29 Kasım 2009 Pazar

Boynuzlu Kopek

Nazli Ilicak`in Sabah gazetesindeki kosesinden eglenceli bir alinti:)

http://sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2009/11/29/boynuzlu_kopek

Boynuzlu köpek

Temel bir gün keçinin boynuna tasma takmış gezdiriyormuş. Arkadaşı Dursun yolda onu görüp sormuş:
- Ula Temel napiysin?...
- Ula cörmiy misin Çöpegimi cezdurayrum Dursun kardesim...
- Ula Temel bunun boynuzlari var...
- Valla ben onin özel hayatina karismayrum.

Yazi Tarihi: 29 Kasim 2009

25 Kasım 2009 Çarşamba

Kış mı gelmiş be usta?

Benimkisi biraz fazla köşeli ya zaman aldı düşmesi.
Jetondan bahsediyorum canım işte, bildiğiniz çil çil para sarı jeton.
Yeni farkettim; mevsimlerden kış gelmekteymiş.
(Ünlem işaretini kasten koymadım, sizi yönlendirmiş olmayı istemem)

*****
Güneş olup açtım ben bu yaz.
Dalgaların ucundaki köpüklere öykünüp kendimi yakaladım sonra da yıkadım az biraz.
Beyaz beyaz...
Tertemiz, taptaze, ışıl ışıl yenilenip kabuklarımdan kurtuldum bu yaz.
Herşeyin tadına daha çok vardım;
Dinlemenin, beklemenin, kavuşmanın, özlemenin, özlenmenin, kendimin ve kendimden çıkmanın...
Müjdeler olsun!
Yollarda yürürken vitrinlerin camına, arabaların aynasına bakıp bakıp kendime gülümsedim.
Göz kırpıp, caka sattım.
Yanık tenim, ışıltılı saçlarım, renkli straplez 34 beden elbislerim hoşuma gitti, gitti ki ne gitti be usta!
Harika şarkılar dinledim, hislendim, yazdım, kendim yazıp kendim ağladım belki de ilk kez mutluluktan.
Okudum, bol bol okudum.
Bir tarafımla da bir hayatın mücadelesini verdim.
Kimi zaman güçlendim, yüzüm güldü, umutlandım.
Kimi zaman pes etmenin eşiğine geldim; yalnızlaştım, hüzün yerleşti gözlerime
Kendimle konuştum, kendime kızdım, bir küsüp bir barıştım.
Biraz atışıp, biraz takışıp sonra kendime kıyamayıp bağışladım.
Biraz savaş biraz barış biraz suç biraz ceza.
Herşeyimle kendimi sevdim yine de, sevmek ki ne sevmek be usta!
Yıllardır gittiğim Alaçatı'da ilk kez cennete girdim ben bu yaz.
Buz gibi denizde yüzüp, rüzgarında sarhoş oldum.
Sahilde yürüdüm ayağıma taşlar batmadan, sabaha karşı uyudum gecenin ne zaman geçtiğine bakmadan.
Offf bu yaz...
Öyle bir yazdı ki sanki daha önce hiç olmamıştı ayaz.

Bu yaz öylesine sıkı çelmeler attım ki hayata...
Ne yapacağını şaşırttım.

Öyle bir tavır peydah oldu ki içimde...
....bu bana yeter işte!
....Yeter bana bunlar!
Bundan sonrası yok, dense hani...
Nokta konsa...
İtiraz etmem sanki!
... Bana yeter bu güzel yaz
.. Bu muhabbet yeter bana!
Hani bir odaya, bir hücreye kapatsalar...
Bir daha asla buradan çıkmak yok deseler...
Sesimi çıkarmazmışım gibi...
Sanki bu günlerimin anılarıyla idare edebilirmişim gibi...
Ama bir dakika!
Bir dakika!
Alaçatı'da bir akşamüstü daha bekliyor olsun beni!
Tek bir akşam daha...
Geleceğe dair hayaller kuracağım muhabbet dolu bir yaz ikindisi mesela...
Ya da Alaçatı Pazarı'nda yenilen bir şeftalinin tadı olsun damağımda
Çardakta sırt üstü uzanıp yıldızlara baktığımız bir gece daha...
O zaman bu bana yeter işte...
*****
Bu aralar hangi mevsimdeyiz?
Hava sıcak mı soğuk mu?
Güz yağmurları ne ara bitti?
Tüm bunlardan haberim yok!
Diyorlar ki yıldızlar kayıyor, soğuklar bastırıyor, kara kış kapıda.
O zaman anlıyorum ki yaz da anılar da uzaklaşıyor, flulaşıyor.

Yağacak beyaz karları izlerken düşüneceğiz, özleyeceğiz, neyi özlediğimizi bilmeden.
Ve ardından bir yaz daha usul usul gelecek be usta!
Kim bilir yeni yaza nasıl gireceğiz?
İlle de değişeceğiz, değişeceğiz de ne olacak, daha mı iyi olacak sanki be usta?

Nes, the Usta

Yazı tarihi: 25 Kasım 2009

24 Kasım 2009 Salı

Zeynep Lal'e

Zeynep Lal'im, güzel kızım...
Bugün haberini aldım.
Ne kadar güncel ne kadar değil bilmiyorum.
Öylesine üzüldüm, öylesine seni içimde hissettim ve dua ettim ki ifadesizliğime ve uzaklığıma çaresiz kaldım. 

Duydum; hastalanmışsın.
Körolası virüsler senin minik bedenini seçmiş.
Sınava tabi tutmuşlar seni.
Hiç canını sıkma tatlı kızım, eminim atlatacaksın, eminim çok iyi olacaksın.
Belki de çoktan iyileştin bile.
 
Zeynep Lal,
Öyle masumsun ki henüz bilmiyorsun;
Biz kızlar; mikroplar, virüsler ve zararlı binlerce yaratık tarafından çok sık kuşatılır, şiddetle yere serilmeye çalışırız.
Bunu bilesin, hep sağlam durasın.
Onlar en zayıf anında ince ince derinlerine sızmaya çalışırlar.
Sen tüm saflığınla doğruluğuna inanıp, derinlerini açtığın ilk anda da en sarsıcı virüs gelir oturur şahdamarının tam üzerine.
Kesip atsan sana yazık.
Tutup saklasan yine sana yazık...

Sakın bırakma kendini prenses.
Dirayetli ol.
Hastalığın senden olduğunu aklının ucuna bile getirme.
Virüsler seni seçmiş olabilir. Bağışıklık sistemine yumurtalarını bırakmış olabilir.
Onlar seni zehirlese de, unutma ki panzehirlerin kudreti birtek senin içinde.

Güzel kızım, kınalı kuzum,
Belki bu hastalık seni yataklara düşürdü.
Ateşler içinde cayır cayır yaktı.
İçine kaldıramadığın bir ağırlık oturttu ve soluğunu daralttı.
Daha dün neşe içinde babanın sihirbazlıklarını seyrederken bugün yatağının başucunda sana niye böyle solgun ve durgun hallerde, kırmızı gözlerle baktığını anlamaya çalışıyorsun.

Sen onun bitanesisin.
Sen onun en kıymetlisisin.
Sen onun biricik Zeynep Lal'isin.
Baban seni gözünden sakınır.
Hiçbir şeyin sana zarar vermesine izin vermez.
Hem bak kumsaatini ters çevirdim.
Kumlar terse döner dönmez pembe kanatların, prenses tacın, sihirli asan ve güzel tütünle oyun oynayacaksınız.
Belki babana bir büyü bile yaparsın.

Hadi güzel melek, hadi sıkı dur, hadi iyileş!
Gel tut elimden, otur kucağıma, dualarımla ve benle bütünleş...


Yazı tarihi: 24 Kasım 2009

23 Kasım 2009 Pazartesi

Hayatın türlü dalavereleri ve sonsuzluğu

2012 filmini henüz beğenen çıkmadı zaten bu saatten sonra izleyen birinin "ben beğendim, süper bir filmdi" demesi için sıkı bir anarşist olması gerekiyor.
Haşmet Babaoğlu kıyamet fikrinin insanları neden bu kadar heyecanlandırdığını yazmış:
"Kötülük karşısında ne zaman mutlak biçimde çaresiz hissetsek kendimizi... Ne zaman dünyadan umudu kessek... Alttan alta karanlık bir dilek büyür içimizde: Kopsun kıyamet, bu kahpe dünya altüst olsun!"


Ayşe Arman akut üyesi, endüstriyel dağcı Serkan Kaya'yla röportaj yapmış. Soruyor:
AA:"Bu işin hayati riski yok mu? Korkmuyor musunuz? Adrenalin falan?"
SK: " Bir kere 100 metre yanıma yıldırım düştü. O hakikaten kötüydü.Düşmekten beterdi. Müthiş bir ses ve ışık. Aynı anda elektrik çarpması gibi bir şey oluyor, öldün zannediyorsun, sonra nefes aldığını fark ediyorsun. Burnuna yanık kaya kokuları geliyor. Yaşadığım en dehşet şeydi, ama sonra üzerini silkip ayağa kalkıyorsun, yola devam ediyorsun...
Yapacak birşey yok. Hepimiz sonunda öleceğiz, bir bardak su içerken de boğulup ölebilirim."


