4 Temmuz 2010 Pazar

Sarımtrak 04 Temmuz

Sarımtrak renkte ve her yerdeler.
Düğün konfetileri gibi insanın başından aşağı dökülüyorlar ve kıpır kıpır halleriyle neşe veriyorlar.
Çocukların peşinden koşup yakalamaya çalışması yok mu, nasıl da eğlenceli bir koşuşturmaca, tabii sonu yere kapaklanmakla veya cama girmekle bitmezse :)
*****
Ben bu kadar kelebeği hiç bir arada görmemiştim.
Son 1 haftadır İstanbul Kelebekler Vadisi'ne döndü.
Yer gök, çiçek böcek kelebek.
Ortalama ömürleri 2 ila 14 gün.
O kadar tahmin edilemeyecek bir şekilde ve ani dönüşlerle sağa sola, yukarı aşağı uçuyorlar ki bakarken insanın başı dönüyor.
Bence kısa ömürlerinin sebebi de bu.
Sersem oluyor hayvancıklar, enerji mi dayanır buna!
Ama onlar narin narin uçarlarken enerji ve hayat sevinci taşıyorlar, aşılıyorlar bizlere.
Doğanın dengesini kurup birkaç gün içinde yok oluyorlar.
*****
Sabah evden çıkarken apartman kapımızın iç camında çırpınan zavallı kelebek sanki nefes alamıyor ve birkaç saniye sonra boğulacak gibiydi.
Gözüm onda, onu biran önce nefesine kavuşturma gayesiyle kapıyı o kadar aceleci ve güçlü bir şekilde çektim ki aynı hızla ayağıma girmesi bir oldu.
Zannettim ki 3 kırık, 5 çatlak oluştu.
Olsun, sırası değil şimdi onu düşünmenin, topuğum üstünde seke seke kelebeğin özgürlüğünü görmeye peşisıra çıktım apartmandan.
*****
Ayağımın acısının yeni yeni geçmeye başladığı akşamüzeri saatlerinde bir kafede oturmuş, soğuk limonatamı yudumlayarak çalışmaya ful konsantrasyon dalmış bir haldeyken gözümün önünde sekizler çizmeye başladı.
Takip etmeden duramıyor insan.
Bıraktım işi gücü, benim de kafa ve gözler onla birlikte sekiz...
Dolandı, dolandı önce kafama kondu- bendeki gürbüz saçların içinde sanırım hayvancağıza klastrofobi geldi- konmasıya geri uçması ve koltuk altımdan bluzumun içine girmesi bir oldu.
Velhasılı eğlenceli yaratıklar. Hele hele kedileri salak etmelerine bayılıyorum :-DD
*****
Ben bluzumun içindeki kelebekle uğraşırken Meksika'da bir yerlerde balaylarını yapan biricik arkadaşlarım Yalçın ve Şebnem ne kadar da güzel vakit geçiriyorlardı eminim...
Geçen hafta tam bu zamanlardaki düğünlerinde mutluluktan ışıl ışıl parlıyor, birbirlerinin gözlerinde eriyorlardı. Aşk nasıl da güzelleştirmişti onları.
Güzeller güzeli gelinimiz Şebo, Yalçın'ın karısı olarak ettiği ilk danslarında mutluluk gözyaşlarına hakim olamadı ve hepimizi ağlattı.
Oh be sonunda dans dersi almadan, bildiğimiz en klasik dansla ilk danslarını eden bir çift.
Yalçın'ın şımşık damatlık rugan ayakkabılarının harika yönlendirmesiyle kollarında uçuşan bir gelin.
İçlerinden geldiği gibi, müziği ve aşkı hissederek, adım saymadan, ayaklarına bakmadan, robotlaşmadan, kelebekler gibi uçuşan müthiş uyumlu bir çift...
Ömür boyu böyle uyumlu kalın, birbirinize böyle güzel bakın, hep aşık olun ve birbirinizin kollarınızda uçun çocuklar.
İyi ki evlendiniz, mutluluk ne demekti görmeyeli hayli zaman olmuş...
*****
Bu kadar çok kelebek olması doğanın dengesini koruduğu anlamına geliyormuş.
Uçan bu kelebekler erkekmiş, dişi kelebekler uçmazmış denilene göre...
Hayır, Allah tüm canlılardan farklı olarak insanlara niye beyin vermiş o zaman, eğer hayvan içgüdüleriyle yaşamaya devam edeceksek, di mi yani?
*****
Ve ben bu satırları yazmakla meşgulken 04 Temmuz'a girmişiz bile.
Beyin demişken, niye en unutulması gereken detayları unutmaz beynimiz? Acı veren hatıralar, kişiler, anlar, kokular, tarihler en keskin hatlarıyla bir bıçak gibi boydan boya saplanır kalır midemize.
