29 Ocak 2009 Perşembe

Hızır

Zorda, darda olunca insan, ruhu cendereye girince ailesini daha bi çok arıyor.
Ya da ailesi kadar yakını hissettiklerini.
Destek, güç, kuvvet, dayanak arıyor kendine; teselliye ihtiyacı oluyor.
Kendi kendine ne kadar güçlü olursa, olmaya çalışırsa, olduğunu düşünürse de yine de birilerinin sırtını sıvazlamasını, “ben burdayım, yanındayım, yalnız değilsin” demesini bekliyor.
Zorlanıyor hayatta
Tökezliyor bazen
Kendini tek başına, bu koca dünyada yapayalnız hissediyor.
İşte böylesi zamanlarda ne kartvizit arkadaşları,
ne hoş beş ettikleri,
ne boş vakit çerezleri
ne de iyi gün eğlencelikleri hiçbiri merhem olmuyor.
Sadece ve yalnızca ailesinden birilerini aramak, onların sakin ve güvenli limanlarına sığınmak istiyor.
Konuşmadan anlaşılmak
Göstermeden fark edilmek
Nazını geçireceklerle varolmak
Yorulmadan, zahmetsizce kendini bırakacağı güçlü kollara teslim olmak istiyor

İşte insan böylesi zor günlerde 7*24 telefonu elinden bırakamıyor.
Yaş kemale erse de, kazık kadar olsa da
anne, baba, kardeş/karındaş, eş/dost/sevgili hasretiyle yanıp tutuşuyor.
Hiçbir şey, aile olmanın verdiği huzurun yerini tutmuyor.

Onların değerini bilin, anlaştık mı?

Şen ve esen kalın...

Yazı Tarihi: 29 Ocak 2009

27 Ocak 2009 Salı

NUR'lu Sebze Çorbası


Yanlış hatırlamıyorsam 3 veya 4 sene önceydi.
Seyrek gittiğim, kimi zaman az kimi zamansa çok sevdiğim Cihangir’de, bohem havasıyla o civarın en sevdiğim mekanlarından olan Leyla’da parmaklarımı yiyeceğim kadar lezzetli bir sebze çorbası içmiştim.
Mevsimlerden kıştı ve Taxim AKM’deki bir tiyatro oyunundan henüz çıkmıştık.
Soğuk bir Cuma akşamında biz 4 kişiydik.
Ben, o zamanki erkek arkadaşım, onun kız kardeşi ve onun erkek arkadaşı.
Biz hepimiz kendimiz gibiydik.
Hiç kimse kendini parlatma ihtiyacı duymadan olduğumuz gibi mutlu, huzurlu, halimizden hoşnut ve bol eğlenceliydik.
Ağzımızın tadı kıvamında, şirazemiz yerindeydi.
Cuma akşamı eğlencesinin dibine vurmuş, etrafımızdaki Cihangir artizleri gibi hayatı umursamadan sadece anı yaşıyorduk.
Şimdiki endişelerimizden hiçbiriyle henüz tanışmamış, o günlerden 3-4 sene sonra yaşayacaklarımızı aklımızın ucundan bile geçiremez haldeydik.
Yiyiyor, içiyor, bolca konuşuyor, saçma sapan herşeye gülüyor, birbirimizin değerini, özelini, sıcaklığını paylaşıyorduk öylesine soğuk kış akşamında.
Biz ne özel, güzel ve saklanasıydık.

