28 Şubat 2010 Pazar

Haftamın iz bırakanları

Daha önce de 3-5 kere yazdım; haftamın veya ayımın "en"lerini ...
"Bundan sonra daha sık yazacağım" dedim yalan oldu, "daha düzenli yazacağım bunu rutine oturtacağım" dedim palavra oldu.
"Kendimi disipline edeceğim, böylece her hafta yazacağım düşüncesiyle şarkılara, kitaplara, filmlere, etrafta olan bitene daha takipçi bir gözle bakarım" dedim fosss çıktı.
En iyisi mi böyle bir taahhüde girmeden, düzenli yazabilmem temennisiyle "kafama estikçe yazacağım" demek.
Ve işte bu hafta kafama esenlerden sizinle paylaşmak istediğim inciler:

Haftamın şarkısı: Atiye ve Teoman'dan "Kal".
Özellikle aşağıda link'ini verdiğim klibi izlemenizi öneriyorum.
http://www.youtube.com/watch?v=ic8CTDOsupM

Atiye "Salla" dan sonra bu klipte çok başarılı; sesi, fiziği, şarkıya uyumu, bakışları, cool'luğu, dansı, kamerayla ilişkisi şahane.
Klibin hikayesi şarkının agresif sound'uyla harika bir uyum yakalamış.
Teoman ise yıllardır bildiğimiz Teoman. Aynı ıkınır gibi şarkı söyleme tarzı, aynı asi delikanlı, aynı insan seviyor mu, beğeniyor mu, gıcık mı oluyor ama izlemeden/dinlemeden duramıyor hissiyatı.
Sonuç: Olağanüstü bitirimmm bir iş çıkarmışlar ve beni bitirdiler.
Veee hafta boyunca en çok dinlediğim bu şarkıya imza attılar.
http://www.youtube.com/watch?v=ic8CTDOsupM

Haftamın yazısı: Bugün köşesinde aşağıdaki yazıyı yazan Hıncal Uluç'tan geldi.
Enfes, eşsiz bir yazı olmuş.
Hep aklımdaydı bu duyguları anlatan bir yazı yazmak.
Benim aklımda kaldığıyla kaldığı için ben Nesss'im, o yazdığı için Hıncal Uluç.
"Öncelikler" konusunda soru işaretliyseniz lütfen bu yazıyı okumayı kaçırmayınız :

http://sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2010/02/28/oncelikler_oncelikler_oncelikler

Haftamın mekanı: İstanbul Levent'teki Kanyon alışveriş merkezi'nin içindeki Hakkasan'ın yerine açılan Wanna.
Evet çok trendy, yıkılıyooo, tüm sosyete ve sosyete bozuntuları orada, mekan süper tarz ama bence tam bir felaketttt.
Bu konuya dair ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Bu rezaleti 1-2 cümleyle geçiştirmek diğer namuslu müesseselere haksızlık olur.
Tek diyeceğim "Wanna"nın haftamın "en"lerine, haftamın iyisi kontejanından değil, haftamın en kötüsü olarak girdiği.

Haftamın dergisi: Yurtdışında kadınların gözbebeği olan moda ve stil dergisi Vogue sonunda Türkiye'de. 562 sayfalık ansiklopedi kıvamında bir dergi. Tuğla gibi, at kafana yarılsın.
İçinde çok şey var, bak bak, oku oku bitmiyor.
Bir de yine yurtdışında artık neredeyse tamamen out olan şu koca boylar yerine A4 boyutundaki çanta boylarından üretseler ya, elimize alır, sokakta, kafede, metroda daha rahat okuruz.
Taşınabilirliği arttıkça reklamı da artıyor sayın pazarlamacılar, sözüm sizeee...

Haftamın sürprizi: 11 yıl boyunca koptuğum çok özel biriyle görüşmek.

Haftamın spor salonu: Yeni yeni hayat bulmaya başlayan Batı Ataşehir'deki Ağaoğlu My Club World spor salonu.
Salon çok konsept, sanki spor salonu değil gece klubü olarak tasarlanmış.
Lüksten patlıyor.
Spor aletleri, at koşturacak kadar geniş tesis mekanı, stüdyo dersleri, soyunma odaları, buhar/sauna/jakuzi/hamam fasiliteleri, açık ve kapalı havuzu, üyelerle flört etmeye değil de gerçekten işini yapmaya gelmiş düzgün ve sportmen spor hocaları, temizlik, hijyen, ambians vs... hepsi yıkılıyor.
Fiyatlar da makul.
Fakaattt... fakattt birşey eksik.
Tam çıkartamıyorum ama nedir derseniz Ayşe Özyılmazel diyeceğim size: "bir şey eksik o da enerjiiii, lal laa, laaa"

Haftamın en kredi kartımı patlatan mağazası: Nine West.
Bağdat Caddesi Suadiye mağazasındaki satış görevlisi Can bey harika bir satışcı.
İnsanı baymayan ama ilgili, ukalalık yapmayan ama fikrini söyleyen, geyikleşmeden espiri yapabilen, kur yapmadan iltifat edebilen ve hiç aklınızda yokken hoop diye bir anda size 3 harika ayakkabı satan, işinde süper başarılı bir satış elemanı. Haftanın elemanı kendisidir bu hafta, kızlar duyduk duymadık demeyin ;)
p.s. bu arada ayakkabılarım o kadar güzeller ki delirdim; gece uyurken birini giydim, birini yastığımın altına koydum, birini de başucuma: uyandığımda ilk onu göreyim diye.
p.s.2: Tabii ki şaka yapıyorum," inandım" demeyiinnn :-pp

Haftamın beni en mutlu eden arkadaşı: 14 Mayıs'ta evleneceği haberini veren arkadaşım Banu Suman. Ömürrr boyu mutlu olsun, o kadar çok hak ediyor ki, bir numara insan birrr :)