Ca'nım kelebeklerin ömrü bu kadar kısayken bu kokuşmuş anıların son nefesimize kadar peşimizi bırakmaması nasıl açıklanmalı?
Bilseniz, ah bi bilseniz seneler boyu 04 Temmuz'u yok saymak için neler yaptığımı...
Ve bu sene, bu sene 04 Temmuz'u dakika dakika yaşamak mı daha zor yoksa 04 Temmuz bittiğinde içimdeki boşluğa katlanmak mı, cevap verebilsem...
*****
Son nefes demişken; madem ruh bir enerji ve enerjiler yok olmuyor ve yok olan sadece bedenlerimizse çok merak ediyorum ben önceki hayatlarımı, önceki bedenlerimi, bundan sonra neyi, kimde, nasıl yaşayacağımı.
Hani "elektriğimiz tuttu" denir ya bazen; tanımadan seversin birini, gözlerine ilk baktığında sıcacık hissedersin, yıllardır tanıyor gibi...
Var mı bunun bu önceki hayatlarla bağlantısı?
Hani herşeye rağmen kopamadıklarımız, unutamadıklarımız, aramızdaki bağı kopartamadıklarımız var ya, diğer hayatlardan getirdiklerimiz mi onlar acaba?
Yoksa hangi aklıselim kabullenir bu ihanetleri, sevgisizliği, kendini layık gördüğü mazoşist hayatı, sürekli patinaj çekerek yaşamayı?
*****
Bir de yarım kalanlar var...
Birçok ayrılığın en yakıcı tarafı da bu değil mi?
Sen "daha yaşanacak çok şey var" derken, hiç hesapta yokken ceketini alıp çıkması ve o kapıdan bir daha hiç girmeyecek oluşunun idrakı.
Boşuna değil ölümle eş değer yakıcılığı...
İkisinde de onu bir daha dünya gözüyle göremeyecek olmanın adamı tartaklayan kabullenişi...
Kimbilir daha kaç 04 Temmuz'da canıma ot tıkayacak bu kabulleniş!
******
Sadece 6 gün önce annesini başka hayata, başka bedene gönderen "canım" şimdilerde herşey normalmiş gibi davranmaya çalışıyor ya, idrak çizgisine arşın arşın uzak oluşundan :(
Ahhh oysa nasıl da isteyecek birilerinin omuzlarından tutup onu sımsıkı sarsmasını; "bu yaşadıkların gerçek değil" demesini, o lanet çizgiden öteye geçince.
*****
Öyle ya da böyle geçiyor hayat.
Geçmesine geçiyor da niye bir tek acılar oluşturuyor bu "idrak etme kapasitesini"?!
Niye aklı başında biri idrak edemiyor "aşk" sandığı şeyin kendi aynasından ibaret olduğunu!
Aynalara bakmadan, beline bağladığı kazakla ayıplı yerlerini örtmeye çalıştıkça sakilleşen sözümona spor hocaları gibi!
Çürük dişli dişçi!
Sen kendi iradene, kendi fiziğine, kendi işine saygı gösterip olman gereken halde değilsen benden dediklerini yapmamı,sana saygı göstermemi bekleyemezsin!
Ne kadar da küçük bir ayrıntı gibi geliyor kulağa!
Oysa bende aşılmayacak bir güvensizlik oluşturuyor; güvenin olmadığı yerde ne saygıdan ne sevgiden bahsedebiliriz, öyle değil mi?
Hayatlarımıza koyduğumuz o aynalar bazen o kadar çok gözümüzün içine giriyor ki idrak körü oluyoruz. Aşkın içindeyiz sanıyoruz yangının tam ortasındayken.
Bir silkelenip kendimize gelsek iyi olmaz mı?!
Niye oluyor tüm bunlar diye düşünsek...
Şuurlu olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
*****
Bir bilebilsem bu dünyadan giden bedenler bir daha hangi bedenin ruhu olarak dünyaya geliyor?!
İşte belki o zaman 04 Temmuz'un üstesinden gelebilirim.
Ama yarın, yarın huysuz, kırgın, takıntılı ve başına buyruk geçecek belli ki!
Nasıl geçmesin?
Kendi bedbahtlığı yetmezmiş gibi üstüne bir de "canımın" gözlerine hüzünlü gölgeler eklenmişken...
Anne’ciğinin, ne kadar isterdim tam da bugün sağ olmasını...
Bu her yerde uçuşan sarımtrak kelebeklerin ona da hayat vermesini :(

