10 Nisan 2010 Cumartesi

Bayan risk averse ve bayan gözükara!

Ben neysem o benim tam zıttım.
O benim için fazla gözükara, ben onun için fazla kontrollü.
Ben ak'sam o kara, o gündüzse ben gece...
Bu işin grisi, öğleden sonrası olmaz mı? İki insan hiç mi orta biryerlerde buluşmaz?
Uzak ihtimal, pek uzak...
Güneşle ay kadar birbirine uzak...
***
Ben temkinliyimdir. Feci...
Risk averse!
Bildiğiniz tırsık yani.
Ödüm kopar bir karar alırken. Aman Tanrım 100 yıl düşünürüm. 1000 kere karar verip 999 kere bozarım. Saçımı sağdan sola mı, soldan sağa mı taramam gerektiğine bile günler boyu karar veremem.
Acaba hangi seçim benim için daha doğru olacaktır.
Hata yapmak istemem. Arpacık kumrusu gibi sabahlara kadar düşünürüm. Karnıma kramplar girer.
Doluya koyarım almaz, boşa koyarım dolmaz.
Oturur yazar çizerim.
Hesap kitap yaparım.
İnce eler sık dokurum.
İşi fizibilitelere dökerim.
Artı eksi tablosu çıkarırım.
Google'da araştırırım. Bi bilene danışırım. Doktora tezi yazıyor gibi akademik takılırım.
Yetmez; mantık ve duygu dünyam arasında çatışıp, çarpışıp, tartışıp dururum.
Kendi kendimi yerim.
Yetmez; tırnak kenarlarımı yerim, o da yetmez yakınımdakilerin başının etini yerim.
Dünya o karar üzerinde dönüyor sanırım.
Yuh be kardeşim, al bi karar yürü git işte nedir bu yeme durumları.
Yiye yiye kendi kendimi yerim, iliğimi kemiğimi kuruturum...
Sağlamcı, statükocu, yenilenmeyi ve gelişmeyi seven ama öyle zırt diye olan değişikliklere de kolay kolay ayak uyduramayan bir tipim...
N'apıyım işte ben böyleyim.
Evet zaman zaman sıkıcı ve bayıcı olabiliyorum ama çoğu zaman yalnızlığı dibine kadar hissettiğim bu dünyada kendi duvarlarım içinde, o duvarların altında kalmadan varolabilmenin yolunu böyle buluyorum.
Kör kuyularda debelenip durmaktansa 1000 kere tırsık olayım razıyım, bırakın ben yolumu böyle bulayım. 
Bu alışkanlığım kendi kendimin "garanti belgem".
Garanticiyim, napalım işte ben böyleyim...
***
Ben neysem o benim tam zıttım.
Pat diye karar verip hop diye yapar.
"Dur bi dakka, alooo n'oluyoruz" demeye kalmadan iş biter fiş gider.
Ağzın öyle bi açık kalır ki kapatamazsın.
Sen kendini toplayıp hafif kapama kıvamına gelemeden, bi daha hooppp, senin ağzın yine açılır kocaa bir karış daha...
***
18'inde evlendi, çat diye. Annesi, babası, eşi, dostu, bizler "dur kızım napıyosun, daha çok gençsin, çok erken" dedik, dinletemedik.
"Ben evlenicem" dedi, konu kapandı.
Evlendi, 20'sinde doğurdu, 21'inde boşandı.
Arada neler yaşadı, nasıl bir hayat mücadelesi verdi, ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
Kızına tek başına baktı.
Çocuğunun babasından, kendi ailesinden tek bir kuruş almadan.
Eski eşinden kalan bi dolu borç harç, icralar da cabası...
Pes etmedi, yılmadı, her yıkımdan daha güçlü çıktı.
Tırnaklarıyla kazıyarak derler ya aynen öyle bir hayat kurdu; "kendim için, kızım için, ailem için bu hayatı yaşayacağım" dedi.