Haftamın en iyi makyaj çıkaran temizleme mendili: Johnson's temizleme mendilleri harikalar yaratmış. Kızlar bilirler makyaj yapması çok zevklidir ama çıkartması da bir o kadar eziyet. Hele hele akşamın geç vakti olmuş ve uyku bastırmışsa tam bir külfet. Bu durumlarda suyla, tonikle, köpükle uğraşmak istemeyenler için makyaj temizleme mendilleri harika işler beceriyor.
Ben bu mendillerle henüz çok yeni tanıştım. Çeşitli markaları deniyorum. İngiltere'den alabilecekler için "Simple" ı tavsiye ederim.
Türkiye'de ise şu ana kadar kullandığım en iyi marka Johnson's Normal ciltler için 3'ü bir arada.
Gerçekten tam üstünde yazdıkları üç şeyi hakkıyla yapıyor:
1- Cildi nazikçe temizliyor.
2- Canlandırıyor ve tazeliyor.
3- Göz makyajını, hatta suya dayanıklı rimeli bile temizliyor ve +1 de benden bonus:
4- Cildi harika nemlendiriyor, teninizi yumuşacık yapıyor.
E bir kadın daha ne isteyebilir ki??? :)

Haftamın beni en mutlu eden olayı: Anneme G.Antep'ten gönderdiğim sürpriz yemeniler.
Yemenici Hayri Usta'dan Orhan Çakıroğlu imdadıma yetişti. 1 gün içinde adrese teslim yaptılar, beni ve annemi çok sevindirdiler.
Hey güzel yurdumun güzel Anadolu insanı; bazen İstanbul'daki çakallıktan nasibini almamışlara rastlamak ne kadar huzurlu hissettiriyor insanı.
http://www.yemenicihayriusta.com.tr/urun.html

Anne/babalara %100 doğal ve el yapımı bir hediye için tavsiye ederim:
Telefonları: 0(342)230 22 89 ve 0(543) 695 39 90

Haftayı bitirdik, hepinize sarılır yeni haftada güzellikler dilerimm :))

Nesss, "en" ci...

Yazı tarihi: 28 Şubat 2010

27 Şubat 2010 Cumartesi

Google mucizesi

Sen bir hiçsin.
Bu dünyadaki varlığın bile muamma.
Üzgünüm ama sana kız-mız vermezler.
Önceden eşe dosta, konuya komşuya, bakkala çakkala, muhtara falan sorulurdu, şimdi adres burası.
Oturduğun yerden tek tuş olayı.
Var mısın yok musun?
Varsan buyrun buradan yakın, yoksan hadi canım hadi tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna...

*****
Giriniz "google", yazınız isim soyad, basınız "enter" işte budur...
Tek bilmen gereken isim soyad, gerisini google halleder; gelsin bilgiler, dökülsün sayfa sayfa secereler...
Google'da yok musun?
O zaman dönünüz sayfa başı, okuyunuz bu yazıyı tekrardan, koyunuz şapkayı önünüze, üç kulhü bir elham'la, önce sağ ayağınızı atarak başlayın odanın içinde kuyruğu yanmış kediler gibi sabırsız sabırsız dolanmaya.
Dolanırken ardı ardına "eyvah, eyvah", "eyvah, eyvah", "eyvah .....", ..... demeyi de ihmal etmeyiniz.
*****
Google olmadan önce insanlar nasıl yaşıyordu, ne zordu bilgiye ulaşmak düşünmek bile istemiyorum.
Hiç unutmam binbir zorluk ve taksitle aldığımız "Meydan  Larousse" ansiklopedi seti vardı ki benim google'm oydu mesela.
Allah'tan küçüklüğümüze denk geldi o dönem ki ilkokul ödevlerimizdeki tarih, coğrafya sorularının cevaplarını orada bulabildik.
Şimdi olsa düşünsenize;
internet yok, google yok, facebook yok, twitter yok, friendfeed yok, flickr yok, cep telefonu yok, sms yok, hatta e-mail bile yok, ayyyy imdaaattttt, bana bişeyler oluyo, deliriyorum galiba...
*****
Şükür, şükür, bin şükür halimize.
Her ne kadar teknolojiden çakmıyorsam da teknolojik ve dijital dünyaya adapte olabilecek kadar durumu idare edebildiğim için mutluyum.
*****
En son 11 kasım 1999'da görüşmüştük.
Sonra hayat bizi farklı yollara sürükledi, bambaşka dönemeçlerden döndük(dönmüşüz)
Koptuk ki ne kopmak.
Hiç ama hiç haberim olmayan, hiçbir bağım kalmayan, hiç erişemediğim, değemediğim ender insanlardan oldu.
Ne ortak bir arkadaş, ne bir tanıdık, ne bir adres/ telefon, ne en ufak bir haber...
Bir kopmak pir kopmak...
Öldü mü kaldı mı, yaşıyorsa nerede, hangi şehirde, hangi ülkede, hangi kıtada olduğunu bile bilemedim.
Annesi babası sağ mı, çok tatlı bir anneannesi vardı o, dilim varmıyor ama o inşallah hala yaşıyordur, kardeşini ne çok severdim, ne çok gülüşürdük hep birlikte, Ankara'daki o evleri "yuvaydı" benim için, ne çok ait hissederdim kendimi o eve.
Hah haaa şimdi hatırlıyorum ne kadar eğlenceliydi; bir keresinde birlikte buz pateni yapmıştık, birbirimize tutunarak kaymaya çalışmaktan, gülerken kaymaya çalışmaktan ayakta duramamış yerleri boylamıştık,
Babam, o, ben tatile gitmiştik, üçümüz;
yemeklere, ev oturmalarına, tiyatrolara, konserlere, sokaklarda başıboş gezmeye, spora, İstanbul'a, İzmir'e, Kuşadası'na, Denizli'ye, halalara, amcalara daha birsürü birsürü yerlere gitmiştik birlikte...
Sonra koptuk, ansızın, dannn diye, şimdi sebebini bile hatırlayamadığıma göre sebepsiz yere ve sadece ama sadece kadere böyle yazılmış diye...
Dile kolay 11 yıl.
Neler neler yaşandı birbirimizden habersiz geçirdiğimiz bunca zamanlarda...
Neleri alkışladık uça uça, nelerde başımızı eğdik dura dura...
Fotoğraflarda kaldı tüm yaşananlar, kimi zaman hoş bir tebessüm kimi zaman buruk bir tatla...
Bazı bazı yalnızlığıma arkadaş ettim onu tıpkı eski günlerdeki gibi; çocuksu ve hesapsız hallerimle,
bazı bazı kendimi ona bıraktım, "güvenmek" neydi ilk öğrendiğim sırtına.
Bana en yakın duran yıldıza uzunn uzuunnn bakarak kendimi anlattım ona en kimselere anlatamadığım zamanlarda.
Hayatta olmasını, iyi olmasını, mutlu olmasını, huzurlu olmasını ve sevdikleriyle olmasını dileyerek Allah'a emanet ettim onu dualarımda.
*****
Sonra, sonra birdennnn ben değil google buldu getirdi koydu onu önüme aniden.
Yıllarca ayrı ülkelerde yaşadıktan sonra şimdi aynı ülkede ve hatta aynı şehirdeydik.
Görmek istedim, "merhaba" demek, "ben burdayım, yaşıyorum" demek...
*****
11 yıl aradan sonra dün ilk kez adını söyledim.
Öyle değişik bir heyecandı ki kendimi paravanın arkasında "ve paravan açılıyorrr" diyecek sunucuyu beklerken gibi hissettim.
Yaşlanmış, saçları dökülmüş, beyazlaşmış, kilo almış, yüzüne çizgiler oturmuş, göz kenarları kırışmış, göz altlarına torba torba çukurlar oturmuş... muydu acaba?
Sesi, sesi hala aynı olacak mıydı?
Sahi ya insanın zamanla sesi de değişir mi?
Değişir tabii, bu da soru mu?!
E peki hatırlıyor muyum ben onun sesini?
En son ne zaman konuşmuştuk, nerede, yüzyüze mi telefon mu, ne demiştik birbirimize?!
Beni görünce şaşıracak mıydı acaba, ilk ne yapacaktı, ne diyecekti?
Evet araya 11 yıl girdi ama ben tanırım onu, iyi tanırım hem de, halinden tavrından anlarım ne kadar şaşırdığını, ne kadar sevindiğini...
Neler geçmişti acaba hayatında, neler olmuştu?
Konuşacak ne çok şey vardı...
*****
Anlaşılan o ki bazı şeyler tıpkı bisiklete binmek gibi.
Üzerinden yıllar geçse de refleksler hafızaya kayıtlı, unutulmuyor...
Aynı yüz, aynı ses, aynı his...
*****
Bunca zamandan sonra seni gördüğüm için, iyi olduğunu gördüğüm için ve beni tüm o güzel zamanlara geri götürdüğün için sana çok teşekkür ederim.
Sen iyi ol, mutlu ol, her işin yolunda gitsin, hep daha çok, daha çok mutlu ol ve her zaman Allah'a emanet ol...