Sebze çorbasının o ana kadar yediğim en lezzetli çorba olmasının sebebi ahçının mahareti mi yoksa o sahnenin büyülü lezzeti mi bir fikrim yok.
Gel zaman git zaman ben sebze çorbası delisi oldum.
Her kış mütamadiyen sebze çorbası aş ermeye başladım.
Sıklıkla da evde de pişirdim ve bol bol, afiyetle içtim.
Bol tarçınlı sahlep nasıl kışın simgesiyse bol vitaminli sağlık fışkıran sebze çorbası da aynı kimliğe büründü benim için.
Bu kış, hem takvimsel hem de hava durumsal olarak kış yüzünü Kasım ortası gibi göstermeye başladı.
Ve bu dönem tam da benim “biri beni çimdiklese de şu yaşadığım sıkıntılı günlerin gerçek olmadığını söylese” diye düşündüğüm, hiç beklemediğim bir şekilde kendimi içinde bulduğum keyifsiz sürecin başlangıcına denk geldi.
Günlerimin, keyfimin, ağzımın tadı tuzu kaçtı 14 Kasım’dan beri.
Her ne kadar çok düzeltmeye çalıştıysam da bu tadın tuzun ne zaman, nasıl geri geleceğini hiç kestiremedim.
İşte bu sebeplerle sebze çorbalarının bile eski yenmeye doyumsuz tadı özelliğini kaybetti.
Kendilerini geçenlerde Sosa menüsünde görünce aklıma geldi.
Eski bir dostu görmüşcesine mutlu oldum.
O güzel, neşeli günleri hatırlatabileceği ümidiyle sipariş verdim ama bittiğinde anladım ki sadece karnımı doyurmuştum.
O günden sonra da ilk kez bu hafta gerekli tüm malzemeleri alarak evde kendi çorbamı kendim pişirdim.
En taze sebzelerle özenip bezenerek pişirmişliğime rağmen dün ilk yediğimde tadı oldukça sası sasıydı.
Oysa bugün aldığım 2 güzel haber sebebiyle nihayet ağzımın tadı yerine geldi ve az kalsın tencerenin dibini yiyiyordum.
O kadar güzel pişirmişim ki ellerime sağlık, bayıldımmm.
Çorbamı içerken bedava müzik dinleyebildiğim http://www.jango.com/ 'da John Legend ‘Satisfactiiooonnn’ diye bağırıyor tam da o esnada.
Ve ben 2 aydan sonra dans ediyorum ilk kez.
John;
Hayatım için önemli olacak günlerden biri olacak yarına,
yarın tanışacağım hayatım için önemli olacak kişilerden birine sesleniyor sanki;
“Is that too much to ask you
Can get some satisfaction from you”

Hayatım için bol NUR’lu bir sebze çorbası istiyorum yarın, çok mu?
Dua edin benim için, olur mu?

Cevabı yarın akşam.

Yazı Tarihi. 27 Ocak 2009

25 Ocak 2009 Pazar

Adriana, Piyanist komşum, Geçit vermeyen Zigana, Var mısın Yok musun ve Önümüzdeki hafta


Üst katımda kim olduğunu bilmediğim ama evin küçük kızı olduğunu tahmin ettiğim biri tarafından piyano çalınıyor.
Yeni binalardaki duvarlar kağıt gibi.
Bırakın bağrışmaları tüm konuşmalar, sesler, kahkahalar, neredeyse esnemeler, nefes almalar bile bütünüyle komşu evlerin içinde.
Acaba benim özel hayatıma dair hangi gürültüler de onlara gidiyor diye merak etmeden edemiyor insan.
Nahoş bir durum.
Gönlümüzce yaşayamadan, evimizde, dört duvar arasındaki en mahrem kalemizde bile özgürlüğümüzü tadamadan kısıtlar içinde mutlu bir hayat yaratmaya çalışıyoruz kendimize.
İnsanca yaşamak uğruna verdiğimiz bu ödünler karşısında bazı kural tanımaz ve insanlıktan nasibini almamışlar sebebiyle ise bu namahrem yuvalar zindana dönebiliyor zaman zaman.

Sanata, müziğe hele hele piyanoya düşkünlüğüm üst kat komşumun piyano resitallerinden oldukça hoşnut bırakıyor beni.
Merakla bekliyorum çalacağı zamanları.
Hevesle dinliyorum çaldıklarını.
Yapamıyor bazen, sıklıkla başa alıyor provasını.
Sevdiğim parçalarda bu benim için çok eğlenceli, zevkli, dinlendirici, keyifli oluyor.
Sanki bana özel çalıyor.
Ruhumu alıp sürüklüyor.
Bazen neşeye, bazen hüzne, bazen kabına sığmazlığa, bazı zamanlarda ise aşka davet ediyor beni.
Kulağım üst katımdayken ellerim şu an bu yazıyı yazmakta olan klavyemin tuşlarında.
Karşımda da televizyon açık, gözlerim tv’de.