Melike Karakartal "Nyotaimori" geyiğini(çıplak kadın üzerinden suşi yeme) harika bir anlatımla ti'ye almış.
Hikayenin hijyen tarafına takmış ve böyle bir hadiseye prim veren erkeğin kafasına oklava indireceğini belirtmiş. Alkıışşş benden :)
Yazının tamamı çok eğlenceli, okumak isteyenler aşağıdaki link'e buyursunlar:
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=13004520&tarih=2009-11-21

"Mavi Senfoni" adlı tablosu 2.2 milyona satılan Burhan Doğançay olay oldu.
Resmi alanın Murat Ülker olması açıkçası beni fazlasıyla şaşırttı.
Bu rekor satışla, çağdaş Türk resmi büyük bir sıçrama yaptı.
Koleksiyonerlik prim yapmaya ve bugünün en iyi yatırımının "resim" olduğu konuşulmaya başlandı.
Türkiye'deki rekor halen Oryantalist Osman Hamdi Bey'in 1906 ve 1907'de 2 farklı versiyon olarak çizdiği "Kamplumbağa Terbiyecisi"nde.
1906 versiyonu 2004 yılında Pera Müzesi'ne Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan 5 mioTL'ya satıldı.(2009 değeri 10-15mioTL)
1907 versiyonu ise Belma Simavi Koleksiyonu'nda.
Ayşe Kulin'in "Tek ve Tek Başına Türkan" adlı kitabını biran önce okumak için ölüyorum. Türkan Saylan'ın ömrü boyunca yaşadığı zorlukları öğrenince insan kendinden utanıyor. Bana sunulmuş bu şahane hayatımdaki tamahsızlığımın tokadını yüzüme atmak için kitabı su gibi okumak gerekiyor, anlaşıldı.
Şu an okuduğum Paulo Coelho'nun "Kazananlar Yalnızdır"ına kuma geliyor anlaşılan...

Daha 3-4 hafta önce şu haberle yatıp kalkıyorduk:

"Düşünebiliyor musunuz, bir adamla 14 yıldır evlisiniz, birliktesiniz, çılgınlar gibi aşıksınız, dışarıdan algılanan imaj öyle ama sonra bir gün öğreniyorsunuz ki, adam sizi bunca yıldır aldatıyor.
"İnsan kondurmak istemezse kondurmuyor” diyor, “Kimse beni uyarmadı. Bir de çok ilgili davranıyordu, en değerli varlığıydım, hep el üstünde tutuyordu. Evet, şüphelendiğim oldu. Ama hep inkâr etti. Her seferinde ona inandım. Belki de işime geldi. İnsan düzeni devam ettirmekten yana oluyor, hele çocukları varsa. Ama bir yere kadar..."
Şahane eğitimi, şahane fiziği, şahane anneliğiyle müthiş bir “vitrin”, bir erkeğin yanında taşımaktan gurur duyacağı bir varlık..."

Evet bildiniz Eren Talu ve Defne Samyeli hadisesi. Sahi n'oldu onlar, boşandılar mı?
Aldatan erkeklerin durumu bence bir tür ruh hastalığı, psikiyatrlık.
Mide bulandırıcı!
Görünce kusmak istiyorum!

Psikiyatrlık demişken:
Hipotalamus, limbik sistem ve ön loblarda olan hasarlar, aşırı saldırganlık ve vahşete sebebiyet veriyormuş, bunu da bugün öğrendim. Bizim ülke toptan ağır hasarlı desenize!

Bu ilginç bilgiden gelelim komiğe...
Dizi izliyor musunuz? Yok öyle "Ezel", "Aşk-ı Memnu" falan değil. Ecnebi ve yüzonaltıbinsekizyüzkırksekiz bölüm sürenleri kastediyorum. Onların manyağıysanız yandınız. Hergün bir öncekinden daha popüler bir dizi furyası peydah oluyor. Hayır insan işi gücü bırakıp 7*24 dizi seyretse bile yetişemez. Bunun tuvaleti var, yemeği var, uyuması var.
De ki yetiştiniz o zamanda gözlerin biri "kalk gidelim, diğeri halt yeme otur" der!
Gündemde çılgınca bir "Flash Forward" olayı dönüyor. Benim afagan takımım o kadar TV karşısında oturmaya müsait değil ama ucundan azcık seyretmeyi deneyeceğiz bakalım.
Yılmaz Özdil'den sonra izlediğim favori köşe yazarı Kanat Atkaya Flash Forward'la ilgili harika bir yazı yazmış.
Henüz okumadıysanız mutlaka okuyun derim. Ben gülmekten koptum okurken, arşivime aldım bile :D
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12984952&yazarid=25&tarih=2009-11-19

Şimdiiiii efendim sanki bana "böyle de eften püften, ortaya karışık bir yazı olur mu?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Yahu boşveriiin, hayatı bu kadar ciddiye almayın... Onun rahat, neşeli, boş anları da vardır, olmalı.. Bunu hem söylemek, hem uygulamak lazım gelir.
Yoksa benim gibi duygu budalısı, hop terelleli moduna doğru emin adımlarla yolalan biri olur çıkarsınız. Hep birlikte biraz hayatın içine daldık, fena mı oldu?
Madem birlikte girdik bu dalışa o zaman size bir itirafta bulunmam gerek:
Bu budalalığım hafiften işe yaramaya başladı galiba.
Sanırım büyümekteyim.
Üstelik şaşılacak şey evet, laf dinlemeye bile başladım.
La havle başımıza her an taş yağabilir. Kaçılıın!

Budalalık kendinden başka birine inanıp, sevmekle başlıyor.
Biliyorum sevginin/aşkın karşıtı nefret değil.
Ama ah! Budala ben mi yoksa söz dinleyen ben mi bu nefreti tanımaya başlıyor işte onu henüz bilemiyorum.
*****
Bugün babamın bana ve bu hayata veda etmeden sonsuzluğa gidişinin 6. yıl dönümü.
Oysa ne çok sevgi vardı içinde, ne çok severdi beni.
Böyle küt diye gideceği hiç aklıma gelmezdi.
Yakıştıramadığı durumları kabüllenemekte güçlük çekiyor insan.
Bocalıyor, afallıyor, dümdüz oluyor.
Allak bullak kalıyor.
Cayır cayır yanıyor.
İçini soğutacak birşey için didiniyor kavrula kavrula.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor...
Herşey nafile.
Hepsi palavra!
Sadece saçmalıyor.
O anda bir taş yutmuş gibi oluyor...
İçi ufalanıyor.
Bir şey kopuyor bedeninden.
Sanki biri elini içine sokuyor ve ciğerini söküyor alıyor.
Kolu, bacağı gidiyor...
Öyle hissediyor.
Öyle kalakalıyor.
Eksiliyor.
Bir daha hiç tamam olamayacağını düşünüyor.
Ve üzerinden sayısız gece kararıp gün ağarsa da hesaplaşması, sorgulaması, acısı bitmiyor.
İşte böylesi bir düellodan sonra hiçbir terkediş, hiçbir sevilmeyiş, hiçbir yanlış seçiş, yalnız kalış koymuyor.
Ne koyması be baba, dokunamıyor bile!
Anlatabiliyor muyum?