Nes, "kendine iyi bak" değil, "Allah'a emanet ol" cu olan...

Yazı tarihi: 27 Şubat

25 Şubat 2010 Perşembe

Ya öteki yanım, o da benim bir yanımdır!

Teşekkür ederim...
İki yıl iki aydır burada tepenizdeyim.
Onlarca yazı yazdım.
Gizlim saklım kalmadı.
Döküldüm, dökülüyorum, dökülmeye de devam edeceğim izninizle.
Başlarken ne yazacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Yazı yazmayı seviyor, istiyor ama kendimi bir o kadar da beceriksiz addediyordum.
Bildiklerimden, yaşadıklarımı yazmaktan, kendimi deşifre etmekten tırsıyordum.
Onaylanmamak, beğenilmemekten ise ölesiye korkuyordum.
Yazdığım süre zarfında beni cesaretlendirdiğiniz için, sınırlarımı genişletip ufkumu açtığınız için, bana tahammül ettiğiniz için, sabrettiğiniz için, desteklediğiniz için, sırdaşım olduğunuz için, benimle heyecanlandığınız için, benimle üzüldüğünüz için, acılarımı ve mutluluklarımı paylaştığınız için, ümitsizken ümit verdiğiniz için, ipe sapa gelmez şeyler yazdığımda idare ettiğiniz için, beni sevdiğiniz ve onayladığınız için size...
Teşekkür ederim...
*****
Sevilmeye ve onaylanmaya en ihtiyacım olan bir anda doğmuştu bu blog fikri;
Aşık olmuştum.
Nefesimi kesecek kadar kuvvetli bir aşk.
Sarsıldığım, savrulduğum bir aşk.
Aklımı, beynimi, beni benden uçuran bir aşk.
Yerle bir olduğum bir aşk.
Kuvvetli, sağlam, sarsan bir aşk.
Tek kişilik, tek taraflı bir aşk.
Görmezden gelindiğim, saydamlaştığım, kimliksizleştirildiğim bir aşk.
Lanet olsun, kendimin en sevmediğim hali; çek gitsene işte, durmanın anlamı olmadığını bildiğin ama yine de gidemediğin bir aşk.
Buna rağmen sebepsiz yere, anlamsız şekilde 3 sene durduğum bir aşk.
Belki de her gece rüyalarımda bağırmak isterken sesimin kısıldığını, koşmak istersen ayaklarımın olmadığını gördüğüm bir aşk.
Kendimi ifade edememekten, ona "ben burdayım, gör beni" diyememekten ve yüreğime sığmayan sevgisiyle baş etmeye çalışmaktan bitkin düştüğüm bir aşk.
Onu gördüğüm her andan sonra nefes nefese koşup gelip sabahlara kadar yazılar yazdığım bir aşk.
Kendimi sadece burada ifade edebildiğim, boğazımın düğümünü sadece burada çözebildiğim, ona kurduğum hayalleri onlu yazılara bir tek burada dökebildiğim bir aşk.
Belki, günün birinde, hani olmaz ya, olur da okursa yazdıklarımı, şimdi ıskalasa bile o zaman öğrenir onu nasıl sevdiğimi diye kelime kelime, satır satır yazdığım bir aşk...
Sonra...?
Sonra acı çekmekten haz duyan o mazoşist yan var ya o yan...
Üzerime yapışmış o mazoşist yanı söküp atmaya karar verdim!
Kendimi temize çıkartmaya çabaladım.
Yine yazdım.
Bazen umut verici hayaller...
Bazen kapkara kábuslar...
Bilemediğim, bulamadığım, dolaplara kilitlediğim öteki yanlarım...
Seven, sevilen; yanlış yapan, yanlış yapılan.
Acı veren, acı çeken.
Cesur, üzerine üzerine giden.
Korkak, hemen pısıp kaçan.
Çeşit çeşit yanlarım.
Bir yanım var ki hayata asılan, hayatı seven yanım.
Bazı şımarık, kendini beğenmiş, narsist, bazen sadist bazen mazoşist, bazen soytarı yanlarım...
Ve bu yanlarım sayesinde...
Geçti.
Bitti.
Kendime geldim, özüme döndüm.
Aynalarda "ben"i görmeye başladım.
Artık sadece onun için değil beni ben yapan herşey için yazmaya başladım.
Gel zaman git zaman onunla arkadaş olduk.
Bir gün bir yazımı gönderdim ona; "bak dedim, sana yazmıştım ama üzerinden hayli zaman geçti, artık arınma zamanı".
Böylece blog'umdan ve buradaki yazılarımdan haberi oldu.
Tüm o satırların, sabaha karışan gecelerimin, konuşamadığım rüyalarımın ağırlığı üzerimden gitti, hafifledim, işte ben o an gerçekten temizlendim.
*****
Hayat bazen insanı zor imtihanlardan geçirir.
Öyle anlarda, en değer verdiğiniz şeyleri bile bırakırsınız.
Bırakırsınız, geriye kalan sizindir.
Ne kalmışsa...
İşte onunla hayata devam edersiniz.
*****
Öyle bir imtihan çıktı ki karşıma aşkmış, sevdaymış, kendimmiş...bunlara dair herşeyi unuttum.
Ve kafayı sıyırmamak için yine buraya sığındım.
Size ağladım, kafamı göğsünüze yasladım, yalnızlığımı sizinle çoğalttım, inançlarımı, dualarımı, korkularımı yine size anlattım.
Biliyorsunuz bütün bunları sizinle, yine sizin gözünüzün önünde yaptım.
*****
Bu girdap içinde dönüp dolaşırken bir gün biriyle sadece "bir yemek" yedim.
Hani birden bire "bu son günün" deseler, hani "son dileğin ne?" diye sorsalar...
"O yemek" derim,  o yeter bana...
O yemeği ver bana, geriye ne kalmışsa, o senindir.