Dünyalar güzeli Brezilyalı manken Adriana Lima Acun’un “Var mısın Yok musun?” programına konuk bu akşam.
Benim zevk kıstaslarımda oldukça güzel bir kız.
Boy, pos, yüz güzelliği, saçlar hepsi yerinde maşallah.
Dünyadaki birçok erkeğin aklını başından alacak kadar güzel.
İlk kutusunu programın konuşamayan yarışmacısı İbrahim’in kutusu olarak seçti.
İbrahim de Adriana’ya hayranlığını ve centilmenliğini belirtmek için ona bir buket kırmızı gül verdi.
İbrahim konuşamasa bile gözleri ve vücut dili Adriana’ya hayranlığını belli ediyordu.
İbrahim’den sonra Adriana Furkan’ın kutusunu seçti.
Furkan Adriana’ya kutusu ile ilgili ne hissettiğinin ipucunu vermenin ön koşulu olarak kendi adını doğru telaffuz etmesi gerekliliğini öne sürdü. Adının telaffuzunu ona öğretirken de en romantik, duygusal ve özel ses tonuyla söyledi.
Konuşamayan İbrahim veya konuşabilen Furkan ikisi de oradaki diğer tüm hemcinsleri gibi Adriana’yı etkilemenin yollarını arıyorlardı.
Fiziksel güzellik ne kadar da önemliydi...
Her ikisi de Adriana ile birlikte olsalar ortak zevkleri veya paylaşımları ne olabilir diye hiç kafa yormuşlarmıydı acaba?
Birlikteyken aynı dilden konuşabilmenin, aynı tadları alabilmenin, aynı mutluluklara kahkaha atabilmenin, okudukları aynı kitap hakkında konuşabilmenin, aynı filmi izlerken dizdize oturabilmenin ruhsal dünyalarını ne kadar tatmin edebileceğini akıllarından geçirmişler miydi merak ediyorum...
Adriana’nın dünyalar güzeli bakışları kendileriyle birlikte tüm dünyaya aynen bakınca içleri acıyıp sadece ve sadece kendi gözlerine değince içleri titreyen başka gözlerin daha güzel baktığını hiç düşündüler mi bilmiyorum.

Adriana yarışa dursun, benim üst kat komşum da Metallica’nın efsane şarkısı “Nothing Else Matters”ı çaldığı mini konserini sonlandırdı.
Keşke biraz daha devam etseydi.

Çaldığı güzel melodiler bugün Gümüşhane’den duyduğum kötü haber için bir nebze de olsa teselli oluyordu oysa bana.
Gün boyunca, bugün sabah saatlerinde Gümüşhane’deki Zigana Dağı’nda düşen çığın ve bölgenin görüntülerini ve bu çığda hayatını kaybeden 10 dağcının haberlerini izledik.
Dağa tırmanırken hayata dair sevinçleri, umutları, hedefleri olan gençlerden biri belki de Adriana’dan daha az güzel birine aşıktı ve dağdan iner inmez ona koşarak bu tırmanışın adrenalin dolu dakikalarını anlatmayı hayal ediyordu, eğer inebilseydi...

Adriana Lima kutuları birer birer mavi açtıkça inci dişleri, çakmak gözleriyle gülerken yarışmada değil artık “hayatta yokum” diyen gençlerin evlerine düşen kırmızı ateşlerin farkında mıydı acaba?

Ne Adriana Lima, ne üst katımdaki piyanist komşum, ne “Var Mısın Yok Musun” yarışmasının yarışmacıları ne de çığ şehitlerinin aileleri yarın başlayacak haftanın benim kişisel tarihimdeki önemini hiç ama hiç bilmeyeceklerdi üstelik...

Yarın benim için önemli bir hafta başlayacak.
Bu haftadaki gelişmelerin beni Adriana Lima veya yarışmada 500,000 TL kazananlar kadar şanslı kılmasını diliyorum.
Haftaya bugün belirsizlik değil, sevinç yazmak istiyorum yine buradan sizlere.