*****
Mekanın cennet, ruhun şad olsun babam.
Huzur içinde ol, ben iyiyim, büyüyorum!

Sizin hiç babanız öldü mü?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

Cemal Süreyya

Yazı tarihi: 23 Kasım 2009-2003

20 Kasım 2009 Cuma

B.O.K.'lar ve frenkgiller

Efendim, başlığı okur okumaz yüzünüzü buruşturduğunuzu görür gibiyim.
Durun durun hemen ekşimeyin, açıklamama müsade ediniz.
Malum bugünlerde gündem çok karışık.
GDO'lardı, açılım-açamayalım'dı, İtalya Cumhurbaşkanı'nın ziyaretiydi, telekulak skandalında dinlenenler ve bir türlü kendini dinletemeyenlerdi, Dersim'di mersim'di derken karardık durduk.
Ay zaten sonbahar da bitemedi gitti, üstümüzde kara kara bulutlar dolanıyor duruyor diye biz de karalar bağladık ya biraz neşelenelim canım madem öyle, fena mı olur?
Bendeki bu otomatik neşe halleri geçenlerde okuduğum bir yazıdan üzerinize afiyet.
E ben neşelendiysem sizin başınız kel mi? Hadi gelin birlikte neşelenelim...
*****
Pir'im öncelikle gelelim şu B.O.K. meselesine.
GDO'lardan sonra herşeyi 3 harfle anlatmak moda oldu ya bizimkisi de o hesap.
Bugünkü dersimiz: B.O.K.'lar yani "Beyniyle Oynanmış Kurban"
Yurdum insanında bu B.O.K.'lar sürüsüyle; zebil zebil maşallah...
Ne tarafa dönseniz eliniz birine çarpıyor, gündeme almamak olmaz, gücenirler...
*****
Az biraz reiki veya NLP ile uğraşmışlığınız varsa "olumlama" kavramını duymuşsunuzdur.
"Ben güzelim, değerliyim ve mutlu olmayı seçiyorum..." ya da olmak istediğin her neyse bu olumlamayı bilinçaltına gönderiyorsun ve göndere göndere bir bakıyorsun hooop az önce çaresizlikten kıvranan ama bir konserve ıspanağı hüpletince başımıza Süperman kesilen Temelreis gibi şişim şişim şişivermişsin.
İyi valla ne ala...
Tabii bu konular öyle hemen Temelreis misali hoppidik gübbidik olamıyor.
İnsanlar saatlerce, günlerce, aylarca kafa patlatıyor.
Okuyor, öğreniyor, deniyor, yapıyor, şaşırıyor, vazgeçiyor, aklı karışıyor başa dönüyor.
Kimileri tonlarca paralar ödüyor, kimileri hayatlarından çeşitli ödünler veriyor.
Kimileriyse doğuştan yetenekli; olumlamayı kafaya programlıyor, menzile bir B.O.K. adayı girer girmez de play tuşuna basıyor ve eakşınnn... (action/aksiyon)
Onların olumlama muhteviyatlarında ufak bir değişiklik oluyor ama:
"Güzelim, değerliyim ve zengin olmayı seçiyorum" diyorlar.
İşte eğlencemiz burada başlıyor.
Bu küçükhanımefendi konteslerimizin ufak beyinlerindeki hafıza kartlarının ezberleyebildiği tek olumlama bu olduğu için tek tuş olayı yaşıyorlar.
Tek tuşun üzerinde "FF" yazıyor; Flashforward, yani ileriye hızlıca sar.
İleriye dair tek hedefin varsa yoksa, kısayoldan, hızlıca bir B.O.K.'la dünyaevine girmek olsun.
Zaten elinde başka düğme yok, tek numaran bu, bünye buna programlı.
O yüzden bu sevgili 4yapraklı yoncalar burun deliklerini şişire şişire külkedisini gerçeğe uyarlamak için olumla Allah olumla "güzelim, değerliyim ve zengin olmayı seçiyorum" nidalarıyla salınıveriyorlar.
Salınıverirken tabi bunlar iki işi birarda yapamadıkları için bazen salınmayı unutuveriyorlar.
Aslında kızmamak lazım, belki de bu küçük bir özgüven meselesi. Bu özgüvensizlikten dolayı verip veriştirmeleri. Tek dertleri “güzelliklerinin erkekler tarafından onaylanması”. Birtek o zaman iyi hissediyorlar.
Bu yüce! hislerin ışığında, zavallı B.O.K.'ları potaya sokup evlendiklerinde birdenbire “değerli kadın” oluveriyorlar.
Zaten mesele aşk meşk değil, makul bir adam bulup “ben değerli ve zenginim”i ispatlayarak zümre atlayabilmekte.
Öte yandan aslında ömürleri boyunca sırtlarını dayayacak bir adam, bir güven, konfor, statü ve lüks alanı istedikleri için en safından birtakım cabrioları ay pardon yani Beyinleriyle Oynanmış Kurban'ları ihtirasları uğruna harcamakta bir mahsur görmüyorlar.
Bu uğurda ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar.
Kendi başına yumurta kırmayı beceremezken anne/komşu/bacı/gacı kim varsa, yedi sülale, geleceklerini bu BOK'lara bağladığından imece usulü toplu kumpasla gelin kızımızı allayıp pulluyorlar.
Ev yapımı kurabiyeler, börekler çörekler, yanak pembeleştirme çalışmaları, "ben bilmem beyim bilir" pratikleri ve bilimum kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez uygulamaları gelin kızımızla teşvik-i mesai yaptırılıyor.
Bu el değmemiş! pek değerli konteslerimiz de gerdan kırarak kocalarının annelerine her konuda “Siz bilirsiniz anneciğim” demeyi "Türk öğün, çalış, güven"den önce ezbere kaydediyorlar.
Ay zaten bu karışık cümleye ne gerek var, onlar işin güven kısmını halletmeye başkoymuşlar, gerisi safsata...

Yalnız bir durumda Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekiyor:
Bu güven müessesesini pek sağlam temeller üzerine inşa ettikleri yadsınamaz bir gerçek.
3.sınıf kuaförlerce sarışın pardon turunculaştırılmış mısır püskülü saçları,
tek koltuğa sığamayacak kadar büyüttükleri kaba etleri ve
Silikon Vadilerinden taşan dişilik enerjileri uğruna maddi manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorlar.
Ayrıca kadro da itinayla sağlamlaştırılıyor; altyapıdan geliyorlar.(takım referansı için bknz varoşlar)
B.O.K.'lar bir kere tufaya gelince de bu altyapı ve Silikon Vadisi enerjisi gücüne veda etmiş gibi görünüp bir anda dünyanın en zarif, en kibar, en kocasından başkakimseyebakmayan (yalan!), en misyoner, en melek insanına dönüşüyorlar.

İlahi...
Siz çok yaşayın emi?!
Hiç güleceğim yoktu vallahi :-DD

* * *
Hamiş:

Sevgili çakma kontesler;
"Değerli ol" demekle olunmuyor maalesef, kumaş ortada...
Sen en iyisi mi "fabrika ayarlarına geri dön" komutunu ver cicim.
Bu halinize kızmayız ama yemeyiz, yedirmeyiz, yemedik, anlaştık? ;)

Sevgili B.O.K.'lar;
Sağır sultan bile duydu ve de uyandı; senin mezhebin genişse kontescik ne yapsın, sendeki ki bu saflık nicedir a kuzum?
Hayır silikonlardan önünü göremiyorsan arkandan gülenleri de mi duyamıyorsun?
Silkelen, kendine gel. Cabrio'nu kapa bak başına güneş geçmiş.
Ama yok yok üzülme masum ve değerli prensesin bakkala kadar gitti az sonra gelecek, ne de olsa o "senin onu değerli ve zengin hissettirebilme ümidini sevmişti", ne masumane...
bekle sen bekle, daha çoook beklersin ;)

Sevgili okur;
Baştan söylemiştim sana eğleneceğimizi.
E şimdi bu durumla eğlenilmez de ne yapılır, değil mi yani...

Yazı tarihi: 20 Kasım 2009

18 Kasım 2009 Çarşamba

İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın!


Beni çok katlı bir gökdelenin tepesine çıkartın.
Gözlerimi bağlayın.
Aşağıda onun olduğunu bileyim, hiç tereddütsüz bırakırım kendimi olduğu yere.
Ben aşağıya düşene kadar o tüm önlemleri almış; ambulansı çağırmış, brandayı gerdirmiş, düşme hızımı hesaplamış ve ben gerilen brandayı boyladıktan sonra zıpzıp zıplarken o yanımdaki yerini çoktan alıp çakı gibi hazırola geçmiştir.
Ben yalpalamalarımla bir havada uçup bir yere çakılırken o beni tüm kaygılarımdan kurtarmak üzere ardı ardına esprileri patlatmaktadır.
Yaşadığım travmanın şokunu onun esprileriyle birleştirince ağzım açık ayran delisi gibi 32 diş sırıtırken o sağlam duruşuyla "ben yanındayım ve herşey kontrol altında, senin tüyüne zarar gelmeyecek" güvenini tenimin altına çoktan zerketmiştir bile. 
Az önce bir kurşun gibi son sürat yere çakılmak üzere olan ben şimdi üstümü başımı silkeleyip, katılma noktasına erişmiş gülme krizim ve mide kasılmalarımla hayatımda olduğu için şükrederek ayağa kalkarım.
Düştüğümde de, yalpaladığımda da, ayakta olduğumda da ilk gördüğüm hep o'dur. 
Ondan başkası olsun istemem, başkasına bu güveni hissetmem, bu kozu eline tutuşturmam.
Bu öylesine pimi çekilmiş bir kozdur ki bir kere yanlış kişinin eline tutuşturursan feci dağıtır, fena dağılırsın.
Toparlanması ömrüne, bedeli gönlüne mal olur.
Ciğeri beş para etmez canlı mayın tarlalarını adam belleyip onların elinde çarçur ettirmemeli, gönlü sağlam olanlara teslim etmelisindir kozunu, güvenini, kendini.
*****
Hani bazı insanlar vardır; sürekli alçakgönüllü olduklarını iddia ederler.
Oysa kendini "aşağı bir yere" koyabilmen için önce yukarıda olmalısın!
Yani alçakgönüllü olmak istedin diye olamazsın.
Önce "gönül" sahibi olmalısın!
Gönül sahibi olmanın ne demek olduğunu da onu tanıdığında anlarsın.
Mıhlanır kalırsın.
O gönlü bir kere görünce haybeye giden hayatına yanarsın. 
Karşısında mum gibi erir gidersin, babayiğitliğinin feri söner, fırından yeni çıkmış kızarmış buta benzersin.
Mangal gibi yüreğin olur sana fare kapanındaki peynir.
Kaşlarını çatıp şöyle dik dik bi baktı mı yamuklardan yamuk beğen; beşgen mi altıgen mi ne olacaksan kararını sen ver.
Pek bi çakılmış gördüm seni delikanlım, "ne oldiii, rengin soldiii?" kıvamına gelirsin artık.

Velhasıl karşındaki görmeye pek de alışık olmadığın türden bir adamdır.
Hani bazı kavramlar vardı milattan önceki çağda, bilmem hatırlar mısın?
Adam gibi adam olmak.
Yiğit, mert, dürüst, çatık kaş bıçkın delikanlı olmak.
Sözünün eri olmak.
İyi ve vefalı olmak.
Tatlı sert olmak.
Örneğin kendisi seni küçükdilini titrete titrete gülme krizine sokabilecek kadar komik olabilirken aynı zamanda kodumu oturtur tarzdandır.
Diriltir adamı diriltir!
Kendine getirtir.
Dansöz kıyafeti giydirtip her yanı oynayan oynak oryantellerine benzetir seni, ne tarafa kıvıracağını şaşırırsın.
O dünyanın merkezinde sapasağlam durur sen gökkuşağı renklerinde fırdöndü olursun.
Feleğin şaşar, ne olduğunu anlayamadan gidersin mazallah.
Tütü giymiş ramboya dönersin.
Boncuk boncuk terlerin gülmekten mi tırsmaktan mı idrak edemezsin.
Ona sonsuz bir hayranlık, saygı ve gıpta beslersin tabii eğer adamsan.
Yok adamlıktan nasibini almamışsan vay haline.
Vay ki ne vayyy.