Ah sevgilim ahhh...
Bilirim sen şimdi başkalarıyla, başka alemlerdesin ama o yemek vardı ya o yemek...

Başkaydı...
Biz şimdi böyle mi olduk sevgilim?

Nes, öteki yan

Yazı tarihi: 25 Şubat 2010

22 Şubat 2010 Pazartesi

Türkan tek ve tek başına- Ayşe Kulin

Eğer size Ayşe Kulin'in kaleme aldığı "Türkan, tek ve tek başına" kitabı için "okuyun" dersem ayıp olur.

Türkan Saylan; tevazu, hoşgörü ve zekanın buluştuğu, hayatını bu ülke ve insanlarına adamış bir çınar,cüzzamın tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu öğreten ve tüm ülkede bunun kökünü kazıyan bir hekimdi.
Huzur içinde yat Türkan Saylan, sen ne büyük bir insanmışsın.

*****

"12 Nisan 2009, Arnavutköy 
Birkaç günden beri boğazımdan hiçbir şey geçmiyor. Son kemoterapi seansı mide bulantılarımı artırdı. Beni serumla beslemeye çalışıyorlar ama ellerimde kollarımda serumu saplayacak damar da kalmadı artık. Her tarafım delik deşik. Hızla yaklaşmaktayım kaçınılmaz sona. Birkaç işim kaldı yapılacak. O işleri tamamlamanın telaşındayım. Sonra tüm tedaviyi kestireceğim. Bu nefes nefese koşu bitecek. Dinlenmek benim de hakkım. Uyumak huzur içinde! Uzun zamandır uykularım da yok çünkü. Yatağın içinde sabahı bekliyor, eğer halim varsa, kalkıp şafağın söküşünü seyrediyorum günlerdir.”

“……Bir mektup daha, yine lise tomarından! Tarihi 23 Haziran 1952: “Kadir gecesi âdetim hilafına camiye gidip Sakal-ı Şerif’i öpemedim. Bütün gün oruçluydum. O akşam teravih’e gittik.” Gülmeye başladım. Bu benim kaderim miydi ne? Sıkı bir dini eğitimden geçmeme, çocukluğumu sofu babaannemin anlattığı hurafeleri dinleyerek geçirmeme, esaslı bir din eğitimi almama, İslam’ı kendini sıkı Müslüman zanneden pek çok kişiden daha iyi kavramış olmama rağmen, yıllardır bir takım kötü niyetli insanlar “gâvur” olduğumu iddia eder durur. Bu kelimeyi de hiç sevmem. Müslüman olmayanları küçültücü bir kelimeyle ayrıştırmak, edepsizlikten başka bir şey değildir, bence. Tüm dinlerin Allah’a giden yolda bir vasıta olduğuna inandığım için, hayatım boyunca hiçbir dini küçümsemedim. Bizim kitabımız, diğer dinlerin peygamberlerine saygı talep eder zaten. Kendimi ise sadece ve hep Müslüman bildim."

"Bütün işlerimi tamamladım. Konser gecesini de atlattıktan sonra, kemoterapiyi kestireceğim. Yolcu yolunda gerek!"

"…… Polisler üç saattir arıyorlar evi. Evimin adeta iç organlarını boşaltıyorlar. Yıllardır açılmamış denkler açılıyor, tepe raflara kaldırılmış kullanılmayan tencereler, havan, kap kacak toz içinde aşağı indiriliyor. Bu arada televizyondan öğreniyorum, eşzamanlı baskınlar yapmışlar yurt sathındaki tüm Çağdaş Yaşamı Destekleme Dernekler’ine. Çabalarına ve vakitlerine yazık! Zaten yıllardır didikleyip duruyorlardı defterleri. Bu derneğin yoksul çocuklara ve gençlere okuyabilmeleri için gerekli parasal yardımı en yasal yollardan sağladığını, hiçbir yolsuzluğa karışmadığını, hiçbir açığının bulunmadığını onlar da biliyorlar. Birden bir altyazı geçti televizyonda! Kadın polis, rafların birinden aldığı, “Siyonizmin Çöküşü” adlı kitabı mal bulmuş gibi kapmış, amirine gösteriyor. Amir, “Yok yahu, buna tutanak hazırlanmaz! Koy onu yerine!” diyor."