Sabit bir geliri, düzenli bir işi olmasa da evini, düzenini kurdu, kızının hiçbişeyini eksik etmedi.
O 26, babası 52 yaşındaydı.
Öylesine genç bir yaş ki ölmek için elliiki...
Öylesine lanet bişey ki kanser; anan/baban/karındaşın/canın/kanın gözünün önünde günden güne eriyor ve sen sadece bakakalıyorsun.
Her geçen kahrolası gün o karşında fiziken ölüyor, sen ruhen.
Duvarları yumruklayıp "neden, nedeenn, nedeeennn" diye soruyorsun, cevapsız kalıyorsun çaresizliğinden de çok...
İçin oyuluyor. Işığın kararıyor, damağın kuruyor, duvarları yumruklamaktan kemiklerin çürüyor.
Kahretsen de, üzülüp mahfolsan da, ağlayıp haykırsan da, kum saati döndü mü bi kere tersine biliyorsun ki herşey nafile...
Son kez demir almak günü gelmişse zamandan, mechule giden bir gemi kalkar bu limandan.
26 yaşında birine "beyin kanseri"ni telaffuz etmek bile zor gelirken o gençkızlık odasında, yatağında vefat eden babasının çenesini bağlıyor, 52 yaşında ölmek için ne kadar gençti diye düşünürken hıçkıra hıçkıra...

Sonra bir gün adamın teki çıkageliyor. "Aşığım sana, evlen benimle, kızın da, sen de ömrümün sonuna kadar benim parçam olun" diyor.
Bizimki aşka inanıyor, yanında bir nefes arıyor, zorlukların paylaşılınca azalacağını düşünüyor.

İşini, annesini, kızının okulunu herşeyi Ankara'da bırakıyor, tüm düzenini bozuyor.
Ankara'dan kalkıyor İstanbul'a müstakbel kocasının yanına yerleşiyor.
28'inde ikinci kez evleniyor.
1 yıllık evliliği Moldovya, Ukrayna ve bilumum komşu ülke münasebetleri sebebiyle yıkılıyor!!!
E be adam aklın 1 yıl önce nerdeydi diye sormazlar mı?
Sorarlarsa sorsunlar, kime ne!
Ne ar, ne damar, ne haya kalmış bizlerde!
1 günde evlenmeye karar veriyor, 1 gecede de boşanmaya bizimki...
30'unda mide kanaması geçiriyor, vücudunda kitleler bulunuyor, 9 yaşındaki kızıyla kalakalıyor koca şehir çeşmi cihan İstanbul'da...
Bu geceyarısı buz gibi havada titreyerek içtiği sigarasındaki hıçkırıkları, isyanı, yalnızlığı, umutsuzluğu, mutsuzluğu...
...çaresiz bırakıyor beni.

Eh be kader, eh be kahpe kader alacağın olsun...
***
O gündüz ben gece, o gece ben gündüzsem eğer, bu kör gecenin sabahı olduğuna inanmak istiyorum bir yerlerde...
Var mı?

Nes, alaca

Yazı tarihi: 10 Nisan 2010

9 Nisan 2010 Cuma

Kendimle barışık mıyım? - Haşmet Babaoğlu

Malumunuz ben uzundur yazamıyorum; vakitsizlikten, hislerime konsantre olabilecek zamanı ayıramamaktan, ve belki de madem duygularımı deşifre etmek beni incitiyor o zaman biraz da geriye çekilmeyi istediğimden...
Ben böyle geriden geriden gitsem de, her geçen gün yazdığı her yazısında kendine olan hayranlığım bir kat daha büyüyen Haşmet yazıyor tabii ki...
Bugün Sabah'taki köşesinde kaleme aldığı yazısı beni yine çok etkiledi.
Aşağıda aynen alıntı yaptığım yazısını okumanız dileğiyle.

***** 

Kendimle barışık mıyım?