En yakın kestirmeden sağa dönüp toz kaldırmadan Boğaziçi köprüsünün yolunu tut, git at kendini, iyi gelir açılır ferahlarsın.
Ferahladıktan sonra kafayı bir yere çakıp bilincin yerine gelmişse anlarsın; o bu dünyanın beyaz yüzü.
O en çaresiz anında damarına takılmış serum.
O zifiri karanlıkta gökte parlayan yıldız.
O gökyüzünün bizzat kendisi...
 *****
Şimdi sorarım size;
Kariyerinin en tepe noktalarını zorlayan bir işadamını, çocukları için ölmeye hazır bir babayı, karısını deli gibi seven bir kocayı, annesi ve kardeşi için herşeyini feda edebilecek bir evladı, arkadaşları için dağları delecek fedakarlıkları gözünü kırpmadan yapan bir dostu, düğünde sağdıçı, cenazede tabutu en önde omuzlayan şahsiyetleri aynı adamda birleştirmeyi başarması, az şey midir?
Hem de bunca şahsiyetsizin cirit attığı bir dünyada...
*****
Bugün 18 Kasım.
Canımdan çok sevdiğim ağabeyimin doğumgünü.
İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın ve iyi ki benim ağabeyimsin, tırnağına taş değmesin abim.

*****
Teşekkür ederim. Öperim
Nes, the Sister

Yazı tarihi: 18 Kasım 2009

13 Kasım 2009 Cuma

Fotoğrafın künyesi



Nesss susar, fotoğraf konuşur

Fotoğrafın adı: Oksijen
Cinsiyeti: Erkek
Yaşı: Sonsuz
Mevsimi: Hazan
Modu: Dingin
Rengi: Turuncu- mavi
Kokusu: Çam
Sınırsızlığı: Gökyüzü
Sınırı : Bulut
Yüzü: Doğa
Sesi: Yankı
Tadı: Tarçın çayı
Boyu: Yüksek
Ayakkabı numarası: Hışırtı
Uğurlu sayısı: 7
Işığı: Kontrast
Burcu: Terazi
Hisleri: Yüce
Yüreğinin içi: http://fotokritik.com/1938471
Tekrar dünyaya gelse doğmak istediği yer: Orası
Şarkısı: http://www.youtube.com/watch?v=dn-M7zYCnA8
Kompozisyonu: Bakmaktan öte söz yok
En sevdiği yemek: Çekirdekli tam çavdar ekmeğe hindi füme sandviç
En sevdiği içecek: Buzzz gibi bir Schweppessss gazoz
En sevdiği özelliği: Heybet
En sevmediği özelliği: Boşluk
En belirgin özelliği: Nefes

ve Karadeniz'li akrabaları: http://fotokritik.com/1938291


Sevgili arkadaşım Kayıhan Zeybek'e emeği için çok teşekkür ederim.
Işığı(nız) bol olsun :)

Yazı Tarihi: 12 Kasım 2009

Nesss, the gören

Gelecek programda ne var?

Bir sonraki yazımda harikulade bir fotoğraf ve bana çağrıştırdıkları bekliyor olacak sizi.
Şu an kendileri sahibinden gümrük onayı beklemekte :)
İzni çıkar çıkmaz, sıcak sıcak, taze taze burada!

Bence siz o zamana kadar www.fotokritik.com 'a bi göz atın.
Yedigöller'in en güzel mevsimi olan sonbaharda, sonbaharın en güzel ayı olan Kasım'da orada çekilen fotoğraflar hayal sınırlarınızı zorlayacak nitelikte.

Yazılanlara göre geçtiğimiz haftasonu her metrekare başına 5 fotoğrafçı düşmüş.
Birçok farklı gözün vizöründen bu masal diyarını görmek etkileyici.
Sadece...
... ne gerek vardı bilemedim?
Bazı fotoğrafların bu kadar yapaylaştırılmasına?
Bu kadar çok teknik kokmasına?
Adeta robot çizimlere dönüştürülmesine?
Rahmetli Michael Jackson'ın son zamanlarındaki kadar bünyesine insan eli değmesine?

Bilmem...
Belki o da sanat.
Profesyonellerin gözüne bazı kusurlar batıyor ve onları düzeltmek, değiştirmek istiyorlar.
Sonra da bekareti bozulan herşey gibi duracakları yeri bilemiyor, hız limitini aşıyorlar.
Onlar iyi yaptıklarını düşünüyorlar.
Üstelik buna kendileri tamamen inanarak.
Ve bu tekniklerden haberi olmadan başka bir dünyada yaşayan çıplak gözler o aldatmacayı değil de gerçeği görmek istiyorlar.
İşte profesyonel aldatıcılarla, gerçeği yalnızca gerçeği görmek isteyen çıplak gözler arasındaki samimiyet uçurumu böylelikle kaçınılmaz oluyor.
Sonuçta ikisi için de tatminsiz bir dünya yaratılıyor.
Değer mi?
Değer diyene de, ben yokum diyene de...
Ne diyebilirim ki?
... eyvallah.
Saygı duyarım.

Nes, uçuç böcüğüüüü

Yazı tarihi: 13 Kasım 2009

11 Kasım 2009 Çarşamba

Eşrefff, Eşrefff yine yapamadım Eşreffff


Eşrefff, Eşrefff yine yapamadım Eşreffff.
*****
Ne yalan söyleyeyim aklımdan geçmedi değil.
Birbirimize bakmadan, karşımızdaki aynadan gözlerimize takılmış konuşurken bir an için kendimi sana değil de ona teslim ettiğimi düşündüm.
Aynadaki bizi gördüm.
Ben ve omzumun hemen arkasından bana memnun gözlerle bakan o...
*****
Yavaş yavaş tokalarımı çözmeye başlıyor.
Saçıma dokunuyor uzun uzun.
İncitmeden, nazikçe, narince davranıyor.
Kadife kadife tarıyor.
Tarıyor kokluyor, kokluyor tarıyor.
Sanki kendinden geçiyor.
Nasıl da mutlu.

Oysa ben?
Ben vicdan azabından kahroluyorum.
Kahrolmak da ne kelime?!
Ölüyorum, eriyorum...
Herşeyin daha kötü olmasından ölesiye korkuyorum.
Ama yerimden kımıldayamıyorum.
Ona, sahip olduğu tutkuya kızamıyorum.
Sanki mıhlanıp kalmışım.
Lanet olası bir salonda, lanet olası bir sandalyenin tepesinde onun bana yapacaklarını bekliyorum çaresizce.
%100 teslimiyet.
Maktül ve katil...
Dört tarafımız ayna.
Aynalar kaçacak, saklanacak yer bırakmıyor.
Düpedüz ortadayız.
Ben, o ve sadakatsizliğim başbaşayız.
Kendi kendime bakmaya utanıyorum.
Aynada kendimle, gözlerimle başbaşa kalamıyorum.
Kalırsam biliyorum, aklım senin yanına kaçacak.
Kaçınca biliyorum geri gelmesi uzun olacak.

Kahretsin, Allah kahretsin...
Ne işim var benim bu adamın yanında?
Nasıl izin verebildim beni kandırmasına?
Ne demeye beni mutlu ettiğin sayısız günü bir çırpıda silip bir başkasının ellerine teslim ettim kendimi.
Nasıl, nasıll, nasıl yapabildim bunu sana Eşref!
Hangi akla hizmet kabüllendim bu adamın üzerimdeki hegomanyasını?

Şimdi bir yabancıyla, kendimin bile tanımadığım duygularımla yalnızca;
Siyah ya da beyaz
Güzel ya da çirkin
Doğru ya da yanlış
İhtiras ya da yanılgı olabilirim
Ama hepsinin sonunda derin ve telafisi olmayan bir biçimde pişman olacağım.