"…Yerlerinden kımıldamadılar ve alkışlamaya başladılar. Şimdi, pencereden bakarken anlıyorum ki, evimi bastıranlar, benden bir kahraman yaratmaktalar. Benim şu ana kadar üzerlerinde derin iz bırakabildiklerim; sadece hastalarım, yakın çevrem ve eğitimine katkıda bulunduğum çocuklardı. Bunun dışında hiçbir iddiam yoktu, zaten. Arzularım, hırslarım olaydı, bana getirilen siyasi teklifleri değerlendirirdim. Parayla da hiç aram olmadı. Her zaman fazla paranın insanı bozduğuna inandım, az parayla yaşamaktan hiç gocunmadım. Çocuklarımı ilkokuldan itibaren özel okullarda değil, orta sınıfın ve yoksul halk çocuklarının gittiği parasız devlet okullarında okuttum, paraya özenmesinler diye. Sade ve sakin bir yaşam biçimini seçtim kendime, hırstan lüksten uzak, sadece memleketimin kadersiz insanlarına ve çocuklarına hizmet etmeye adanmış! Şimdi şu hale bakın, halk dağılmıyor, bir şeyler bekliyor benden. Oysa ben, o günlerini yaşayan, çalışkan, özverili bir hekimim sadece, sokaktaki kalabalığın tepkisinin bayrağı hiç değilim."

*****

Ve kitabın arka kapağı:

"Tüm insanlığın aklın ve vicdanın aydınlattığı yolda yürümeyi seçeceği gün, er veya geç gelecekti. Buna bütün kalbimle inanıyordum. Sabrımı ve sükûnetimi, bu inançtan alıyordum. O güne kadar, başa her gelen çekilecek! Oyunun kuralı böyle! Yaşam oyununun!
Ne demiş şair:`Yaşamak şakaya gelmez...`" Binlerce cüzamlıyı iyileştirdi, hayatın içine kattı... Kız çocukları başta olmak üzere, binlerce çocuğun okullu olmasını sağladı. Her zaman tek başınaydı ama hiçbir zaman yalnız değildi. Kimsenin yanında yer almak adına inançlarından, ilkelerinden ödün vermedi ama yüz binlerce insan onun yanında yer aldı.


*****

Türkan Saylan'a

Bir bulut olsaydım nem dağında
Nemlenseydi gözlerin doruklarda
Olmasaydı aklın Ali ile Atilla'da
Sevginden pay kalır mıydı? Saylan

Devasız bir dert olsaydım sana
Sen geldikçe rüzgar savursa da
Tüm yataklarda yatan tek hasta
Sevgisi dolu tay olurmuydun Saylan?

Koskoca adanın bir tek gülüyüm
En akıllı böceğinden de deliyim
Deryalarda akan tek dost seliyim
Çağlayanda koy olurmuydun Saylan?

Mektuplarının en eski hatırasıyım
Tüm dertlerin bende ben yasıyım
Sevgili Gökşin'in tek hatırasıyım
Anılarımda toy olurmuydun Saylan?

Öksüz ananın öksüz oğluydum
Virane olmuş koca Ata yurdum
Her güneşin renginde seni sordum
Al ile beyazda tül olurmuydun Saylan?

Kestiler bacağımı neşter ile
İyileşecektim hipokrat ile
Basılınca evin siyaset yeminiyle
Her çiçekte Bal olurmuydun Saylan?

Kamber Bal

*****

Nes, aklı Türkan'da kalan...

Yazı tarihi: 22 Şubat 2010

13 Şubat 2010 Cumartesi

Türkan tek ve tek başına'dan Recep İvedik-3'e

Dün Recep İvedik 3'ün vizyondaki ilk günüydü.
Gittim.
Gitmez olaydım.
Ben ki R.İ. 1 ve 2'ye gitmeyen, gitmeyi şiddetle reddeden, öyle bir adamın varlığını, bu gişe rakamlarını, ona hayranlığı, sağda solda zaten her tarafımız onun gibi adamlarla çevriliyken filmden sonra bir de bunların tasmalarını kopartıp hayasızca salınışları yüzünden kafayı yiyen biri olarak Recep İvedik'i ve onu sevenleri kınamaktan asla vazgeçmedim.
Buna rağmen 3'e gittim.
Ama bir dakika, sakın popüler kültüre teslim olduğumu, beğenilerimden ve kararlılığımdan vazgeçtiğimi sanmayın.
ASLA.
Konu Recep İvedik'se duble ASLA.
Sadece ve sadece yeni yeni yapmaya başladığım süper zevkli işim sebebiyle hayatın daha çok içinde olmam lazım.
Sosyal medya ortamlarının nabzını tutmam lazım.
Etrafta ne oluyor, ne bitiyor yakından bilmem lazım.
Ve bu milyonlarca gişe yapan filmi sevmesem de, istemesem de, kabüllenmesem de maalesef ki izlemem lazım.
İşte bu sebeplerden biraz da mecburi olarak gittim Recep İvedik-3'ü izlemeye.
Bundan fazla bu filmden bahsetmek istemiyorum.
Zaten 2 saatimi bu rezalet ötesi filme harcadım, daha fazlası zaman kaybının da ötesi.
Biliyorum ne yazarsam, ne dersem diyim gideceksiniz.
Sadece şunu söylememe izin verin:
Filmleri izlemeden önce Recep İvedik'ten nefret ediyordum şimdi TİK-Sİ-Nİ-YO-RUMMM!!!

Aynı gece "TÜRKAN tek ve tek başına" kitabını bitirdim.

Şu an çok acil evden çıkmam gerekiyor.
Yapacak çok işim var.
Türkan kitabına vakit ayırarak yazmak istiyorum.
Bilmiyorum beğenimi ifade edebilecek kadar yazmayı becerebilecek miyim?

Merak ediyorum, Recep İvedik filmlerinin gişesiyle Türkan kitabını okuyanlar sayısı arasındaki farkı...
Kültür ve anlayış farkı, kendine örnek aldığı rol model farkı, hayatta kendi ve insanlık için yaptıkları farkı, boş zamanlarını değerlendirenlerin farkı vs'ye girecek olursam vay halimize... vay ki ne vay...

