18 Aralık 2011 Pazar

Aşkın Gözyaşları 1- Tebrizli Şems


Son günlerde okumakta ve neredeyse bitirmekte olduğum "Aşkın Gözyaşları" serisinin 1. kitabı "Tebrizli Şems" den beni oldukça etkileyen bir bölümü sizinle paylaşmak istiyorum.

Kitapçıların raflarında 3. kitap "Kimya Hatun" yerini alırken ben 2. kitap "Mevlana"yı okumak için sabırsızlanıyorum. Bu akşam Tebrizli Şems'i bitirerek Mevlana'ya başlayabilmeyi umuyorum.

Yazar: Sinan Yağmur.

" Şeytan bir zamanlar melekti, hatta meleklerin hocası idi. Adı da Hâris'ti. Hâris, çok hırslı demektir. Allah'a ibadet etmekte çok hırslıydı. Kâinatta secde etmedik yer, hatta nokta bırakmamıştı. Fakat Allah(c.c.), Hz. Âdem'i yaratınca şeytan yaptığı ibadetlerin kendisine özel bir hak tanıdığını düşündü. Kibirlendi, bu yüzden Allah ona Âdem'e secde etmesini söyleyince, kabul etmedi. Geçmişteki ibadetlerinden kaynaklanan kibri Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmasına ve cennetten kovulmasına yol açtı.
Allah cennetten çıkıp cehenneme gitmesini söyleyince şeytan, O'na binlerce sene ibadet ettiğini ve mühlet istediğini söyledi. Allah ona kıyamet gününe kadar mühlet verdi. Şeytan da bu zamana kadar bütün insanları kandırıp saptırmaya çalışacağını söyledi. "Önlerinde, arkalarında, sağlarında ve sollarında olacağım" dedi. 
Allah buna izin verdi; fakat şöyle buyurdu: "Senin bütün takipçilerini cehenneme atacağım ve Ben de kullarıma altlarından ve üstlerinden tecelli edeceğim"
Gördüğünüz gibi şeytan dört yönü alarak üstümüzü ve altımızı Allah'a bıraktı. İşte bu yüzden dua ederken ellerimizi havaya kaldırırız ve secde ederken başımız yere bakar.

Dua ve secdenin huzuru üzerinizde olsun...

Nessie, kul

Az kalsın adet edindiğim üzere kitabın arka kapağını yazmayı unutuyordum;
" Şems, Mevlana ve Aşk'a dair çok kitap okuduğumu zannediyordum. Yanılmışım! Dostum Sinan Yağmur'un doğum tarihini unutarak ''bunu yazan kişi mutlaka ''Şems'in yakın arkadaşı olmalı''diye düşündüğümde kitabın henüz başlarındaydım. Kitap bitti. Artık eminim; kesinlikle Sinan Yağmur Tebrizli Şems'i yaşayarak anlamış ve yakından tanışıyor.
Erdal DEMİRKIRAN

Aşkın Gözyaşları'nda bir başka güzellik var... Sanki zaman zaman Mevlana ve Şems ile hemhal oluş var... Hazırsanız, aşk sağnağında ıslanıyor, yıkanıyorsunuz...

Mevlana ve Şems'e dair çok şey yazıldı ve yazılacak...
Aşk'ın gözyaşlarını mürekkep eyleyenin; kalemi gönüldendir ve hiç sönmez yüreğindeki ateş...
Bir de ruh eşi vardır Bezm-i ezel'den beriher gönül ve bedenin!...
Ruh eşiyle bir anlık vuslat; ayrı geçen bir ömre bedel!... Bulan aşkın talihlisi!...
Yaşatana ve yazdırana binlerce şükür, yaşayana ve uçmağ içre bir menzile varanlara sonsuz rahmet, yazana ve aşk iklimine yolculuğa çıkarana minnet ve şükran...
Hadi okuyun ve ıslananın aşk sağnağında; yıkansın ve arınsın gönüllerimiz...
Dr.Hüsamettin OLGUN "

...........................................
"Yedinci ve en tesirli bıçak darbesi ensesine gelir boynu sağa doğru bükülmüştür. Dervişler yere kapanmasını bekleye dursun. Şems Hz. Peygamberin şu hadisini sesi boğuk mırıldanır: “Allah’a kavuşmayı isteyeni Allah da sever” Dervişlerden birisi sırtına tekmeyi vurur. Yüzüstü taş zemine kapanır, dudağı patlamış, dişleri zemine dökülmüştür Siyah feracesi kanlar içinde bordoya dönmüştür. Saçlarından tutarak kafasını kaldıran dervişin niyeti Şemsin başını gövdesinden ayırmaktır
Baş derviş engeller. Bırakın son nefesini versin. Sonra da en yakın bir kuyuya atın. Kıyafetine sarıp atın.
Avluyu yıkayın. Sabah ile yola çıkarız. Şems hala son nefesini vermemiştir Sille taşının üzerindeki başını hafifçe göğe kaldırır ve: “Allah ne güzel sevgilidir. Rabbim sana aşığım. Ve bu canı sana hediye ediyorum.” Mevlana içeri girer, mendili koklar eli titreyerek açar. İçinden saman kağıda yazılmış bir not çıkar: “Yemin ederim ki ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için
ölmek ne demekmiş.” Mevlana olduğu yere düşüp bayılmıştır.Geceden sonra doğan ve kalplerin çöllerini cennetlere çeviren bir gözyaşı bu. Çoraklaşmış ve çöle dönmüş kalpler; açın sadrınızı! Aşkın gözyaşları, serin serin, sağanak sağanak, üzerimize damlıyor; bakın gökyüzüne, nasılda aşk yağıyor...