Şahsiyetsizliğimi aynada yakalayan gözlerim başka şeyler de görmeye başladılar: 
Alnımın orta yerindeki bir yaradan çıkıp beni kemirmeye başlayan karıncalar.
Milyonlarcası alnımdan, şakaklarımdan, yanaklarımdan geçerek boynuma indiler.
Boynumdan omuzlarıma geçiyorlar.
Aynada kendi gözlerimi, arkamdan saçlarıma dokunan bu yabancı adamı, tüm bedenimi yemeye hazırlanan sayısız karıncayı ve hepsinin arkasında, boyutsuz bir uzaklıktan bize bakan seni görüyorum Eşref!
Kollarını göğsünde kavuşturmuş hiç konuşmadan bize bakıyorsun.
Her zamanki gibi derin derin!
ama bu sefer incinmiş...
bana kırılmış, yüreğinle birlikte bakışların da uzaklaşmış.
Ordasın ama gitmişsin.
Şimdi ordasın ama bir daha olmayacaksın.
Biliyorum bu ihanetimi hiç kabullenmeyeceksin.
Oysa, oysa...ben seni aldatmayı hiç istememiştim
Oysa ben senin prensesin olmayı ne çok sevmiştim Eşref!
*****
Ot gibi yaşıyoruz ottt.
Bitkilerin kökleri var.
Toprakta.
O kökler sayesinde uzuyorlar.
Belli periyotlarda da, onları budamak gerekiyor.
Değil mi ama?
*****
İyi ama insanlara ne oluyor?
Sürekli toprağa kök salmış bitkiler misali budanmak, kırpınmak gerekiyor.
Her ay, her ay, her ay ödemesi aksamayan faturalar gibi başımıza bela oluyorlar.
Dursanıza durduğunuz yerde!
"Sevgili saç diplerim,
Bu ay hem kredi kartı ekstrem hem de faturalarım çok yüklü geldi.
Biraz insaf edin de bu ay uzamayın olmaz mı?"
Yemezler...
Olmaz.
Olmuyor.
Daha ne olduğunuzu anlamadan bir bakıyorsunuz cırt diye bir ay geçivermiş.
Ve siz bir ay önce kuaförünüze verdiğiniz maaşınızı hatırlayınca sinirden Ayşe teyze cıırrrttt misali orta yerinizden...
Ama böyle de dolaşılmaz ki.
Bu bakımsızlık hasta eder insanı hastaaaa.
Sabah aynadaki görüntünle kavga edip durursun.
O sabah, o gün ve kuaföre gidilene kadar geçirilen tüm günler dünyanın en çirkin kadınısındır.
Yağmurdan korunmak için saçak altında ezilip büzülerek yürümeye benzer hallerin.
Ta kiiii
Kendini en güzel, en mutlu ve en ait hissettiği o yere, o adama, bir rulo parlak aliminyum folyeyle sarılmış, krepelenerek 5 kafaya çıkmış saçlarına kavuşana kadar.
Herşey bittiğinde kesime, renge, föne, karşındaki aynadan sana göz kırparak bakan dünyanın en güzel kadınına ve tam arkanda duran kuaförüne aşık olana kadar ;)

Sevgili kuaförüm Eşref,
İçin rahat olsun. Yukarıda yazdıklarım bugün yaşadığım bir andan yola çıkarak yarattığım bir mizansenden ibaretti. Şu an saçlarım feci durumda olsa da, sen İstanbul'da ben Ankara'da ayrı ayrı yaşasak da tüm sadakatimle sana kavuşacağım günü bekliyorum.
Ben seni hiç aldatmadım, aldatmayı hiç sevmem ;)))

Sevgili Beyler,
Kadınlar kendilerini güzel ve iyi hissettiren adamlara sonsuz bir sadakat ve aşkla bağlıdırlar.
Ama ah o aşk!
Nasıl da duru, kör edici ve fedakardır.
İşte bir tek o zaman geri kalan herşey teferruattır.
Bilir misiniz? ;)


Nessss, the Saç insan

Yazı tarihi: 11 Kasım 2009

10 Kasım 2009 Salı

Aşk Üzerine- Alain de Botton

Sevgili Okur,
Biricik okur, pıtırcık okur, ufacık tefecik, içi dolu turşucuk okur,
İşte alanen sana söylüyorum:
Kral Çıplaakkk!
Vallahi de çıplak billahi de çıplak!

Şiştim, şiştiiim, Beyaz'ın Hüsmen Ağa'sından beter şiştim.
Okuma hızım ilkokul 1 düzeyine indi.
Normalde aynı zamanda en az üç kitap bitirebilecekken şimdi okuduğunu anlamama, cümle başına dönüp bir daha okuma ve yine anlamama, olmadı paragraf başına dönüp yine anlamama o da olmadı sayfa başına dönüp komple salaksiyon durumlarına hasıl olma seanslarını yaşadım defalarca.
Tamam oldum olası aşktan meşkten çaktığım yok, kazara biinnndddeeeee bir kıyıma köşeme çarpsa Marmara depremi yemişten beter olup kafa göz darmadağan kalakalıyorum ama öğrenmenin yaşı yoktur...
...dedim kendi kendime, nokta.
Praktikte ikmalde bile sınıfı geçemiyorum ya bare işin teorisini öğreneyim gerçek hayatta değil ama bir gün "Kim beşyüzbin ister?" yarışmasına falan katılırsam öğrendiğim bu bilgileri cebimde taşıyım, genel kültür yapayım hiç olmazsa diye gittim aldım kitabı.
Sen çapını bilmeden ne diye boyundan büyük işlere kalkışırsın a kuzum?!

Lafı uzattım di mi?
Şimdi kitabın ve yazarın adını duymaya hazır mısınız?
Sıkı durun geliyooorr :
"Alain de Botton- Aşk Üzerine"
Ne afilli değil mi?
I-ıh değil.
Hem de hiç değil.
Yarabbim, o ne zulüm öyle.
Daha önce 2 Alain de Botton kitabını aynı afil sevdamdan elime almış, yanlış hatırlamıyorsam daha onuncu sayfaya gelemeden olay yerini ışık hızıyla terk etmiştim.
Bu yüzden bu sefer annelerin iştahsız çocuklarının tabaklarının başındaki kararlılıkla kendime ultimatom verdim:
"Bu kitap bitecek! Kitap bitmeden masadan kalkılmayacak!"
Poffff.
Al sana ultimatom.
Bir ultimatom alana yanında bir roketatar bedava. Zira bu ultimatomla kendini en yakın gezegene uçurmak isteyeceksin.

Efendim, dost acı söyler: sayın kralımız -Alain de Botton- bu kitabında bayıklığın doruklarına çıkmış.
Konu yerlerde sürükleniyor. İki satır okuyana kadar içinize fenalıklar basıyor, darallar geliyor, böbreğiniz dalağınız şişiyor, kaşıntılar basıyor, pul pul deriler döktürüyorsunuz.
Kitapta sevgili yazarımızın aşık olduğu psişik Chloe arızanın önde gideni.
Zaten öyle bir kadın Adriana Lima bile olsa ona aşık olan adamın aklına turp sıkmak gerekir.
Neyse bunlar başlıyor aşk yaşamaya.
Adam gel-gitli. Kadını bir seviyor kul köle oluyor, bir gıcık oluyor her hareketi batıyor.
Bi başının tacı yapıyor, bi tripler atıyor.
Kadın da pek farklı değil. O da heyheyli.
Olmadık şeylerde ağlama krizlerine giriyor. Adamı çok seviyor ama yine de 3 yaşındaki şımarık ve kaprisli bir kız çocuğundan farklı davranmıyor.
Tüm bu dönem yaşadıkları -sözümona yoğun- duygu haritaları Aristo, Marx, Nietzsche, Wittgenstein, Tolstoy, Stendhal ve Freud'un bakış açıları ve teoremleriyle açıklanıyor.
Ki bu da bir aşk kitabını fazlasıyla felsefe/psikanaliz vs.ye boğduğu için başlıbaşına sıkıcı kılmaya yetiyor.
Bu nadide aşk kitabından başka Alain de Botton'un en çok satan kitapları arasında "Felsefe'nin Tesellisi" adlı kitabı var ki oradaki felsefe dozajı sebebiyle şahsen ben almayım, alana da mani olmayayım demek istiyorum.
Bununla birlikte kitap bütünüyle bana hitap etmediyse de Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekir.
İngilizce'den çeviri olmasına rağmen dili oldukça akıcı, gündelik hayatın içinden ve kolay anlaşılır şekilde.
Bunda da yüksek entellektüel birikimine hayran olduğum Ahu Antmen'in çeviriyi yapmış olmasının yadsınamaz bir payı var.
Aaa, Sezar'ın hakkı demişken: bu kadar kasmasına rağmen tek satır atlamadan okuduğum ilk, tek ve muhtemelen son Alain de Botton kitabı olan Aşk Üzerine'yi huzurlarınızda kayıtlarıma geçirmek istiyorum :)
Yalnız ufak bir sorunumuz var.
Dengesizler kraliçesi Chloe benim şirazemi de kaydırdı sanırım.
Şu an bu entel dantel Alain de Botton eleştiri satırlarını yazarken arka fonda "Nefes: Vatan Sağolsun" filminden endirekt şekilde beynimin sağ lobuna giriş yapan "Götür beni gittiğin yere(Sensiz ben nefes alamam ki)" şarkısını yüzüncü kezdir dinliyorum.
Sonunda kendimi GDO(Genetiği Değiştirilmiş Organizma)'nın önde gideni yaptım;
gidildi hiç çekinmeden büyük bir heyecanla D&R'dan Best of Emrah cd.si alındı :-ooo
Ssshttt, konu kapanmıştır, yorum yapanı anında block'larım ona göre, demedi demeyin :-PP

Nessss, the GDO


Aaa az kalsın adet edindiğim üzere kitabın arka kapağını eklemeyi unutuyordum:

"Alain de Botton, insanoglunun yasadigi en yogun duygunun haritasini Aristo, Marx, Nietzsche, Wittgenstein, Tolstoy ve Stendhal'in rehberliginde çikartiyor. Yazarin hinzir, duyarli, gerçekçi ve bilge kaleminden askin tetikledigi ruh halleri birer birer dökülüyor. Bize çok tanidik gelen bu ruh halleri, derinlikleri, çeliskileri ve sirlari ile karsimiza çikip aska dair söylenen, düsünülen ve yasanan her seyi aydinlatiyor.

Seyahat etmenin inceliklerinden sonra sira asik olmanin zorlu, ancak bir o kadar da keyifli anlari ile tanismaya geldi."