Nes, unutamayan

Yazı Tarihi: 04 Temmuz 2010

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Çetin Altan'dan "Alınganlık fıkrası"

Alınganlık üzerine harika bir fıkra, Üstat Çetin Altan'ın 02 Temmuz 2010'da Milliyet'teki köşesinden:))
http://www.milliyet.com.tr/disisiz-kalan-erkek-kelebek-istilasi/cetin-altan/yasam/yazardetay/02.07.2010/1258001/default.htm
*****
Adamın biri, kendisine:
- Buluta bak buluta, diyen arkadaşına:
- Sen bana kaz dedin, diye tutturmuş.
* * *
Arkadaşına:
- Sen bana kasıtlı gösterdin bulutu, diyormuş. Bulut yağmura dönüşür, yağmur göle dönüşür, gölde de kazlar yüzer. Sen bana kaz dedin!


Yazı Tarihi: 03 Temmuz 2010

1 Temmuz 2010 Perşembe

Yangın merdiveninden Cenevre'ye giden yol

Dünya kupasında Gana'yı tutuyorum.
Niye?
Çok kızsal bir sebep: çünkü ağabeyim onları tutuyor. Henüz maçlarını seyretmedim ama çok önemli değil, kısmetse yakında o da olur, benimki zaten manevi destek ;)
Dünya Kupası gündeminden ne kadar uzak olduğumu düşününce aklıma 2008 Avrupa Kupa'sı geldi. O vakit ne güzel de kaptırmıştım kendimi futbol heyecanına.
Az kalsın bu yüzden başımı belaya bile sokuyordum.
O günleri bir yazıyla anlatmıştım, baktım blogumda bulamadım, oysa eklediğime eminim, birşekilde uçurmuşum demek ki.
Gönlüm o yazının uçmasına el vermedi, tabii ki kopyası bende vardı.
Okumayanlar, yeniden okumak isteyenler için buyrun aşağıya:)
E madem dünya kupası yazısı çıkmadı bu seferlik bu arşiv yazımla idare edelim, napalım:(
(Yazı 06 Haziran 2008'de yazılmıştır)
Unutmadan bir de "İzim Dizim" başlıklı bir yazı yazmıştım, okumak isteyenler başlık üzerine tıklayabilir.
*****
Yangın merdiveninden Cenevre'ye giden yol