Yazı tarihi: 18 Aralık 2012

5 Aralık 2011 Pazartesi

Dedemin İnsanları ve Tehlikeli İlişki

Geçtiğimiz Pazar günü 2 film birarada kuşağıydı benim için.
"Dedemin İnsanları" ve
 "Tehlikeli İlişki"

İkisi de vizyona yeni giren ve hevesle izlemeyi beklediğim bu filmler arasından seçim yapamadım ve hazır vakit varken ikisini de aynı gün izleyim istedim.

Önce "Tehlikeli İlişki/ A Dangerous Method" filmini izledik.
Başrolde Sabrina Spielrein rolünde Keira Knightley, 
Carl Jung rolünde Michael Fassbender ve 
Sigmund Freud rolünde Viggo Mortensen oynuyor.

Filmin konusu şöyle: (www.beyazperde.com'dan alıntıdır)

1904 yılında geçen hikaye, psikanalist Carl Jung ile hastası Sabina Spielrein arasında doktor-hasta ilişkisiyle başlayan ve daha sonrasında ise Freud'un da dahil olacağı çalkantılı bir ilişkiye dönüşen bir aşk üçgenini anlatıyor. Evli ve eşi bebek bekleyen Carl Jung, akli dengesi yerinde olmayan Sabina üzerinde Freud’un tartışmalı tedavi yöntemini ilk kez uygular; fakat tedavi ilerleyen aşamalarında Sabina ile yakınlaşmaktan kaçamaz. Bu üçlü ilişki gerilimi artırırken, Freud ve öğrencisi genç Jung'un arası da açılacaktır. Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung gibi psikanaliz dünyasının iki büyük ismini aynı çatı altında buluşturan yapımda Cronenberg'in vazgeçilmez oyuncularından Viggo Mortensen Freud'u, Michael Fassbender Jung'u, Keira Knightley ise Sabina Spielrein'i canlandırıyor.

*****


Sonra da "Dedemin İnsanları" nı izledik.
Fragmanı izlemek için hemen buraya tıklayınız efendim.

Dedemin İnsanları'yla ilgili yazmak istediğim çok şey var ama iş ve özel hayatımın yoğunluğundan maalesef ki bu aralar yazıya hiç vaktim kalmıyor. 

İstediğim detayda bir yazıyı yazana kadar size bir şarkı armağan etmek istiyorum.

Filmin belki de en sevdiğim sahnesi:

Yiğit Özşener ve Gökçe Bahadır'ın yani İbrahim'le Nurdan'ın yazlık evlerinin bahçesinde ettikleri dans.

Çağan Irmak'ı işte bu yüzden çok beğeniyorum.
Bize izlettiği hayatları içimize sokuyor, o sahneleri yaşatıyor.

Şarkı ABD'li country şarkıcısı "Crystal Gayle" in "Somebody Loves You" adlı şarkısı.

Filmdeki versiyonu için buraya, orijinali içinse buraya tıklayın.

Şarkı sözlerini merak ediyorsanız da işte hemen aşağıda:

Somebody Loves You- Crystal Gayle
It's been a long time since you went away
I stop to think of you most ev'ry day
With all my heart, I'm hopin' you're okay
Guess who loves you
Somebody loves you

I couldn't reach you by the U.S. Mail
You didn't leave a very easy trail
I've tried the telephone to no avail
Guess who loves you
Somebody loves you
I do

Na, na, na...
Someone loves you
Somebody loves you

Mind over matter is the game I play
I'll never reach you any other way
So I send you this one thought to you ev'ry day
Guess who loves you
Somebody loves you
I do

Na, na, na...
Someone loves you
Somebody loves you
I do

Na, na, na...
Someone loves you
Somebody loves you
I do

Nessie, 3 şekerli :)
www.NeVital.com

Yazı Tarihi: 05 Aralık 2011

4 Aralık 2011 Pazar

Sana bir ihanet borcum vardı, ödedim sonunda ağlayarak

O kadar gergin olmamın asıl sebebi neydi bilmiyorum.
Gergin ve huysuz.
Ama bunun tersiymişim gibi rahat ve hafif davranan halimle.
*****
Birini tanımanın, öncesini bilmenin, geçmiş zamanda da olsa omzunda ağlamış, kucağında uyuklamış olmanın, değişmeyen kokusunu bilmenin, gözlerine yalan söyleyememenin değeri paha biçilmez...
Önce yüzümden maskemi çekti, sonra da beni sorguya. 
" Neden bu kadar gerginsin?" dedi...
"Yok canım nerden çıkartıyorsun, hiç de değilim" dedim, yemedi.

Sordu, sorduu, sorduuuu....
Konuştuk, konuştuk, konuştuuukkkk....

Söylediklerim vardı, söyleyemediklerim vardı, hiç bilmedikleri, bilemeyecekleri, gerginliğim gerisindeki asıl sebebi...

*****
Söylesem de nereden bilecekti dün akşamın Cuma akşamı olduğunu, gerginliğimin sebebinin o Cuma akşamından kalma olduğunu...

Nessie, Gülşen

Yazı Tarihi: 03 Aralık 2011 Cmt.