Yazı tarihi: 10 kasım 2009

7 Kasım 2009 Cumartesi

Haftamın Şarkıları

Unuttuğum birşeyi farkettim bugün.
Hayli zamandır ayın şarkısını seçmiyorum.
O kadar çok müzik dinliyor ve ruhumu müzikle besliyorum ki zaten "ayın şarkısı" benim gerimde kalan bir kıstas oldu.
Haftanın, hatta günün şarkısını seçmeliyim ben.

Hadi şimdilik haftalık seçimlerle yetinelim. Fakat uzun süredir seçimi açıklamadığım için bugün bir tane haftanın şarkısı bir tane de listeme kontenjandan giren şarkı seçiyorum.

Bu haftaki seçimimde bir istisna yapıyorum üstelik. İlk kez Türkçe şarkılar seçiyorum.
İlki Sezen Aksu'dan "Biliyorsun"
Hadi gelin dinleyelim birlikte aşağıda yazdığım sözlerini de mırıldanarak:
http://www.vtunnel.com/index.php/1010110A/b2368b163adc5a7964c50d062c2dfeaeeae57147a3adda471a254e3c9581571b031bb4640aced13518410

Biliyorsun
Hayat bazen öyle insafsız ki
Küçük bir boşluğundan yakalar
Hissettirmez en zayıf anında
Seni ta yüreğinden yaralar

Ellerin kolların bağlansa da
Başında kasırgalar kopsa da
Sen tüm gücünle karşı koysan da
Seni acımasız sevdaya salar

Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun
Beraber olamayız benim gibi biliyorsun
Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım
Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun

Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun
Beraber olamayız benim gibi biliyorsun
Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım
Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun

Haklısın biraz geç karşılaştık
Oysa hiç konuşmadan anlaştık
Bazı şeyler var ki söylenmiyor
Biz senle sözleri susarak aştık

İnsan acılarla kıvransa da
Ve o aşkta bir daha doğsa da
Dünyasını yeniden kursa da
Düşler ve gerçekler ayrı ayrı yaşar

Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun
Beraber olamayız benim gibi biliyorsun
Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım
Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun

Söz-Müzik: Sezen Aksu

* Bu ilk şarkımda dağılmışspor vaziyetlerine gelmediyseniz gelin ikinci şarkıyı dinleyelim.
Üstüne bi de bunu dinleyince dağılacağınız garanti :-P
İkinci şarkım "Nefes" filminin kontejanından listeme giren Emrah'ın "Götür beni gittiğin yere"(Sensiz ben nefes alamam) şarkısı.
Sakın ola burun kıvırmayın. Önyargınızı koyun kenara. Önce buyrun bir dinleyin, birşey kaybetmezsiniz, beğenmezseniz de kalıbınızın dışına çıkmış olursunuz, fena mı?
Zaten "Nefes"i izlediyseniz son sahnedeki bu şarkıya tutkuyla bağlanmamanız mümkün değil!
http://www.vtunnel.com/index.php/1010110A/2e70ef10857eb220b327c61a2dac6281da712ecbcdd900327a1c95231312f5da58bbb1f49b1b702e18720

Götür beni gittiğin yere

bu aşk böle bitemez
bırakma terk etme beni
atma beni ölümlere
atma beni zulümlere
götür beni gittiğin yere

sensiz ben nefes alamam
buralarda hiç duramam
tek başıma yanlız kalamam
senin kokunu özlerim hep yollarını gözlerim
götür beni gittiğin yere

aşkındır beni yaşatan beni hayata bağlayan
atma beni ölümlere atma beni zulümlere
götür beni gittiğin yere
sensiz ben nefes alamam
buralarda hiç duramam
tek başıma yanlız kalamam
senin kokunu özlerim hep yollarını gözlerim
götür beni gittiğin yere

Söz-Müzik: Emrah

Yazı Tarihi: 07 Kasım 2009

5 Kasım 2009 Perşembe

"Nefes: Vatan Sağolsun"

Oyy, oyyy, oyyyy.
Ben ne yaptım?
Yaktım yaktım, kavurdum kendimi.
Bile bile başıma gelecekleri kendi ellerimle kendimi ateşe attım.
Bile bile lades dedim, göre göre yağlı ipi boynuma geçirdim.
Ama bu bana az bile!
Böylesine man kafaya az bile bu!
Beter olayım beter!!!
*****
"Nefes: Vatan Sağolsun" filmi 3 haftadır vizyonda.
Yer gök inliyor "Nefes, Nefes..." diye.
Köşesinde filmi yazmayan köşe yazarı kalmadı.
Gazeteler sürmanşet...
Gün geçmiyor ki bu filmle ilgili yazılmış bir habere rastlamayalım.
Vizyona girdiği 17 Ekim'den bu yana her gün izlenme rekorları kırıyor.
Sokakta konuşuluyor, televizyonda tartışılıyor; ana haberlerde, talk-showlarda, magazin programlarında, internet sitelerinde, bloglarda, forumlarda, okullarda, telefonlarda, otobüslerde, kaldırım aralarında, berberlerde, barlarda, kafelerde, restoranlarda, kadınların Behlül'le Bihter'i konuştuğu altın günlerinde bile!
Genci, yaşlısı, kadını, erkeği, askerlik çağındaki, militaristi, anti-militaristi, milliyetçisi, cumhuriyetçisi, demokratı, halkçısı, sosyalisti, Türk'ü, Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i, Alevi'si...
Tüm parti başkanlarından tutun da Genel Kurmay Başkanı'na kadar gidildi film izlenmeye.
Akın akın...
Türk ordusunun Genel Kurmay Başkanı diyorum, daha ne olsun yuhhh!!!
*****
Ama sen ne yaptın?!!!
Filme gitmek yerine odun hatta kalas kalınlığındaki kafanın dikine gittin.
Taş yok yok beton yığını olmuş kalbinin korkaklığına yenildin.
Ayyuka çıkmış bencilliğinle bezenmiş zayıf şahsiyetinin gölgesine sığındın.
Bir ödlek gibi!!!
Filmi izlemekten kaçtın.
Şekersin ya erirsin sandın.
Onun yerine kafanı örümcekler bağlasın istedin.
İte kaka kendini götüren ruhunu daha fazla cendereye sokmak istemedin, bakk bakkkk!

Yazıklar olsun yazıklar!
Şaşılacak şey.
Söyleyecek laf bulamıyorum.
Evet farkındayım; utançtan yerin dibine girdin, yüzün kıpkırmızı oldu.
Ama ah! Bilmez misin ki olgunlaşmalar, kişilik şekillenmeleri tam da böyle oluşuyor;
yerinde oturup ahkam kesmekle değil,
üzüleceğini bile bile hayatın içine atlamakla...
Edepsizliğini anladığında yüzünü kızartabilmekle.
Hatanı farkettiğinde bunu kabüllenerek itiraf edebildiğinde...
Ve artık söyleyecek lafın kalmadığında yeri bilenlere bırakmayı öğrendiğinde...

Şimdi söz Haşmet Babaoğlu'nun:

http://sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2009/11/02/seyircinin_de_nefesini_kesen_film

Seyircinin de nefesini kesen film!

"Nefes" filminin son jenerik yazıları perdeden geçti.
Salonun ışıkları yandı.
Kimsede çıt yoktu. Nefesimiz kesilmişti.
Neden sonra gövdemizi ağır bir torba gibi sürükleyerek çıktık.
Karnımız aç! Bir restorana oturduk.
Ama filmin etkisi öyle çöreklenmiş ki, ne içimizin ne de ağzımızın tadı kalmış!
Baktım, biz erkekler yine de çabuk toparlandık. "Gerçekler böyle işte!" havasıyla idare ettik.
Ama kadınlar için kolay değildi. Boğazlarından hiçbir şey geçmedi. Burunlarını çekip durdular.

***

"Nefes-Vatan Sağolsun" için türlü çeşitli yorumlar yapılıyor medyada.
Herkes sinema dili açısından çok iyi ve alabildiğine gerçekçi bir film olduğunda anlaşıyor da...
Kimisi militarist buluyor; kimisi alttan alta anti-militarist mesajların öne çıktığını iddia ediyor.
Kimileri "yeterince milli bir dik duruş" sahibi olmadığı için bozuluyor filme; kimisi "kadınlara karşı ayrımcı" bir film olduğunu söylüyor.
Bunlar ayrıca tartışılır.
Ama insanların filmi izledikten sonraki ruh halleri de analiz edilmeli.
Çünkü filmin öyküsü kadar çok şey anlatıyorlar.
"Nefes" seyircisi için küçük çaplı bir "aydınlanma" filmi!
Binlerce metre yüksekte, kar fırtınası altında bir sınır karakolunda "vatan sağ olsun" diye görev yapmak, şehirde sıcak yataklarındakilerin kafalarından geçenlere hiç benzemiyor.
Bu gerçeği filmin her sahnesinde görüp anlamak çok insani, çok basit ama çarpıcı bir "aydınlanma" durumu...

***

"Nefes" bir tavrın filmi değil. İnsandan yana bir tereddüdün filmi...
Savaşın tam ortasında durup düşünmeye başlamanın...
Artık sadece intikam almaya odaklanmış yüzbaşının karısına yazdığı mektupta "vatan sağ olsun diyeceğim ama vatan sensin" deyişinde (bir sürçme mi) belirginleşen tereddüdün filmi...