Neler olacak, neler yaşanacak, bakalım görelim
Allah beni utandırmasın, dualarımı kabul etsin, hayatlarını kaybedenlere rahmet eylesin...


Yazı tarihi: 25 Ocak 2009

19 Ocak 2009 Pazartesi

Özür dilerim, yapamıyorum

Beni seven, kollayan, merak eden, benden 2008'de yazdığım gibi yazılar bekleyen tüm herkeslerden, hepinizden tek tek özür dilerim.
14 Kasım'dan bu yana yaşadığım sıkıntılı ve sancılı günler, sürdürmeye çalıştığım hayat mücadelem beni tahmin ettiğimden çok daha fazla zorluyor, yıpratıyor.
Hayat enerjim kendime yakıştıramadığım ölçülerde diplerde.
Var gücümle didindiğim tüm çabalarımın sonuçsuz çıkması ve bu bedbaht kısır döngünün içindeki sıkışmışlık hislerimi ve yaratıcılığımı aldı götürdü.
Her şeye rağmen olumsuz düşünmek, olumsuz olmak ve olumsuz yazmak istemiyorum.
En iyisi mi hiç yazmamak... :-(
Her zaman konuşmaktansa yazarak kendimi ifade edebilen biri olarak ise bu yazamamanın beni ne kadar biçare kıldığını ifade etmeye çalışmak ise beyhude bir çaba.
Gün gelecek elbet birşeyler değişecek ve bu koyu lacivert günlerim geçecek.
Annem, babam, canım ailem ve kendim kendimi böylesine bana yakışmayan büyük çaresizlik ve karamsarlık içinde yaşamak için yetiştirmedi.
Bu kuru ayazlar geçecek, bu dokunamadığım mutluluklar günün birinde bana da gelecek.
Bitmek tükenmek bilmeyen gecelerden sonra güneş elbet bana da doğacak.
Biliyorum...
Yaşadığım her gün bu günleri silerek bana dünden daha çok anlam katacak...
İnanıyorum...

Yazı Tarihi: 19 Ocak 2009

4 Ocak 2009 Pazar

Duyduğum ses


Bu seneye ben başka biri olarak girdim.
Umutlar, ümitler, hayallerin yeşermesi/beslenmesi için yeni yıl başlangıcından daha uygun zaman olabilir mi? Sizi bilmem ama benim tavan yaptığım zaman genellikle bu döneme denk gelir.
Bir gaz, bir motivasyon, bir pembe bulut durumları anlatamam.
Pişmanlıklar, hatalar, koca koca yanlışlar, çuvallamalar, duvara toslamalar, “aman Allah’ım ben ne yaptımlar” finito;
Usain Bolt kadar sağlam, hızlı ve kendinden emin adımlarla yeni yıla kucak açma pupa yelken.

***
Her yıl sonunda ve takip eden yılın hemen başında yaptığım birkaç listem vardır benim.
Bunlar arasında en gözbebeğim “yapılacaklar listem”
Yıl içerisinde zaman zaman bu listeye şöyle bir göz atar; hangilerini yaptığıma, kalan zamanda hangilerini yapabilme ihtimalim olduğuna veya kendimi ortadan ikiye bölsem de yapma şansım olmayanlara bakarım. Bir nevi ara dönem durum değerlendirmesi anlayacağınız.
Geçtiğimiz yıl, yani 2008’de listemi biraz bol keseden hazırlamışım. Hedefler azcık agresif kaçmış. Kendime torpil morpil geçmeden sıfırcı hocalar gibi gözümün yaşına bakmamışım.
“Şu yapılacak!!”
“Bunu da mutlaka yapmalısın!”
“Ötekini yapmazsan yıl boyunca hatrım kalır.”
“Neee, berikini denemeden yılı kapamayacaksın di mi, bak valla darılırım!” diye diye “el insaf” dedirtecek 30 madde çıkarmışım.
Bugün baktım, dönem sonu karneme.
Başarı tablom: 30’da 12. Fakat önemine göre sıraladığım ilk 4 maddenin yanına bile yaklaşamamışım.
Şimdi, üzerinden geçen 1 seneden sonra anlıyorum ki o zamanki isteklerim, hedeflerimle şimdikiler oldukça farklı.