2 Aralık 2011 Cuma

Kaybedenler Klubü

Kaybedenler Klubü'nü sanırım 1 sene önce izlemiştim.
Ve yine sanırım sonrasında da TV'de vermişlerdi yine izlemiştim.
Daha sonra da dvd'sini aldım ve geçtiğimiz yaz Amerika'daki erkek arkadaşıma götürdüm, 1 kere de onunla izlemiştik.
Filme ölüp bitmedim ama beğendim, 3 kere izlediğime göre değil mi?!...

Geçen akşam bir arkadaşımda oturuyorduk. Derin ve ince konulardan sohbet ediyorduk. Arka fonda inanılmaz bir müzik vardı.
Sohbeti bölmemek için sormadım ama en sonunda dayanamadım ve cd'nin ne olduğunu sordum.
Ve bağlantıyı kurdum:
Çok da beğenmediğim bir filmi bana 3 kere izlettirebilen birşey olmalıydı:
Müziklerin beni ele geçirmesine karşı koyamamıştım:
Buyrun önce şu linke tıklayın, beraberce şarkıyı dinleyelim. ("my man got a heart like a rock cast in the sea")
Sonra da şuna tıklayın ve o sırada aşağıda Vikipedi'den alıntı yaptığım şu satırları okuyun:

Kaybedenler Kulübü, 2010 yapımı komedi-dram türündeki Türk sinema filmidir. Tolga Örnek tarafından çekildi ve senaryosu Mehmet Ada Öztekin ile Tolga Örnek tarafından yazıldı. Türkiye'de 25 Mart 2011 tarihinde 137 kopya ile gösterime giren filmin protagonistleri Kaan rolündeki Nejat İşler, Mete rolündeki Yiğit Özşener ve Zeynep rolündeki Ahu Türkpençe'dir. Film, 1996-2001 yılları arasında Kent FM'de yayınlanan Kaybedenler Kulübü adlı radyo programına dayanmaktadır.[2]
Filmde, Kaybedenler Kulübü adındaki radyo programı ve o radyo programını sunan DJ'ler Kaan ile Mete'nin hayatları anlatılmaktadır. Gösterime girdiği ilk üç gün içinde 65.780 kişi tarafından seyredilerek 666.091 TL hasılat elde etti. Ayrıca film gösterime girmeden önce, yapımın öncesinden sonrasına kadar film hakkında her şeyi anlatan Kaybedenler Kulübü - Filmin Öyküsü adlı bir kitap yayımlandı. Eleştirmenlerden olumlu yorumların yanı sıra; açtığı hikâyeleri sonlandırmamak, dönemin politik atmosferini göz ardı etmek, zaman algısına sahip olmamak gibi yönlerden olumsuz eleştiriler aldı.

Konu [değiştir]

Kaan (Nejat İşler), William Blake'in eserleri ve Roland Barthes'ın Camera Lucida'sı gibi "kimsenin okumadığı" kitaplar basan Altıkırkbeş Yayınları'nın sahibidir. Mete (Yiğit Özşener) ise Kadıköy'de bir bar sahibi ve plak ile efemera koleksiyoneridir. 1990'lı yılların ortalarında Kent FM adlı bir radyo istasyonunda Kaybedenler Kulübü adlı bir programa başlar ve bu programı sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi sunarlar. Kadınlar, edebiyat ve Kadıköy sokaklarının da dahil olduğu pek çok konudan bahsedilen Kaybedenler Kulübü, başta kimsenin dikkatini çekmez. Öte yandan, Mete ile Kaan, kendilerinin deyimiyle "yalnızlıklarını gidermek" için hergün başka kadınlarla birlikte olur.
Program, gittikçe daha çok kişi tarafından dinlenir hale gelmektedir. Kaan, bir barda Zeynep (Ahu Türkpençe) ile tanışır. Yakınlaşmaya başlar ve birlikte olurlar. Zeynep, İstanbul'da ablasıyla yaşayan bir mimardır. Kaan'ın radyo programındaki üslubundan iş hayatına kadar onu eleştirmeye başlar ve Kaan ile ayrılır. Radyo programı ise içeriğinden dolayı RTÜK'ten sürekli uyarı alır ve Kent FM'in sahibi Aslı (İdil Fırat), ikiliye programlarının iyi gittiğini fakat bu gidişle radyonun kapanmasına sebep olacaklarını, kendilerine telif ödeyerek içeriği uygun hale getirmelerini ister. İkili, radyodan ücret almayarak sadece bira, yol parası gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını ister. Program, zamanla dinlenme oranlarında en çok dinlenen radyo programı listesinde bir numaraya yükselir. Zeynep'ten ayrılan Kaan ile Mete, artık kendi işlerine ağırlık vermek ister ve radyo programını sonlandırırlar.