“İsviçre vizesi olan var mıııııı?”
“Ben, beenn, benim vaarrrrr”
diye avaz avaz bağırdıktan kaç saniye sonra katın diğer ucundaki Sevgili Müdürüm Begüm’ün odasındaydım hatırlamıyorum.
“İsviçre’deki Türkiye- Portekiz maçına gitmek istermisin, gidermisin?”
Bu soruya tepkimi yanlıca açıklayacak olursam kifayetsiz kaldım diyebiliriz.
Yansız yani objektif açıdan veya Begüm gözünden bakıldığında da Begüm’ün kendisini tren gibi hissedebileceği bir tepki vermiş olabildiğim söylenebilir.
Zira birkaç saniyeliğine üzerime kal geldi.
Kafamdan peşisıra;
“kekleniyorsun, atlama”
“yine kekleniyorsun İsviçre’de bahsi geçen maç hemen aklına gelen Euro 2008 anlamında olanı değil, iş icabı birileri ile kanakan dişediş bir toplantısal maç”
“kendine gel Neslihan çabuk cevap ver” cümleleri kayıverdi.
“istemek mi? gitmek mi? Uçarım, uçarak giderim hem de” tarzından cevaplar geveledim. Zaten bunlar konuya dair hatırladığım son şeyler. Bu süreçten sonra kısa bir süreliğine hafsalımı kaybettim demek yanlış olmaz.
Bu senenin Şubat’ında İsviçre’ye gittiğim için 6 aylık vizem olduğunu, ki bu sürenin Ağustos sonuna tekabül ettiğini düşündükçe sevinçten kanatlandım.
Şuursuz ilk dakikalarımdan sonra vizeyi 6 aylığına alamadığım, çok daha kısa bir süre için verdikleri aklıma geldi.
Bu organizasyona birlikte gitmemiz öngörülen ofisten arkadaşım Celal ile yaklaşık yarım saat sonra Gebze’de başlayacak bir toplantıda olmamız gerektiği için konunun sıcağıyla ofisten apar topar çıktık.
Benim içim, vize geçerlilik tarihim sebebiyle endişeli, Celal ise hiç İsviçre vizesi olmaması ve 1 gün içerisinde çıkartması gerektiği için kaygılı idi.
Yolda ne kadar tanıdık, eş, dost, devreye sokabileceğimizi düşündüğümüz nüfuzlu kişi varsa aradık.
Cevap hep aynıydı:
Euro 2008 sebebiyle İsviçre Konsolosloğu çok yoğundu ve randevüsüz evrakları kabul bile etmiyorlardı. Randevü ise en erken 3 hafta sonraya verilebiliyordu.
Yol boyunca ipin ucuna gidip gidip döndük.
Diğer taraftan da ofiste arkadaşlar sağolsun gerekli evrakları hazırlamaya çalışıyorlardı.
Ben her durumda şansımızı denememiz gerektiğinden yanaydım. Toplantı sonrası yarın sabah 8’de konsoloslukta buluşmak üzere ayrıldık.
Eve geldiğimde vizemin tarihinin bitmiş olduğunu büyük bir üzüntü ile gördüm.
Yine de bugün sabah saat 8 itibariyle, eksik evraklarım ama ful inancım ile konsolosluğun kapısındaydım.
Bu sırada Celal olayın imkaansız olduğunu öğrendiği için uğraşmama kararı almış ve gelmemişti.
Bir Plaza’nın 3.katında yerleşik konsolosluğa ulaşmak için önce binanın girişindeki güvenliği geçmek gerekiyordu.
Daha 3 ay önce elini kolunu sallayan herkes burdan geçebilirken şimdi güvenliğin önündeki listede adınız yoksa yukarı çıkma ihtimaliniz de yok demekti.
Tüm sevimliliğimi takınarak görevliyi hayatımın en önemli toplantısı için İsviçre’ye gitmem ve vize almam gerekliliğine inandırmaya çalıştım.
Hemen elindeki listeye baktı.
“İsminiz?”
“ Şeeyyy, benim randevüm yok” bu cevabım itibariyle konu kapandı zaten.
Kendisine, bedava ekmek dağıtan belediye görevlilerine olan talep gibi talep olduğundan bir daha beni dinlemedi bile.
Ben eteğinin altında çok vızıldayınca da “hanfendi ben Türkçe konuşmuyor muyum, randevünüz yoksa giremezsiniz” diye çıkıştı.
Bozuldum.
Sinir, gıcık ve aynı zamanda ağlamaklı oldum.