Yazıyı araya sıkıştırdım çünkü belki bugün o salak filmi izlemeyi düşünen bir kişiyi bile kararından vazgeçirip -çok iyimserce ama- Türkan'ı okumaya yönlendirebilirsem ne mutlu bana.
Aksi için zaten içim kan ağlıyor...

*****
Yazıya devam edeceğim...

Recep'siz ve sağlıkla kalın

Nes, the -Türkan- tek ve tek başına

Yazı tarihi: 13 Şubat 2010

12 Şubat 2010 Cuma

İtirazım var hakim bey!

Sizlere allı pullu, 41 -kere maşallah- güllü, nurtopu gibi bir "Sevgililer Günü" yazısı yazmak için çok kafa patlattım ama inanın hiç umut yok :(
Bu bütünüyle anlamsız güne şiddetle itiraz eden biri olarak, ne kadar yırtınsam da iki yakası bir araya gelen yakışıklı bir yazı çıkartmamın mümkünatı yok.
Benim kadar aşka aşık birinden "Love Story" tadında bir yazı bekliyor olabilirsiniz, sizi hayal kırıklığına uğratacağımı bilsem de "çok beklersiniz" diyeceğim.
Baktım; geçen seneki "Sevgililer Günü yazımda" tribünlere oynamışım.
Bu sene hiç halim yok, lütfen beni uğraştırmayın.
Aman yapışın birbirinize, öpüşün koklaşın, börtü böcek- çiçek köçek alışın verişin diye tavsiyelerde bulunamayacağım.
*****
"Sevgililik durumu" ya iki kişi arasındaki bir ilişki ya da kişiye özel bir ruh hali değil midir ki, nasıl olur da beynelmilel bir kutlamaya dönüştürülebilir?
Neden dünya üzerindeki her sevgili birbirine aşkı illa o gün, illa kırmızı güllerle ifade etmek zorundadır?
Ne demeye yer gök 7 kat kırmızı kalplerle döşenmektedir; geri kalan 364 günde etrafımızdaki içi boş kalplerin çokluğunu gözümüze sokmak için mi?
0-6 yaş grubuna hitap eden tüylü ayıcıklar, kollarını kocaman açarak "I love you" diyen süslü oyuncaklar, orangutan peluşler, sayısı ne kadar çoksa o kadar çok havamıza hava katan havada uçuşan kalpli balonlar...
Hem sürü psikolojisinden kurtulmak için geliştirdiğimiz onca strateji hem de koyunlaşmanın daniskası...

Neden??!
Tüketimi canlandırmak, perakende sektörüne ciro yaratmak için mi?
Zorla istemeye istemeye sevgilimizin sızlanmalarından sıyırabilmek için mi?
Adet olduğu üzere, hiç düşünmeden, uğraşmadan son dakikada aldığımız bir kazağın kolundan tutup özensizce onu mutlu edeceğimizi sandığımızdan mı?

Düşündüm ve çözemedim.
Biz neden böyleyiz?
Biraz titreyip kendimize gelsek olmaz mı?

p.s.
Nes, the nonValentine

Yazı tarihi: 12 Şubat 2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

La Boheme'le yeniden başlamak

La Bohéme...
Dünya opera repertuarlarının başyapıtlarından biri...
Fransız yazar Henri Murger'in yazdığı "Bohem Hayatından Kesitler" adlı eserinden esinlenerek G.Puccini tarafından yaratılan "La Bohéme" operası 1830'ların Paris'inde Montmartre'deki gündelik hayattan kesitler sunmaktadır seyircilere.
*****
Uzun yıllardır izlemek istediğim eserler arasında geliyordu.
Ankara'da seneler boyu kapalı gişe oynamasına rağmen fırsat yaratıp izleyememiştim.
Geçtiğimiz Aralık ayında, Londra'da olduğum süre boyunca yer gök "La Bohéme" la inledi.
PR'ı ve marketing'i bu kadar yüksek olan pek fazla event gördüğümü hatırlamıyorum.
Londra prömiyeri benim Türkiye'ye geleceğim günün bir gece öncesine denk geliyordu.
Biletler astronomik fiyatlarda olmasına rağmen aylar önce tükenmişti.
Kısa süre sonra tekrar Londra'ya döneceğim için bu operayı izlemeyi bir sonraki gidişime bırakmıştım.
Bu süre zarfında evdeki hesap çarşıya uymayınca ben tahmin ettiğimden daha uzun zaman Türkiye'de kaldım.
İstanbul'da olduğum bugünlerde İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından "La Bohéme"in sergilendiğini öğrendim.
Durur muyum?
Elbette durmadım.
Hemen bilet alarak siftahımı İstanbul'da yapmak istedim.
13 milyonluk Avrupa Kültür Başkenti İstanbul'umuzun nadide gösteri ve sahne sanatları salonlarındanTaksim'deki AKM'nin renove edilmesi sebebiyle ona ikame inşa edilen Anadolu Yakası Bahariye'deki Süreyya Operası'nda sergileniyordu La Bohéme.
Ve geçtiğimiz Cuma akşamı ben de bu başyapıtı izlemek üzere oradaydım.
Dondurucu soğuğa rağmen hemen arkasındaki kapalı park yeri ve hemen karşısındaki İkbal'de yemek yemek hayatımızı kolaylaştırdığı ve güzelleştirdiği için mutluydum.
Yıllardır peşinde olduğum La Bohéme'i sonunda izleyecek olduğum için ise heyecanlı :)
İçeri girdik ve şık salonda 4 perdelik, 120 dakikalık operayı izlemeye başladık.
Yazımın hemen başında birkaç cümleyle konudan size bahsettim.
Daha detay verecek değilim.
Bu yazıyı yazma amacım çok farklı.
Değinmek istediğim nokta şudur ki:
Sanattan,
ruhumuzu beslemekten,
yıllar boyu kepenkleri indirdiğimiz çakralarımızı açmaktan, 
kendimizi geliştirmekten,
yenilenmekten,
alışkanlıklarımızı değiştirmekten,
mutluluğumuzun tanımını genişletmekten,
dünyayı yeniden keşfetmekten,  
o kapkara köşelerimizi aydınlatmaktan,
içimizdeki hayvanı adam etmeye çalışmaktan,
ve kendimizi cilalamaktan ACİZİZ.