Gelişimi [değiştir]

Kaybedenler Kulübü, 90'ların ikinci yarısında aynı adlı bir kült radyo programından ve programı hazırlayan Kaan Çaydamlı ile Mete Avunduk'un hayatından yola çıkılarak oluşturuldu.[3][4] Filmin yönetmeni Tolga Örnek, Kaan Çaydamlı ile filmin senaryosunu birlikte yazdığı Mehmet Ada Öztekin aracılığıyla tanıştı. Öztekin, radyo programı devam ederken bir senaryo yazdı fakat yazdığı dönemde program devam ettiğinden filme çekilmesi için acele edilmedi, programın bitmesi beklendi.[5] Kaan Çaydamlı ile Mete Avunduk, senaryoyu bir-iki yapımcıya gönderdi fakat yapımcılar metni çok sofistike buldu.[5] Daha sonra Öztekin, senaryodan Örnek'e bahsetti. Örnek, yazılan senaryoyu beğendi fakat radyo programının ana hikâyenin ardına atıldığı senaryoda asıl ilginç olanın "adamlar" ve program olduğunu Öztekin'e söyledi. Bunun üzerine senaryo yeniden ele alındı,[3] ayrıca Mete ile Kaan'ın kullandığı jargon korundu ve filmdeki repliklerin çoğunluğu sansürlenmeden senaryoya eklendi.[6] Her şey bir araya gelince senaryo bir buçuk ayda ortaya çıktı.[5] Örnek, yıllarca süren bir pogramı 110 dakikaya uyarlamanın yapım sürecinde en çok konuşulan ve tartışılan mesele olduğunu belirtti.[3] Radyoda iki dakika süren durağanlığı filmde oluşturmak zor olduğundan ekip, bu durağanlığı, sakinliği keşfetmek için biraz çekim yaptı ve programı dinleyenlerle tanışarak onları da filmde karakter haline getirdi.[3]
Film altı haftada çekilecekken toplamda üç buçuk haftada çekildi. Çekim programını daha rahat yapabilmek ve filmi daha kısa sürede çekebilmek için platoda bir mekân kuruldu.[4] Radyo stüdyosu çekimleri ilk üç güne sığdırıldı ve günde yaklaşık on altı saat çalışıldı.[3] Aynı anda Red Camera ve Canon Mark II kamerası kullanılarak Türkiye'de çekilecek ilk film olma özelliği taşımaktadır.[7] Filmin ilk kurgusu 164 dakikaydı.[8] Çekilen 54 dakika kesildi; Örnek, bu sahneleri DVD'ye koyabileceğini belirtti.[6] Ayrıca kendisini oynayan Şenol'un konuşmaları filmde altyazılı verildi. Montaj aşamasındayken Rıza Kocaoğlu, Şenol'un repliklerinden bir şey anlaşılmadığını belirtti. Örnek, dublajın olmayacağını, Şenol tekrar seslendirme yaparsa aynı repliği aynı şekilde söyleyemeyeceğini düşündü. Kocaoğlu, bu esnada altyazı koymayı önerdi. Ayrıca altyazılarda Şenol'un ettiği küfürler, esprili şekilde altyazıda düzeltildi.[8]

Oyuncu seçimi [değiştir]

Menajerim bana "Kaybedenler Kulübü diye bir iş var, Tolga çekecek" dedi. "Kaybedenler mi? Bildiğimiz kaybedenler mi? Senaryo bir gelsin, aa evet bu o. Tamam, bu benim." dedim.
—Nejat İşler, filme dahil oluş sürecini anlatırken.[8]
Tolga Örnek, oyuncu seçimlerini kendisi yaptı.[6] Oyunculukları seçerken fiziksel bir benzerlik aramadı, karakterleri iyi yansıtan, içselleştirebilen, "kendi kimliğini ve damgasını da basabilecek" birilerini aradı.[8] Kaan rolünü oynayacak olan Nejat İşler ile yaptığı kısa bir toplantı ve İşler'in "Türkiye'de bu rolü başkasının oynamasını istemiyorum" ifadesi üzerine onu kadroya dahil etti.[8] Filmde Zeynep karakterini canlandıran Ahu Türkpençe, Örnek ile başka bir proje için tanıştı fakat projenin ertelenmesiyle Kaybedenler Kulübü öne alındı. Türkpençe, senaryoyu okuduktan sonra filme dahil olmayı kabul etti.[9]
Ayrıca Örnek'in "prensip olarak oyuncu olmayan kişilerle çalışmayı tercih etmemesi"ne rağmen profesyonel oyuncu olmayan Şenol filmde figürasyon olarak kendisini oynadı; diğer figürasyonlar ise tiyatro oyuncularından seçildi.[8]

Film müzikleri [değiştir]