Unutmuştum bu lafı...
"Kendisiyle barışık olmak" deyiminden söz ediyorum.
Üç, dört yıl öncesine kadar pek gözdeydi.
Çok huzursuz ve huysuz tiplerin başkalarının yanındayken "kendileriyle barışık" bir hava takındıklarına tanık olur, çok gülerdim.
Tabii hâlâ kimi gazete söyleşilerinde rastlıyorum. "Kendisiyle barışık biri misiniz?" diye soruyorlar.
Ata Demirer'e de sormuşlardı. İnce bir alayla şöyle cevapladığını hatırlıyorum: "Nasıl olayım, belki biraz daha zayıf olsaydım..."
Bugünlerde hiperaktiflikler, şık huzursuzluklar, "yaratıcı nevrozlar" daha çok dikkat çekiyor. Moda bu şimdi! O yüzden de "kendisiyle barışık olmak" deyimi ortalıklarda pek görünmüyor.


***

Ataol Behramoğlu
hatırlattı...
Hani "büyük yaşamak" ve "aşk iki kişiliktir" meselelerinde Hıncal Abi'yle anlaşamamıştık.
Ataol Behramoğlu işte bu tartışmadan kalkarak Cumhuriyet'te çıkan (ve Hıncal Abi'nin de geçenlerde köşesine konuk ettiği) yazısında "Haşmet bana kalırsa kendiyle daha az barışık" diyordu...
Hıncal Abi'ye "her akşam bir konsere, filme, gösteriye gitmenin neresi büyük yaşamak, bu olsa olsa iyi yaşamaktır" demek nasıl oluyor da insanın kendisiyle barışını bozuyor, onu bilmiyorum.
"Hayır, aşk tek kişilik bir hikâyedir; aşk ilişkisi başka şey" demek neden "hırçın duygusallık" olsun, onu da bilmiyorum.
Emin değilim ya, Ataol biliyordur belki!
***

Derdim işin o yanı değil!
Derdim, bu deyimin giderek negatif bir tutumun üzerine atılmış cila olduğunu düşünmeye başlamam...
Şu dünyadan ve dünya içinde kendi hallerinden tedirgin insanlar itilip kakılıyor.
Biraz dertli, biraz sıkıntılı biri hemen dışlanıyor. Neden? Çünkü kendisiyle barışık değilmiş!
Onların karşısında ise daha "kendi"sinin ne olduğunu bilmeyen ama "kendisiyle barışık" olduğuna inanılan tipler var.
Sonuç? Bir yığın bencil, narsisist, sosyopat adam Dalay Lama havalarında caka satıyor! Nerdeyse bir imaj çalışması bu!
Manzaraya gülsen bir türlü, gülmesen başka türlü!
Peki bu deyimin benim sevdiğim ve değer verdiğim bir anlamı yok mu? Var.
Gerçekten "kendisiyle barışık" olmak, kendini fazla ciddiye almamak ve yalnızlıktan korkmamaktır!
Bilmem anlatabildim mi? 


Sabah Gazetesi, Haşmet Babaoğlu, 09 Nisan 2010 Cuma

Nes, bu aralar kendiyle barışık olmayan...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Geçmiş olsun!...

Yok zannediyordum.
Geçmişe dair pişmanlığım, "keşkem" yok!
Hayır, sanmayın harika bir hayat yaşadım/yaşıyorum, paçamdan bilinç, sağduyu, mantık akıyor.
Belki de zerresi yok.
Ama olsun şikayetçi değildim. Hiç olmamıştım.
Hani sürekli: "Günahı da sevabı da benim, elbet uslanır, akıllanır, hatta belki de günün birinde adam bile olurum..." falan filan diyorum ya...
Hikaye...
Hep bu boş inançlarla avutmuşum kendimi.
Hayatın kaçınılmaz gerçeğini unutmuşum.
Zaman ne kadar değişirse değişsin...
İnsanlar
doğar, büyür, hep güçlü, hep diri kalacağını düşünür, hiç ölmeyeceğini zanneder...
İlerde bir yerlerde, bir zamanlar herşeyin değişeceğine inanır.
Belki de değişir
Değişir değişmesine de değiştiğinde artık o zaman geri alınamaz bir yere gelmiştir.
Başlar.
Biter.
Netice itibariyle...
Zamanı geriye almanın mümkünatı yoktur.
Geçmiş olsun...

Nes, 99

Yazı tarihi: 02 Nisan 2010