Sorarım size kaç kere sinemaya gitmişsinizdir?
10?
100?
1000?
Evet sayısını bile bilemiyoruz.
Peki ya tiyatroya?
5?
Baleye?
1?
Operaya?
Hiç???!!!
Ve yine sorarım size;
Yaşınız kaç?
Hangi şehirde yaşıyorsunuz?
Yaşadığınız şehirde Opera gösterimi yok mu?
Festivalleri de mi yok?*****
Başka sorum yok, teşekkür ederim.

Not: Maalesef "La Bohéme" beklentilerimin çok altında bir performanstı. Ve bununla birlikte iyi ki gitmişim.
Artık dünyanın en büyük başyapıtlarından olan bu eser hakkında bir fikrim var.
Ve geçtiğimiz Cuma akşamına göre bu akşam daha anlamlı;
Görüyorum
İşitiyorum,
Dokunuyorum,
Tadıyorum ve
Kokluyorum

Hayat benim için hergün yine yeniden başlıyor ;))

Nes, the Çakra

İyi haftalar dilerim :)

Yazı tarihi: 08 Şubat 2010

7 Şubat 2010 Pazar

Facebook'ta gördüm halimizi- Haşmet Babaoğlu

Biliyorsunuz daha önce birkaç kez söyledim;
ben Haşmet Babaoğlu'nun sıkı bir takipçisiyim.
Son aylarda olaylara duygularımdan sıyrılıp biraz daha realistik açılardan bakmayı öğrenme çabam sonucu bu adamı "seviyorum", "sevmiyorum", "beğeniyorum", "beğenmiyorum" vb etiketler yapıştırmayı uygunsuz buluyorum.
Bunun yerine "katıldığım fikirleri de var, katılmadığım da" demeyi daha doğru buluyorum.
Geçenlerde yazdığı bir yazısında sonuna kadar katıldığım fikirlerini okudum.
"Facebook" konusunda bütünüyle hemfikiriz.
Hemfikir olmayanlara saygı duyarım.
Ve Haşmet'in kalemiyle yazılmış kendi doğrularımı buraya eklemeyi bir borç bilirim.
Sevgi ve saygılarımla...
......

Neden?
Facebook'ta ne gördüm de hevesim kaçtı?
Hemen sıralayayım...
Normal hayatta o yüzleriyle hiç karşılaşmadığım ve çok sevdiğim arkadaşlarımın bile içlerinde meğer nasıl da güçlü ırkçı nefret duyguları yeşerirmiş!
Meğer bu ülkede derinden faşist insan sayısı ne çokmuş!
Barışı ve insanı sevenler ne kadar azmış!
Ve bilmezdim...
Yalan kimliklerle gerçek dostluklar kurulabileceğini hayal edenlerin...
Bütün yaşam enerjisini başkasına nispet yapmaktan alanların...
Sahte sevgi gösterilerine kapılıp gidenlerin...
En ufak bir öğrenme çabası göstermeden her şeyi bildiğini sananların...
Bu kadar fazla olduğunu... Öğrendim. 


Nes, the nonFacer

Yazı tarihi: 07 Şubat 2010 

2 Şubat 2010 Salı

Zengin baba fakir baba- Robert Kiyosaki, Sharon Lechter

New York Times Bestseller kitaplarından biri "Rich dad poor dad".
Türkçesi "Zengin Baba Yoksul Baba"
Yazarları Robert Kiyosaki ve Sharon Lechter.
Yazım ve basım tarihi: Nisan 2000
Birazdan kitap hakkında sizlere birşeyler söylemeye çalışacağım ama önden söylecek başka laflarım var.
Günümüzün insanları sömüren kapitalist düzenine kızgınım.
Hem de çok kızgınım.
Kendimin ve ailemin tüm kapasitesini maddi manevi zorlayarak, günün koşullarına göre iyi bir eğitim alarak, çok idealist birşekilde üniversite mezuniyetimde havaya kep fırlatarak yıllar boyu kapitalist düzene bir böcek gibi hizmet ettiğim için kızgınım.
Adı fiyakalı, ofisleri fiyakalı, plazaları fiyakalı ama içleri bütünüyle kof kurumsal dünya tüm idealistliğimi yerle bir ettiği için kızgınım.
O düzende var olabilmek için bilgisizlik ve cahillikten nefesi kokan beş para etmez adamların döndürdüğü sayısız dalaverelere şahit olduğum için kızgınım.
Bugünlerde radyolarda sıkça çalan Ceynur'un söylediği çok eğlenceli bir şarkı var ya;
".... içimde kalmadı desem yalan
gözünün ortasına patlamadım
... yağmur sen de vurup durma şu cama"
misali gözlerinin ortasına patlatamadan o rezil düzen içinde sağa sola çarptığım ve kendi kendimi yediğim için kendime kızgınım.
Her neyse...
Allah'a binlerce şükür ki o dünyadan kurtuldum
Şimdi bambaşka bir yolda, bambaşka bir mücadelenin içindeyim ve yaptığım herşeyden; günahıyla sevabıyla kendim mesulüm.
Bu şekilde çalışmanın en güzel yanlarından biri tüm zamanı kendime göre ayarlayabilme özgürlüğüm.
Bu özgürlük içinde boş zamanlarımı da kendimi geliştirmeye ayırmaya çalışıyorum.
Okuduğum bir kitap, izlediğim bir film, konuştuğum bir insan bana çok geniş vizyonlar açıyor, yolumu başka patikalara sürüklüyor.
Birkaç yazı önce kendilerinden bahsetmiştim, kuaförüm Eşref tanıyıp tanıyabileceğiniz en enteresan adamlardan biri.
Anadolu'lu (kendisi Yozgat'lıdır) görünüşünün altından öyle modern bir sanat icra eder ki inanamazsınız.
Kuaförlük eğitimleri için sık sık Paris'e gidiyor.
Dünyanın en tanınmış kuaförleri, en büyük salon sahiplerinden dersler alıyor, oturuyor kafa kafaya eğriyi doğruyu tartışıyor onlarla.
Mesela 6 çeşit yüz tipi varmış.
Vücut hatlarına göre saç kesilirmiş.
Renklerin dilini, psikoloji ve renk arasındaki bağları, renk geçişlerini, saç tiplerini, masaj tekniklerini, şampuan, krem dünyasını en ince detayına kadar biliyor.
Loreal ve P&G 'dekilerle kanka. Yeni şampuan geliştirmeleri için onca üniversite okumuş adamlara ders veriyor.
Kendi mesleğiyle ilgili kimse köşeye sıkıştıramaz onu.
Üstelik hem müthiş vizyoner bir kuaför hem de çok iyi bir işadamı. O müesseyi, altında çalışan onlarca elemanını süper yönetiyor.
İyi kar ediyor. 
Markalaşmaya ve müşteri sadakatine acayip önem veriyor.
Tüm müşterilerin dataları bilgisayarında kayıtlı. Onlar hakkında MİT'le işbirliği yapacak kadar detaylı bilgiye sahip.
Haftanın 6 günü sabah 9 akşam 9 çalışıyor.
Çalışanları için hem abi hem sıkı bir patron.
Onları çekirdekten alıp yetiştiriyor.
Ekip hep aynı, yıllardır aynı çocuklar.
Hepsi tıfılken şimdi serpildi büyüdü adam oldu, meslek sahibi oldular.