Kaybedenler Kulübü
Kaybedenler kulübü soundtrack.jpg
Albümün ön kapağı.
Çeşitli sanatçılar soundtrack'i
Yayınlanma 2 Nisan 2011
Tarz Çeşitli
Süre 51:47
Dil Türkçe ve İngilizce
Şirket Universal Music Taxim Edition
Kaybedenler Kulübü'nün soundtrack albümü, 2 Nisan 2011 tarihinde piyasaya sürüldü. Albüm, Universal Music Taxim Edition etiketiyla yayınlandı ve dağıtımı EMI Müzik tarafından yapıldı. Filmin orijinal müzikleri, Can Gox, Cavit Ergün ve Erdem Tarabuş tarafından bestelendi. Albümde blues, rock, şanson ve eski Türk pop olmak üzere birçok tarzda şarkılar yer aldı. Kaybedenler Kulübü albümünde özgün bestelerin yanı sıra radyo programının orijinal playlist'inden seçilen şarkılar da albümde yer aldı.[10] Albümde yer alan "My Woman" şarkısına 27 Şubat 2011 tarihinde video klip çekildi. Şarkının sözleri, Gülce Duru tarafından yazılırken bestesi Can Gox ile Erdem Tarabuş tarafından yapıldı ve şarkı, Can Gox ile Gülce Duru tarafından yorumlandı. Önce Erdem Tarabuş, "My Woman"ın başlangıç akorunu oluşturdu.[11] Can Gox, ilkin şarkıyı tek başına okurken filmin yönetmeni Tolga Örnek'in önerisiyle şarkı, Gülce Duru ile düet haline çevrildi.[11]
Kaybedenler Kulübü
# Parça Yorumlayan Süre
1. "Yalnız"   Gülce Duru 02:27
2. "Nightlife"   Yiğit Özşener 01:25
3. "Kaybetmek"   Cavit Ergün 01:55
4. "Bazen"   Cavit Ergün 01:40
5. "Ballad Of A Rock'n'roll Loser"   Titanic 03:07
6. "Yakıcı Yalnızlık Kadar"   Cavit Ergün 01:26
7. "Wrong Side of the Road"   Can Gox 05:23
8. "Son Kare"   Gülce Duru & Can Gox 02:34
9. "Dilek Taşı"   Ferdi Özbeğen 05:00
10. "(Sittin on) the Dock of the Bay"   Count Dee's Soul Singer 03:22
11. "Süleymaniye"   Cavit Ergün 02:08
12. "Revien's"   Gülce Duru 01:21
13. "Get Misunderstood"   Gülce Duru 01:58
14. "Wake"   Can Gox 02:25
15. "Angel's Gone"   Can Gox 02:35
16. "Melancholy Man"   Can Gox 03:38
17. "Yalnızlık Ömür Boyu"   MFÖ 04:02
18. "My Woman"   Gülce Duru & Can Gox 03:01
19. "Kaybedenler Kulübü - Fragman"   Cavit Ergün 02:10
51:47

Tanıtım ve gösterim [değiştir]

Film gösterime girmeden önce film hakkında çeşitli tanıtımlar ve etkinlikler yapıldı. Bunlardan ilki filmde de adı geçen Altıkırkbeş Yayınları tarafından yayımlanan Kaybedenler Kulübü -Filmin Öyküsü- (ISBN 9786055532260) adlı kitaptır.[12] Kitapta sadece filmin düz senaryosu yer almamakta, storyboard çizimlerinden, müzik bestelerinin notalarına kadar film yapım sürecine dair çeşitli detaylar mevcuttur.[12] Kitap, 4 Mart 2011 tarihinde piyasaya sürüldü. Bir diğer etkinlik ise 14 Mart 2011'de düzenlenen Kaybedenler Kulübü Soundtrack Partisi'ydi.[13] Universal Music Taxim Edition tarafından düzenlenen gecede Oracles Always Lie ve Can Gox'ın yanısıra Nejat İşler ve Yiğit Özşener de sahnede yer aldı. 22 Mart 2011'de Kaan Çaydamlı, Mete Avunduk, Nejat İşler ve Yiğit Özşener, İTÜ Sözlük'te özel canlı yayın yaptılar.[14]
Başlangıçta 11 Mart 2011'de gösterime girmesi düşünülen filmin gösterim tarihi ertelendi.[15] Filmin galası, 24 Mart 2011 tarihinde aynı adlı radyo programının doğduğu yer olan Kadıköy'de, Rex Sineması'nda, yapıldı.[16] 25 Mart 2011'de 137 kopya ile 145 salonda gösterime girdi.[1][17] Uzun ve kısa metrajlı yirmiden fazla filmin gösterildiği 9. Berlin Türk Film Festivali, 7 Nisan 2011'de Kaybedenler Kulübü ile açılış yaptı.[18]

Eleştiriler [değiştir]