Her yıl bana birşeyler oluyor.
Süratle değişiyorum.
Kaşım, gözüm, oturuşum, saçımın rengi, elimin tutuşu, içimin bakışı, belimin duruşu, önceliklerim, yapacaklarımın sıralaması, ehemmiyeti sürekli değişiyor.

Bu seneye başka biri olarak girdim.
2009 listemi yazmaya başlayınca ne oldu biliyor musunuz?
O kocaman, caaanım 30 maddelik listeden geriye tek bir madde kalmış bana.
Durumlar, duygular, yaşanmışlar değişmiş. İşin ilginci değişmeyenler de önemini yitirmiş, derler ya “vız gelmiş, tırıssss geçmiş”
Şu an anlamı, önemi, hükümdarlığı olan tek bir madde bırakmış bana.
Gerisi mi?
Evet, başka isteklerim de var ama onları yeri geldiğince muhasebe defterine karalayacağız. Olacağı yoksa hayat neyi getirirse onu yaşayacağız...

***
Birkaç gündür yakalandığım grip sebebiyle bu seneye ayrıca başka biri olarak girdim.
Konuşmaya başlayınca kendimi tanıyamıyorum.
Çaktırmadan omzumun üstünden arkama bakıyorum biri bana playback mi yapıyor diye.
Kendi kendime yabancılaştım.
Sesim ses değil mübarek, bildiğiniz borazan.
Konuşmuyor sanki böğürüyorum garip garip.
Önemli arz ettiğim konuşmalara başlamadan önce de yaşını başını almış dedeler gibi defalarca boğazımı temizlemeden lafa giremiyorum.
En beteri de telefonlar. Kati surette kimseyi ben olduğuma inandıramıyorum. Zaten o çaba içerisinde konuşabilme yetimi çoktan tüketerek bariton borazandan bas borazana geçiyorum ki bu iyice fena.
Sesim kendi kulağımı tırmalıyor. Sanki ben ben değilim.
İşte o zaman anlıyorum; insanın sesiyle ne kadar bütünleştiğini.
Kendimizin ya da tanıyıp bildiklerimizin sesine ne kadar alıştığımızı.
Görüntüler üzerine kaydettiğimiz sesleri veya sesler üzerine kaydettiğimiz görüntüleri.
İnsanları oldukları gibi, sadece kendi kişilikleri ile kabul etmek yerine, kendi kafamızda onlara biçtiğimiz rollerde sesin kuvvetli büyüsüne kapılmaya ne denli istekli olduğumuzu kavrıyorum. Bazı sesler ne kadar alelade olursa olsun o sesi gönlümüzle dinleyince içimizde yer alan derin tınısına şahit oluyorum...
... ve duyulmaya hasret sesler bir yerlerden çıkagelince yanıbaşınıza, yaşadığınız sevinçle karışık şaşkınlığı tadıyorum.

Ve biliyorum ki bu sadece romanlarda değil, gerçek hayatta da böyle oluyor. Değerlendirmelerimizde, eleştirilerimizde aklımızın değil, duygularımızın tutsağı olduğumuzu kendime itiraf edip listeme tekrar dönüyorum.

İnsan beyninin derinliklerinden neyin ne zaman çıkacağı hiç belli olmuyor. Beynim beni 1 sene öncesine götürüyor. Kapattım sandığım sayfalara.
Bu yüzden kendi kendime gülüyorum.
“Heyhattt” diyorum, bir ses beni aldı nerelere götürdü.
Ve bu hüzünle karışık öylesine garip bir keyif ki, tanımsız.

Hem düşünüyorum, hem gülüyorum, hem yazıyorum. Lakin hepsini aynı anda yapmaya kalkışınca problem yaratabiliyor.
En iyisi mi diyorum, ben sil baştan başa döneyim.
Elde var 1 madde, gerisi neyse 2009’da saklı kalsın.
Hepimize iyi seneler olsun :-)


Yazı Tarihi: 04 Ocak 2009