Bitmedi.
Buraya kadarı normaldi... sanıyorsunuz...
Eşref sadece mesleğinde en iyi olmayı hedefleyen biri değil.
Her konuda kendini geliştirmeye adamış bir adam.
Salonuna yurt dışından Vogue, Marie Clarie, Elle falan getittiriyor biz beklerken sıkılmayalım diye ama kendisi de boş zamanlarında Nietzsche, Goethe, Sokrates, Aristo, Kant, Yunus Emre, Mevlana falan okuyor.
Laf olsun diye değil, vitrin yapmak için hiç değil cidden merak ettiği için, kendini geliştirmek için okuyor.
Yıllardır okuyor.
Saçına fön çekerken sen "sevgilim terketti, moralim çok bozuk, beni güzelleştir" diye önüne oturuyorsun o Yunus'tan bir söz söylüyor "hıınnkk" diye ağzın açık kala kalıyorsun.
Bence kelimenin tam anlamıyla "aşmış" biri.
Çok şey öğreniyorum ondan, çookk.
Moralim bozuk olduğunda arada laflamaya gidiyorum; "batsın bu dünyaaaa Eşreffff" diye söze giriyorum, yarım saat sonra "evetttt ben çok güçlüyüm, her şeyin üstesinden gelebilirim, hiyooo" diye koyuluyorum yola.
Boşuna dememişler kadınların en iyi sırdaşı, dostu, psikoloğu kuaförüdür diye.
Bizimkisi benim profesör psikologum, ucuz taraklarda bezi olmayan cinsten anladığınız üzere;)
Şimdi dönelim konunun başına.
Benim kurumsal dünyadan ayrılışımı en önde alkışlayanlardan biridir Eşref.
Kendi işimi yapmam konusunda yüreklendiren, bana zeki, becerikli ve güçlü olduğum konusunda acayip gazlar veren, para kazanma yolları konusunda beyin jimnastiği yaptığım kişilerin başında gelir.
Geçenlerde mutad sohbetlerimiz arasında bana bir kitap anlattı.
Sonra gitti içerden getirdi bu kitabı: "al sende kalsın, oku bunu, bitirince gel konuşalım" dedi.
Ve o kitap işte bu kitap.
Yani "Zengin baba yoksul baba"
Yukarıda kapitalist düzene kızgınlığımı dile getirdim.
Ama bir eksikle.
Kapitalist düzene hizmet eden farelerden biri olduğum için kızgın olduğumun altını özellikle çizmeliydim.
Kitabın yazarları size;
zaten hükümsüren bu düzen içinde sürüden ayrılmayı, kendiniz için çalışmayı, kendi paranızı kendiniz için kazanmanın yolları, anne babalarımız tarafından bize öğretilen iyi eğitim ve iyi iş sahibi olmakla zengin olmanın mümkün olamayacağını, fare kapanına girmemek için yapmamız gerekenleri anlatıyor.
Haklı olduğu yanlar da var, saçmaladıkları da...
Elbette ki kitapta yazılı her satırı gündelik hayatıma uygulamaya çalışmak delilikten öteye gitmez.
Ama şunu söyleyebilirim ki hayatımın en doğru döneminde bu kitabı okumayı seçmişim.
Sağolasın Eşref, sen benim ufkumu açtın senin de ufkunu açanların çok olsun ;)
Ezcümle: kitabı tavsiye ediyor muyum?
Yok, orasını bilmem! Sıkıntılı bir zamanınıza rastlar "e, ne var bunda, ne anlattı şimdi bu kitap" diye sorar ve içinizden bana saydırırsınız. Neme lazım!

Kitabın arka kapağını okumak isteyenler buyursunlar, karar sizin: 

FİNANS DÜNYASINA BOMBA GİBİ DÜŞEN KİTAP! J.P. Morgan şirketi diyor ki: Zengin Baba Yoksul Baba'yı zengin olan ve olmak isteyen herkes okumalı! Zengin Baba, Yoksul Baba'yı okuduktan sonra Zengin olmak için yüksek bir gelire sahip olmanız gerektiği saplantısı yerle bir olacak.

Evinizin bir aktif varlık olduğuna inancınız sarsılacak Çocuklarınıza para kazanmanın yollarını öğretmek için okuldaki sisteme güvenemeyeceğinizi göreceksiniz Aktif ve pasif varlıkları yeniden tanımlayacaksınız Çocuklarınızın gelecekte finansal başarı sağlamaları için parayla ilgili onlara öğretmeniz gereken her şeyi öğreneceksiniz.

Robert Kiyasaki insanlara insanlara milyoner olmayı öğretir... Ona milyoner öğretmen denmesinin nedeni bu. İnsanların maddi sıkıntılar içinde boğuşmasının neden, okulda geçirdikleri onca yıl boyunca para konusunda hiçbir şey öğrenmemeleri. Sonuçta para için çalışmayı öğrenirler... ama parayı kendileri için çalıştırmasını hiç bilmezler.



Nes, the ufuk

www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)
Yazı tarihi: 02 Şubat 2010