"[Karakterlerin] var oldukları dönemde toplumsal arka planda mesela Cumartesi anneleri var, mesela Güneydoğu'daki kirli savaşın ilk kıvılcımları var, derin devlet var, işkence (hep) var, ama onlar tarz olarak sinik bir tavır geliştiriyor, mesela hikâyenin en başına, Marx'a kadar uzanıyor ve 'Biz daha evrensel meselelerin adamıyız'a yakın duruyorlar. Kafayı sekse takmış görünmeleri ve radyoyu arayan her kadın dinleyiciye, 'Sizinle yatmış mıydık?' repliğini sunmaları, sık sık 'pompa' mevzuuna girmeleri, belli bir noktadan sonra söylemlerini 'ergen esprileri'nin ötesine götürmüyor."
Radikal yazarı Uğur Vardan'ın filmin yergiyi hak ettiğini düşündüğü kısımlarını ifade ederken.[19]
Kaybedenler Kulübü, olumlu eleştirilerin yanı sıra açtığı hikâyeleri sonlandırmamak, dönemin politik atmosferini göz ardı etmek, zaman algısına sahip olmamak gibi eksiklikler bulunduğu yönünde eleştiriler de aldı. Sabah yazarı ve sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, filmi "özgün, farklı, taze, 'genç' bir film" olarak niteleledi[20] ve filmin hem ilk kez radyo konusuna eğilmesi, hem anlatımı, hem de içerdiği büyük kent melankolisi duygusuyla hemen hiç yapılmamış bir şeyleri denediğini söyledi.[21] Radikal'den Şenay Aydemir, Kaybedenler Kulübü'nü yaşandığı dönemin nihilizme bulaşmış anarşizminin toplumun bir kesiminde yarattığı 'aidiyet' duygusunu göstermesi bakımından önemli bulduğunu çünkü bu 'aidiyet'in şimdilerde sistem tarafından içselleştirilmiş, ehlileştirilmiş bir ruh hali olarak sokaklarda cirit attığını belirtti.[22] Radikal yazarı Uğur Vardan, filmin kahramanlarının, yaşadığımız 'eklektik' dönemin sanki bu yakadaki öncüleri gibi olduğunu ve isyanlarının kendilerine olduklarını "...hayat görüşleri soldan yana ama belli bir hareketin içinde yer almıyorlar, takımdan ayrı düz koşuyorlar." sözleriyle belirtti.[19] Ayrıca yer yer kimi kurgusal oyunlarla beslenen filmin nihayetinde sakin, karakterlerini yüceltmeyen tavrıyla sınıfı geçtiğini ve müziklerin de alkışı hak ettiğini yazdı. Milliyet'ten Nil Kural, yönetmenin programın atmosferini sadık bir şekilde inşa etmeyi başardığını; karakterlerini açmazları, zaafları, eğlenceli taraflarıyla ele aldığını ve karşımıza tek boyutlu portreler çıkarmadığını yazdı.[23] Ayrıca verdiği bir demeçte film için "Türkiye'de pek rastlayamadığımız altkültür filmlerinin bir temsilcisi" ifadesini kullandı.[21] BirGün yazarı Cüneyt Cebenoyan, filmde döneme egemen olan bu ruha ilişkin bir şey olmadığını; Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak'ındaki kahramanı ne kadar da çok Kaan'a benzediğini ("İkisi de fotoğrafçı, ikisi de sevdikleri kadını Atlantik'in ötesine kaçırıyor, ikisi de bağlanamıyor, sorumluluk alamıyor, büyümek istemiyor. İkisi de uzak. Ve melankolik.") ifade etti. Ayrıca filmin eksik bıraktığı çok şeyin olduğunu yine de bir enerjiye, bir ruha sahip olduğunu ve pop-art denemelerinin de batmadığını ekledi.[24] Cumhuriyet'ten Alper Turgut, Nejat İşler ve Yiğit Özşener'in iyi birer ikili olduklarını, Ahu Türkpençe'nin ise isabetli bir seçim olduğunu belirttiği yazısında filmin figürasyonunda sorun olduğunu söyledi.[25] Ayrıca Kaybedenler Kulübü'nün 1988 Oliver Stone filmi Sırdaş Radyo'nun (Talk Radio) politikadan arınmış muadili gibi olduğu ifade etti.

 Yazı tarihi: 02 Aralık 2011

1 Aralık 2011 Perşembe

Fatih Sultan Mehmet’in bildiği en güzel yiyecek Bal-Kaymak

Çaya bal eklenince antioksidan kapasitesi artıyor

Dr. Yasemin Bradley

Siz bu satırları okurken ben Londra’da beslenme alanındaki yenilikleri araştırıyor olacağım. Dönüşte de sizlerle paylaşacağım. Şu İngilizler reçele bayılır. Kahvaltılarında envai çeşit reçel bulunur. Günümüzde hepsi hazır tabii ki! Orada yaşarken hiçbir İngiliz kadınını reçel kaynatırken görmedim! O dönem boyunca ülkemizden kendi sevdiğim balı taşıdım o buz gibi soğuk Londra’da hastalanmayayım, direncim düşmesin, enerjim yüksek kalsın diye...
Harika bir kitap vardı elimde: "Arı Biziz, Bal Bizdedir (Dünden Bugüne Türkiye’de Arıcılık) Perihan Sarıöz ." İşte bu kitaptan öğrendiğim kadarıyla anlı-şanlı padişahımız Fatih Sultan Mehmet de meğer benim gibi bir bal düşkünüymüş.
Fatih, İstanbul’u aldığında, hakkında birçok methiye söylenmiş. Padişah da bu övgülerin sahiplerini hediyelere boğmuş. En büyük ihsanı kime mi yapmış? "A devletlü Hünkarımız, sabahın hayır olsun, yediğin bal ile kaymak, güzergahın çayır olsun!" diyen bir köylüye... Çünkü padişahın hayatında bildiği en güzel yiyecek bal ve kaymakmış!
Selçuklular"da konuklara koruk ve bal şerbeti ikram edilirmiş. Osmanlılar’da sofrada konuklara yemekten önce bir kaşık bal ikram edilir, iki yemek arasında bal şerbeti sunulurmuş. Bu şerbet kiraz, kayısı, erik gibi meyvelerin kaynatılıp üzerine bal katılmasıyla hazırlanırmış. Zengin konaklarında ise hatırlı konuklara balla yapılmış tarçınlı-karanfilli kabak reçeli ikram edilirmiş.