***

Hepsi bir yana...
Ah o şarkı!
Filmin sonundaki... Yazılar başlarken araya giren sahnedeki şarkı...
Küçük Emrah'ın o şarkısı...
"Sensiz ben nefes alamam" yok mu?
O şarkı ve o sahne yaktı kavurdu içimi. (Sırf o sahne için bile yönetmen Levent Semerci ve oyuncuları ayrıca kutlamak isterim.)
Ve... Ne haksızlık!
Filme adını veren bu şarkıdan nedense medyada pek söz edilmiyor!

http://www.vtunnel.com/index.php/1010110A/ecbc83adfa3074953bef447122a1db060684d58fe95240e92ec56c8aad9af091f687996c21a67d5118696

Yazı Tarihi: 06 Kasım 2009

60. gece

Saymadığım koyun, çitlerden atlatmadığım kuzu kalmadı.
Ilık duş, ılık süt, melisa çayı fayda etmedi.
Elham'lar, ayet-el kürsi'ler, kendime üfleme püflemeler, yogalar, zihin konsantrasyonları hiçbiri bana mısın demedi.
Geçmişi düşün, ana odaklan, geleceği planla
Yok hepsini birden boşver, hiçbir şey düşünme, sadece yerçekimsiz bir ortamda boşluğa bırak kendini, birbirinin içine geçen gökkuşağı renkleri arasında mandal deliğinden üflenen pril köpüğü gibi saydam ve sonsuz bir boşluğun içinde savrul.
Duyduğun tek ses "aydan aya, aydan aya" olsun.
Şu an uyumaya çalıştığın yataktan, odadan, evden, Ankara'dan yukarıya çık, uzaklaş.
Semadan İstanbul'u gör.
Şimdi İstanbul kanatlarının altında.
Büyüleyici bir güzellik.
Akıl alıcı bir efsun.
Yine de uzaklaş.
Zamanı geldiğinde tüm akıl alıcı güzelliklerden vazgeçebilecek gücü barındır kendinde.
Tıpkı vazgeçme sebebin hiçbir zaman aklına sığmayacaklarda yaptığın gibi!
Hadi, daha da yüksel.
Boğaz, Marmara, Türkiye, Asya, Avrupa hepsi azalsın, ufalsın.
Ufuk çizgin açılsın, genişlesin, sonsuzluğa yol al.
Yükseldikçe hafifle, hafifledikçe yüklerinden, kuruntularından, kurgularından, kaygılarından, korkularından ve kurtlarından kurtul.
Denizleri, okyanusları aş. Maviliklerin ve suyun huzurlu dünyasına karış.
Nefes al, nefes al, nefes allll.
Artık üstünden hayli zaman geçti.
Geride kaldı.
Şimdi iyileşme zamanı.
Her sabah daha iyi uyanma zamanı.
Sen nefes almaya devam et.
Ve yükselmeye,
Bak saat sabahın 5'i oldu, az sonra gün ağaracak.
Zaten her gecenin sabahı yok mu?
Sabaha yaklaştın, günü sevgiyle gerinde bırak ve yarının kendi başının çaresine bakacağını bilerek, huzur dolu bir uykuya dal.
Gönlünü ferah tut.
Şimdi mışıl mışıl uyuyanlar bilmezler ki seçtikleri sahte hayatlar tez zamanda benliklerini uykusuzluk şeytanı olarak parselleyecekler.
Fuşyadan kaçanlar karalara bürünecekler.
Ne mükafat!
Hadi gel uyuyalım şimdi tevekküle sığınarak.
Yarın sana da bana da yeni bir güneş doğmuş olacak!

Yazı Tarihi: 05 Kasım 2009

4 Kasım 2009 Çarşamba

Facebook'tan niye çıktım?

Facebook'tan niye çıktım?
Cevabı tek kelimelik.
Iphone yüzünden.
?!!!
Anladım, anlamadınız.
Gelin anlatayım;
Sınırsız görgüsüzlükleri sınırlı sinir katsayımı aşanlar yüzünden.
Varoş halleriyle eline bir iphone alarak kendini Paris Hilton zannedenler sebebiyle.
Boy aynası denilen nesnenin varlığından haberi olmayanların güdüklüğünü görmek istemediğimden.
Dünyadan bihaber olanları kendi dünyama almak istemediğimden.
Hayalleri küçük, kendileri daha da küçük olanların küçüklükleriyle vakit kaybetmek istemediğimden.
Yaşamanın tadıp tüketilecek, satın alıp tüketilecek, hissedip tüketilecek bir şeyler olduğuna inananları sonsuzluğa uçurmak istediğimden.
Aynı zatların asıl yaşamanın ne olduğu hikmetini hiçbir zaman kavrayamayacaklarını bildiğimden.
Ve bütün bu züppe bilgeliklerin(!) ne kadar eğreti ve boş olduklarını kavrayıp dehşete düştüklerinde derinleşen mutsuzluklarını dahi yapmacık ve samimiyetten uzak bulduğumdan
Bu denli sığ dünyalarında hep özentisini çektikleri aristokrat yaşama kavuşmak için kendilerini yamamaya çalıştıkları zümrelere, statülere, adamlara ve bütün o janjanlı dünyadaki zavallılıklarını gözler önüne serdikleri oryantel basitliklerinden sonsuz sıkıldığımdan,
Uzak kalmak istediğimden
Ve...
...huzur için.
...dinginlik için.
Sadelik, yalınlık, azalmak, temizlenmek, öze dönmek için.

Bir daha döner miyim? Bilmem...
Belki evet, belki hayır...
Terkedip gidenlerin arkasından sorulan "bir daha döner mi?" sorusunun cevabı bilinseydi şekersiz bir reçelden ağızda kalan buruk bir tada benzemez miydi zaten hayat?

Nes, the dingin :)

Not: Iphone'u olanlar sakın üzerine alınmasınlar. Genelleme yapmıyorum.
Herkesin iphone'u olması en çok beni sevindirir; kimileri okumak, yazmak, üretmek, dünyanın bir parçası olmak için,
diğerleri de nerede, kiminle, ne yiyip ne içtiklerini harıl harıl yazmak, çakma Paris Hilton olabilmek için...
e onlarınki de zor iş, sürekli update update nereye kadar yaniii :-PP

Yazı Tarihi: 04 Kasım 2009

3 Kasım 2009 Salı

OlasılıkSız- Adam Fawer

Bir önceki yazımı okuduysanız "OlasılıkSız" hakkındaki teaser'imi hatırlayacaksınız.
"O uzun yazıyı okutma bana, kitabı tek kelimeyle özetle" derseniz de işte size cevaplarım:
Sürükleyici.
"Başka?" derseniz;
Uçurucu.
"Başka?" derseniz;
Müthiş.
"Başka?" derseniz;
Heyecanlı, şaşırtıcı, dahice.
"Başka?" derseniz;
Şizofreni, epilepsi, kumarbaz.
"Başka?" derseniz;
Olasılıksız, empati...
İki kelimeye çıkacak olursak:
Kuantum fiziği, Adam Fawer, Laplace'ın Şeytanı, nefes kesici, flaş royal, yüksek tempo, sinema perdesi.
*****
Sebebini bilmezsiniz ya bazen. Kendinize sormazsınız ya hani...
Aylardır kitapçı raflarında görüyor, onlarca hakkında yazı okuyor ama bir türlü gidip satın alamıyordum "OlasılıkSız"ı.
Çünkü zamanı değilmiş.
Zamanı geldi, gittim aldım ve bir solukta okudum bu uzunca kitabı.
Kitabın uzunluğu sizi endişelendirmesin.
Öylesine içine çekiyor ki bitirmek için yarını, başkasına anlatmak için kitabı bitirmeyi bekleyemiyorsunuz. Nerdeyse yolda yürürken bile okumak istiyorsunuz.
Evet konusu biraz karışık. Daha doğrusu kurgusu karışık.
Birşeyler anlatılıyor ve o orada kalıyor. Koy cebe. Araya başka konular giriyor. Onu da koy cebe. Başka başka konular...Beş bölüm sonra bunları çıkar cepten ve birbirine bağla. Ama işte tüm bu bağlar müthişşş bir adrenalin.
Müthişşş bir "vayyyy be!"
Kitabı karıştıran bir diğer unsur ise kısmen kalabalık olan kahraman kadrosundan kimi zaman sadece adlarıyla, kimi zaman sadece soyadlarıyla, kimi zamansa sadece takma adlarıyla bahsediliyor olması. Zannediyorsunuz ki bunlar farklı kişiler. Oysa hepsi tek ve birbirleriyle alakalı kişiler.
David Caine, Jasper, Nava, Doc...
Dahilik, epilepsi, şizofreni, normal hayat.
Hangisi gerçek, hangisi rüya, hangisi hayal, hangisi Şimdi, An, herAn?!
Okudukça bağlanıyor, bağlandıkça okuyorsunuz.

Konu normalde birçoklarımızın yaşayamayacağı kadar bize uzakta ve absürd.
Ama düşündüm de...
Aslında o kadar da uzak değil.
Hani bazen o ince çizginin ucuna kadar geliriz ya!
Normal ve anormallik arasındaki,
Doğruluk ve absürdlük arasındaki,
Koyvermek ve toparlamak arasındaki...
...bir adım ötesidir orası.
Sadece bir adım.
Geçmekle kalmak arasında sıkışıp kaldığımız an.
İkisini de yapamayız.
Beceremeyiz!
O zaman da işte böyle saçmalarız!