Gözlerimi kısarak işini yapan görevliye hain hain baktım ve gerilla taktikleri için geri çekilerek kenara oturdum.
Etrafı gözetleyerek strateji üretmeye çalıştım.
Katlara çıkmak için binilecek asansöre giden yola sadece randevüsü olanlara güvenlik görevlisi tarafından verilen manyetikli kartlar turnikelere okutularak gidilebiliyordu.
Yanımda oturan kızla sohbete koyularak randevüsünü 3 ay önce aldığını öğrendim. Hayal kırıklığı ve muz kabuğu durumları giderek artıyordu :-(
Bu sırada konsolosluktan bayan bilmemkimi görmeye, avukat olduklarını söyleyen 3 tane kelli felli adam geldi. Bu adamlara mı yoksa yanımda oturan kıza mı yalvarsam şansımın daha yüksek olacağını hesaplamaya çalıştım.
Her ikisine de cesaret edemeyince kafamda şu alternatifler üremeye başladı:
“Acaba koşarak karşımdaki turnikelerin altından geçmeye çalışsam güvenlik beni yakalamadan asansöre binebilir miyim?
“Asansöre bindikten sonra beni yakalamak için alarm filan çalar ve bu konu bankada duyulursa ne kadar rezil olurum?”
“ Bi şekilde kendimi asansöre atsam asansörlerde güvenlik kamerası var mıdır?”
“Konsolosluk 3.katta olduğuna göre asansör kullanmadan ve yakalanmadan merdivenleri kullanmaya kalksam kaç saniyede çıkabilirim?”
“Bu binanın garaj, arka kapı vb. başka bir girişi kesin vardır, acaba nerdedir?”
Gibi sorulardan hangisini seçerek aksiyon alabileceğimi düşünürken gözünde $ işareti parlayan Donald Duck gibi karşımdaki tabelada gözlerim o yazıyı gördü:
Sevgili bankamın büyük bir şubesi aynı binanın 5.katındaydı.
Bunu okuduktan sonraki düşünme sürecim hafızamda yine kopuk. Kendimi resepyonist kızın karşısında banka kimliğimi ibraz edip şubemize çıkmak istediğimi söylerken duydum.
Konsolosluk tarafından geldiğimi gören kızın “ama Konsolosluk’a çıkmayacaksınız di mi?” diye sorduğu soruya verdiğim cevabın inandırıcılığı kendimi bile kandıracak kadar kuvvetliydi;
“Yo, yoo hayırrr ben şubemize çıkacağım sadece”
Söylediğim yalandan vicdanım rahatsız ama böyle bir tesadüfün de Karma Felsefesi’nin karşıma çıkarttığı bir nimet olduğunu düşündüm.
Turnikelerden efe efe geçerken içimdeki sevinç çığlıkları maytaplar atıyordu.
İlk eleme tamam da nasıl konsolosluk katına geçecektim?
Önce efendi efendi şubemize çıkarak oradaki arkadaşlarla sohbet ettim. Aczimi anlatarak tanıdıkları olup olmadığını sordum. Cevaplar olumsuzdu.
Yapılacak birşey yok diye pes ederek boynum bükük gitmek üzere kapıdan çıktım.
İyi ki boynumu bükmüşüm. Bu sayede asansörün yanında kapısı olan yangın merdivenleri çıkışını gördüm. Kapıyı azıcık aralayınca içeri girebildim ve adrenalin dolu bir suçlulukla şansımı zorlamaya karar verdim.
“Hayır hayır ben kötü değilim, herşey Karma, gerçekten istiyorum ve karşıma fırsatlar çıkıyorrr” diye kendi kendime mırıldana mırıldana Konsolosluk katına geldim.
Merdivenlerden kata geçmek için kapıyı açtığımda az önce alt katta beni içeri almayan güvenliğin parıldayan gözleri ile karşı karşıya geldik, upssss!
.........

Neyse, sanırım şu anda çok uykum geldi. Yarın uzun bir gün ve uzun bir yolculuk beni bekliyor olacak inşallah.
Yazının devamını Cenevre’den döndüğümde –ümid ederim ki- attığımız goller ile birlikte getiririm.
Ne garip bazen hayat istediklerimizi vermekte bize hiç cömert davranmazken bazen de ne hoş sürprizler yapabiliyor :-)

Viva Türkiye, Viva Milli Takım, Viva Ay Yıldızım!!!

Neslihan, Ay Yıldız!