Çaya bal eklenince antioksidan kapasitesi artıyor

Yapılan bir araştırma, Türk insanının vazgeçilmez içeceği olan çaya tatlandırmak amacıyla
bal katıldığında, çayın yararlarının da arttığını ortaya koydu. Çaya bal katıldığında
fenolik madde içeriği ve antioksidan kapasite ölçülebilir şekilde artıyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Dilek Boyacıoğlu’nun yönettiği araştırmanın amacı çay bal ile tatlandırıldığında antioksidan niteliklerinin (hastalıklara, kansere, yaşlanmaya karşı koruyucu etki) nasıl etkilendiğini ölçmekti.
Boyacıoğlu ‘nun deneyleri sonrasındaki açıklaması şöyle:
“Çay ve bal günlük yaşamımızın iki vazgeçilmez gıda maddesi... Araştırmamızda antioksidanca zengin bu iki gıda maddesinin bir arada kullanımının nasıl bir sonuç vereceğini görmek istedik. Çalışmada, sonuçları etkileme açısından fark yaratıp yaratmadığını görebilmek için çam balı, poliflora (karışık bölgelerden toplanmış), yöresel (Şemdinli) ve monoflora (ayçiçeği) olmak üzere 4 çeşit bal kullandık. Bu karışımı farklı sıcaklıklardaki içilmeye hazır çaylara karıştırdık. Balın çaya ilave edildiği tüm sıcaklık derecelerinde toplam antioksidan kapasitesinde de artış gözlendi. Bu artış 70-90 derece aralığında ortalama yüzde 50 oranlarında gerçekleşti.”
Prof. Dr. Dilek Boyacıoğlu’nun yönettiği araştırmanın bulguları, İrlanda-Dublin’de gerçekleştirilen Gıda ve Sağlık Kongresi’nde de sunuldu. Araştırma çaya tatlandırma amaçlı olarak bal ilave edilmesi durumunda toplam fenolik içeriğinin ve antioksidan kapasitesinin belirgin şekilde arttığını ortaya koyuyor. Bu da balın, çayın tatlandırılması için sağlıklı bir alternatif olarak kullanılabileceğini gösteriyor.

Havalar birden soğudu dikkat! Direncinizi yüksek tutun!

Havalar aniden soğudu. Böyle dönemlerde en çok solunum yolu enfeksiyonları sorun olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle soğuk algınlığı, grip, farenjit, sinüzit, bronşit ve pnömoni gibi hastalıklar sık görülür. İşte bal kışın direnci artırmada başvurabileceğiniz en güzel doğal yiyeceklerden biri! Bağışıklık sistemini geliştirir ve vücudun grip gibi enfeksiyonlarla mücadele etmesini kolaylaştırır, vücudu enfeksiyonlara karşı güçlendirir. Bal tüketimi genel olarak vücudun performansını ve zindeliğini artırır. Bu nedenle mevsim geçişlerinde bal tüketimi daha da önem kazanıyor. Ayrıca beslenmeden doğan bazı eksikliklerin giderilmesine yardımcı olur. Yüksek mineral içeriği nedeniyle özellikle çam balı, demir eksikliğinin giderilmesine önemli katkı sağlar. Bal aynı zamanda öksürük giderici olarak da kullanılabilir.

ÇOK SORULANLAR

* 1 yaşını doldurmamış bebeğimin yiyeceğini balla tatlandırabilir miyim?
Hayır! Bal, 1 yaşından küçük çocuklar için tavsiye edilmemektedir. Nedeni Clostridium Botulinum bakterisinin balda gelişememesine rağmen, spor formunun balda bulunma ihtimalinin olması ve bu bakterinin bebeklerde Bebek Botulizmi denilen bir hastalığa neden olmasıdır. Bu sporlar çevremizdeki havada, toprakta, tozda ve ham tarımsal ürünlerde bulunmaktadır. Birçok gıdada olduğu gibi balda da bulunabilen bu sporlar erişkinler ve 1 yaşından büyük çocuklardaki gelişmiş bağışıklık ve sindirim sisteminden dolayı problem teşkil etmezken, 1 yaşından küçük bebeklerde bağırsak mikro florasının yeterince gelişmemiş olmasından dolayı botulizme neden olabilmektedir.
* Bebeğime meyve suyu verebilir miyim?
Amerikan Çocuk Akademisi
6 aydan önce bebeklere meyve suyu vermenin bir yararı olmayacağını belirtiyor. 6 aydan sonra tamamen pastörize edilmiş meyve suyu verilebilir.
* Çocuğuma günde ne kadar bal yedirmeliyim?
1 yaşın üzerindeki çocuğunuza kilo başına 1 gram verebilirisiniz. Örneğin 20 kiloluk bir çocuk günde 20 gram bal tüketebilir. Bu yaklaşık 1 yemek kaşığı ya da 2 tatlı kaşığı eder.

Bal yiyen çocuklar daha hızlı büyüyor

* Genel olarak vücudun performansını ve zindeliğini artırır. Gün boyu harcayacağı enerjinin karşılanmasında önemli rol oynar.
* Beslenmeden doğan bazı eksikliklerin giderilmesine yardımcı olur.
* Yüksek mineral içeriği nedeniyle özellikle koyu renkli ballar (örneğin çam balı), çocuklarda demir eksikliğinin giderilmesine önemli katkı sağlar.
* Sindirimi kolaylaştırması, iştah açması ve gelişme bozukluklarında vücudun toparlanmasına yardımcı olması nedeniyle de çocuk beslenmesinin vazgeçilmezidir.
* Sütü tatlandırmak amacıyla bal kullanılması çocukların hem bal hem de süt tüketimini kolaylaştırdığı için faydalıdır. İsviçre’de doktorlar çocuklar için sütün özellikle balla tüketimini tavsiye etmektedir.
* İshalin önlenmesine yardımcı olur.
* Bal, çocuk gelişimi için gerekli vitaminler, mineraller, aminoasitler gibi pek çok yaşamsal faktörü içerir. Vücudun hücre ve doku yapımına destek olur.
* Yapılan araştırmalarda bal tüketen çocukların büyüme gelişme hızlarının daha iyi olduğu tespit edilmiştir.