*****

Tanıtım Yazısı

Olasılıksız demek yetersiz kalacaktır İnsanı adeta büyüsü altına alan bu hikayede Adam Fewer, bilim, felsefe, entrika ve maceradan ortaya bir başyapıt çıkarmış'
Clive Cussler

'İlk cümleden itibaren bağlanıp kaldım; sayfaları, floş royal tutturmaya çalışan bir kumarbazın kartlarını açtığı gibi çevirdim OlasılıkSız, insanı düşündüren matematik teorilerini ve maceranın albenisini dahice birleştiren, okura Michael Chrichton ce Robert Ludlum'u hatırlatan bir kitap Gerçekten kaçırılmaması gereken bir zevk '
Ben Mezrich, 'Mekanı Batırmak' ve 'Çirkin Amerikalılar'ın yazarı

'hikayenin sonunda, bir yandan şizofreninin gerçek nedenlerini düşünürken, bir yandan da tek bir hareketin bir insanın hayatını ne kadar değiştirebileceğine şaşırıyor olacaksınız 'OlasılıkSız', beğeneceğinize gözümüz kapalı iddiaya girebileceğimiz bir kitap
People

Bir sabah, yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı düşünerek uyandınız. Bir saat sonra, onunla sokakta karşılaştınız. Sizce bu sadece bir tesadüf mü, yoksa çok daha farklı bir anlamı olabilir mi? Siz hiç Loto’da büyük ikramiyeyi kazanmadınız. Ama birileri kazanıyor. Hem de sürekli! Onlar sizden daha mı şanslılar?

Şans nedir gerçekten? İçinizde bütün parayı kırmızıya yatırmanız gerektiğini söyleyen bir his var. Bu his bir öngörü müdür? Yoksa daha fazlası mı?

Yolda gidiyorsunuz. Kafanızı çevirip yandaki küçük parkta baktınız ve bir anda bu anı daha önce de yaşamış olduğunuzu hissettiniz. Evet, Deja Vu. Sizce nedir Deja Vu; Geçmiş mi, rüya mi yoksa geleceği mi görüyorsunuz? Eğer siz de kontrolün kimde olduğunu merak ediyorsanız, ‘OlasılıkSız’ tam size göre bir roman…

Yazı Tarihi: 04 Kasım 2009

Gerçekten güzel bir gün-Ayşe Özyılmazel

Aşağıdaki yazıyı Ayşe Özyılmazel bugün Sabah'taki köşesinde yazmış.
"Gerçekten güzel bir gün" yazısı;
Tüm fişi çekenler,
Saçları düğüm düğüm olanlar,
Gönül gözünü kilitli dolaplara saklayanlar,
İnanma gücünü tozlu raflara kaldıranlar
ve "vazgeçtim" diyenler için süperrrr bir yazı.

Ve yine onlar için çok tanıdık bir yazı. Sizce de öyle değil mi?

http://sabah.com.tr/Gunaydin/Yazarlar/ozyilmazel/2009/11/03/gercekten_guzel_bir_gun

Gerçekten güzel bir gün

İçimde bir 'İclal Aydın havası' esiyor ki sormayın... Dün sabah hem güneşe hem yağmura uyandım. Erkenden evden çıktım, gökkuşağı karşıladı beni. Çocuk gibi hissettim. Ne sürpriz ama! Uykusuzluk koymadı, kafamdaki bin bir türlü endişe, telaş, hesap kitap rafa kalktı. "Evet, güzel bir gün" dedim. Uykusuzluğa rağmen, birikmiş işlere rağmen, 'Güzel bir gün' yaşamak için... Çünkü sürprizleri bitmiyor hayatın... Tam fişi çekmişken, bezin olmayan taraklar gelip tarıyor saçındaki düğümleri. Mesela, unuttuğun bir filmde oynamaya başlıyorsun yine... Hani şu romantik komedi cinsinden olan film. Hani bütün gün ondan başka bir şey düşünmezsiniz, yüzünüzde salak bir gülücükle gezersiniz, uykusuzluktan geberirsiniz ama herkes ne kadar güzel göründüğünüzü söyler ya... Telefonunuz elinizde, sırıtarak mesaj çekersiniz... Dün yağmura küfrederken bugün 'yağmur berekettir' buyurmaya başlarsınız... Suratsız taksi şoförü size kaba gelmez, 'kesin bir şeye canı sıkkındır' diye düşünür, hiç sinirlenmezsiniz... Çirkinlikler güzel, güzellikler olağanüstü görünür gözünüze ya... 10 dakikalık uykuyla 24 saat çalışabilirsiniz. Şans denen şey vardır ve o her an kapınızdadır. Arkadaşlarınızın Pollyanna'sı kesilirsiniz. Yanınızda çalışanlar artık şeytan değil melek olduğunuza inanmaya başlar ya, o hesap. Gerçekten 'güzel bir gün' budur işte. Yani aşkın sizin mahallede dolanmaya başladığını hissedince...


Yazı tarihi: 03 Kasım 2009

2 Kasım 2009 Pazartesi

Aşk, öfke, avuntu ve çeşitli yaşam çabaları

"OlasılıkSız"... tutun nefeslerinizi...
O nasıl bir sürükleyicilik öyle?!
Sürüklenmek ne kelime, kafa göz darmadağın dalıyorsunuz kitabın içine; David Caine'e, Jasper'e, Nava'ya, Doc'a...
Kurgusu karmakarışık.
Öyleee laf ola okunamıyor. Kafanızı vereceksiniz, dikkat kesileceksiniz. Kim kimdi unutmayacaksınız.
Biraz olasılık, biraz matematik, biraz fizikten çakacaksınız ki satırlarda yazanlar anlamlı gelsin.
Zeki olacaksınız; kurgunun ucunu kaçırmamak, zihninizde toparlamak için.
Yine de kendi zekamızın bir mercimek tanesi kadar olduğunu kabül etme olgunluğunu göstereceksiniz.
Uffff bittim kitaba bittimmm.
Şimdilik teaser'imi tadında bırakayım.
Müsadenizle detayları şu anda yazmaya çalıştığım "OlasılıkSız" yazımda vereyim.
Anlaştık?;)

Bugün annemin tedavisi sırasında okumaya başladığım Alain de Botton'un "Aşk Üzerine" kitabında- sonsuz kere bölünmeme rağmen- bir solukta 65.sayfaya gelmişim.
Şu anda absürdleşen "aşık" bakalım sayfalar ilerledikçe Chloe'ye olan aşkını hala Marksist bir düşünceyle yaşamaya devam edecek mi?
"Hoşuma gitmediğinden değil, haketmediğimi düşündüğüm için bu güzelliği yok ediyorum. Ben mikrobum!"

Sıradaki kitaplarım Grange "Koloni" ve Paulo Coelho "Kazanan Yalnızdır".



Film tarafında ise Michael Jackson'ın Londra O2 Arena'da vereceği konser öncesi prova kayıtlarından oluşan "This's It".
MJ sevenler için eşsiz bir belgesel.
Ben produksiyonun öve öve bitirilemeyen başarısını, MJ'nin disiplinini, tavırlarını, ekibiyle kurduğu ilişkisini, saygısını ve hakimiyetini izlemek için gitmeyi istiyorum.

Sonrasında ise ruhumun cendere çekecek hali olmadığı için gitmeyi hep ertelediğim "Nefes" filmi.
Nefes... Bir kadın adı olarak çok çarpıcı! Ama hoş mu, nahoş mu, ayırt edemiyorum.
İzleyen herkesin içini kavuran son sahne ve o sahnedeki Emrah'ın "Sensiz ben nefes alamam" şarkısı.
Yok!
Kendimi harcama uğruna bu filme daha fazla haksızlık yapamayacağım; gereği düşünüldü: filme gidiliyor!

Annemin için uğraşmam gereken birkaç doktor/hastane/eczane işlemlerinden sonra kendim için de gitmem gereken 2 doktor randevüsü ayarlamaya çalışıyorum.

Veee yaklaşık 9 aydır iş dünyasından hem fiilen hem ruhen koptuğumdan yavaş yavaş ısınma turlarına başlıyorum.
Bu akşama bitirmem gereken bir fizibilite var ki yarın veya Çrş. ilgili kişilerle yapacağım toplantımda işime yarasın.

Yazı tarafında ise "OlasılıkSız" yazımı bitirdikten sonra henüz başlığına karar veremediğim "hediye" yazım ve o da bittikten sonra
"Madem sen beni aldattın var git biraz da kendini aldat!" yazılarımı bitireceğim.

Bu akşam saat 8'e kadar bakalım hangi birini ne kadar yapmış olacağım.
8'de dünya kopsa umurumda olmaz.
Neden mi?
"Issız Adam"ı seyrediyor olacağım-Show TV'de- de ondan.
Ne hüzünlü bir günümüz gerçeği...
Ne gerçek bir günümüz hüznü...

Oysa aynen Ada gibi "hep aynı adamı sevmek isterdim ben de..."
oysa aynen Ada'nın son sahnede hissettiği şu duygular hükmetmeye çalışıyor bana da bugünlerde:
"En berbat duygu, en tatsız hesaplaşma nedir? Kaybettiğimiz zamanı asla telafi edemeyeceğimiz bilincinin içimizi yakması mı? Onu dinlemedin... dinlediğinde anlamak istemedin... ihtiyacı varken yardım etmedin... sana uzandığında öpmedin onu... onu sevmek isterken kırdın... ona karşı içten olmak isterken sakındın, saklandın... Şimdi zaman geçti!"

Yazı tarihi: 02 Kasım 2009