatında bugünü, rüyaları veya hayal aleminde geçmişi yaşıyor. Bu iki zaman dilimi birbirinin içine geçiyor. Ve anlatılanların hangisi gerçek, hangisi rüya, hangisi kurgu kestiremiyorsunuz.
Esrarengiz olaylar peşisıra birbirini kovalarken Karen veya Kimya'nın yaşadığı kendisine, sevgilisine, karnındaki bebeğine, annesine ve yıllar önce izini kaybettiği babasına karşı hissettiği insana dair duygular içinizi acıtıyor.
Bocalamaları yüreğinizi tırmalıyor.
Zaten benim en etkilediğim bölüm;
Kimya'nın hikaye boyunca hesaplaşmasını bitiremediği babasıyla yaptığı son hesaplaşmanın anlatıldığı "... rüzgarla gelen babam, yine rüzgarla gitmişti" başlıklı bölüm oldu.
Bu bölümde 5,5 yıl önce semaya yükselen babamı ne çok özlediğimi hissettim.
Onun ruhunun rahatça ve mutlu bir şekilde semada yükselmiş olmasını diledim.
Ve şiddetli bir şekilde bir "ney dinlentisi" dinlemek istedim.
Lafın özü: Mevlana ve Şems Hazretlerinin "AŞK"larını anlamak, günümüz ve geçmiş arasında kurgulanmış güzel bir roman okumak istiyorsunuz kitabı sizlere öneririm.

Kitabın arka kapağında yazılanlar ise işte aynen şöyledir:

Ahmet Ümit'ın son romanı, Bab-ı Esrar...Yaşamı, aşkı ve inancı yeniden düşünmek için… Yedi yüz yıldır çözülemeyen sır; Şems-i Tebrizi cinayeti...

Yedi yüz yıldır süren bir sevda; Şems-i Tebrizi ile Mevlânâ

Bab-ı Esrar sadece bir gerilim romanı değil, aynı zamanda bir sırlar kitabı. Fantastik öğeleri kullanarak çok katmanlı bir dil yaratan Ahmet Ümit bu yapıtında Mevlevilik temelinde din ve inanç üzerine ilginç sorular soruyor. Din ile aşk arasında, inanç ile sevda arasındaki ilişkiyi bambaşka bir açıdan gözlerimizin önüne seriyor.

Dünyayı, yaşamı, inancı ve aşkı, yeniden düşünmemiz, yeniden araştırmamız, yeniden okumamız için...

Yazı Tarihi: 07 Ağustos 2009

Not: Ben, yukarıda okuduğunuz yazımı yazdıktan 1 gün sonra İstanbul'daki sanat etkinliklerini düzenli olarak bana bildiren bir e-posta aldım. Bildirilen sanat aktiviteleri içerisinde ney dinlenilebilecek bir mekan olan "neyhane" den bahsediliyor. İlgilenenler için haberin link'ini yapıştırıyorum:
http://sanatkop.com/index.php/neyhane-zeytinburnu-belediyesi/