27 Kasım 2011 Pazar

Sıfır noktası

23 Kasım 2003- 23 Kasım 2011
8 sene oldu babamı sonsuzluğa göndereli. Eğer ölümden sonra hayat varsa ki ben olduğuna inanıyorum, babamı göreceğim o an için sabırsızlanıyorum. 2 kirpik arasındaki zaman kadar kısa olsa, çabuk geçse ve ona olan bu hasretim bitse, kavuşsak, her geçen saniye katlanarak artan, içimi kavuran bu özlemi artık bitse, sonsuza kadar onun kızı olarak kalsam...
Sonsuz neresiyse?....

29 Temmuz 2010- 27 Kasım 2011
1 yıl 4 ay oldu annemin eli elimde son nefesini verişinden bu yana.
Görüyorsun gözünün önünde bittiğini, kalakalıyorsun...
Elini tutuyorsun, hissediyorsun her geçen saniye ölümün soğuğunu, hiçbir şey yapamıyorsun donakalıyorsun...
O son nefese kitleniyorsun; anlayamıyorsun nefesi var mı yok mu, göğsü inip kalkıyor mu, sanki 1 saniye daha nefes alsa birşeyler değişir mi acaba diye biçare bir umutsuzluğa kapılıyorsun, göğsü sabit sen sabit öylece duruyorsun, makineler sıfırlanınca sen de sıfırlanıyorsun, varın yoğun sıfıra iniyor, ne ağlamak, ne haykırmak ne bayılmak hepsini erteliyorsun, o an orada sadece sıfıra iniyorsun, bomboş koca bir sıfırdan ibaret, gerideki herşeyi siliyorsun...

Özlüyorsun
İliklerine kadar özlüyorsun.
Bazen çıldıracak kadar özlüyorsun.
Bazen unutuyorsun
Birden bire tek bir eşyada geçmişine ışınlanıyorsun.
Sevdiği yemekte, şarkıda, kokuda onu sana veren herşeyde sıfırlanıyorsun.
Özlüyorsun; kimi zaman dünyanın bir ucunda, kimi zaman dört duvarında, kimi zaman adını bile bilmediğin yabancı birinin gözünde, çoğu zaman rüyalarının en dibinde onu buluyorsun, özlüyorsun...
*****
Bu kadar çok ve derin özlem varken içimde, bir adım ötemdeki sana kavuşmakla, hiç kavuşamamanın sınırları arasında kararsız kalıyorum...
Ben seni öyle çok özlüyorum ki, dönüp dolaşıp sen ve seni özlemek arasındaki sıfır noktasında kalakalıyorum.

Nessie, 'B'özler...
Yazı tarihi: 27 Kasım 2011

16 Kasım 2011 Çarşamba

Sevgiler mütemadiyen

Sevmenin ön koşulunu sevilmek bilenlere,
Sevilmenin hesabını şişik egolarıyla savaş haline getirenlere,
Duygularını sözümona "sevdiğinden" aldığı bire karşılık birle matematik hesabı yönetenlere,
Canı acıdıkça onu da acıtmaya ant içenlere...

Hiç anlam veremiyorum, şaşıp kalıyorum...
*****
Siz ne diye seviyorsunuz bre gafiller, bana bi anlatsanız da biz de anlasak?!!!

Cevap yok...
Cevabı içimdeki haydut kahkaha veriyor;
“Ele geçirmek”...
Eğer bütün derdiniz buysa, geçmişler olsun...
Sizin için yapabileceğim tek iyilik şudur;
Aşağıdaki satırları okuyunuz, sonra gelin konuşalım, tabii eğer anlayabildiyseniz.
Durum budur.
Öptüm.
*****
Kendimi o kadar tamam ve mutlu hissediyorum ki...
Seni tarifsiz sevdiğimi sanıyordum. Halbuki daha da sevebiliyormuşum, şu anki gibi.
Sevgiler mütemadiyen...

Nessie, mütemadiyen
Yazı Tarihi: 15 Kasım 2011

14 Kasım 2011 Pazartesi

Çukurova Senfoni Orkestrası, Sarı Çiçek İlahisi

İçim titredi, büyülendim, ayrı bir boyuta geçtim, kaç kere dinledim sayamadım, coştum, koptum, bomboş oldum yeniden doldum, eridim, bittim, kalakaldım, donakaldım...
Bu nasıl olağanüstü bir yorumdur, ruhtur, sanattır, icraattır... Emeği geçen tüm ekibe helal olsun.
İçimdeki tüm duyguları ve inaçları ayyuka çıkardılar.
Şükrettim, hamd ettim; müslümanlığıma, dinime, imanıma, yüce Allah'ın verdiği nimetlere, sağlık ve afiyete.
Biliyorum onun herşeye gücü yeter...
La İlahe İllallah Allah.

11 Kasım 2011 Cuma

1 sene sonra...

1 yıl oldu ben Londra'ya yerleşeli. En başından beri kendimi bu büyülü şehre aitmişim gibi hissediyorum.
Dünyanın farklı yerlerinde bambaşka ülkeler, şehirler, oraların insanlarını gördüm. Hayatlarını izledim. Onlardan birinin içinde olsaydım mutlu olur muydum, nerede, kiminle, nasıl olurdum tahayyül etmeye çalıştım zaman zaman. Tayfunların beni götürebileceği mesafeleri, yağmurların uzatacağı boyumu, güneşlerin parlatacağı tenimi  kestirmeye çalıştım. Dönüp dolaşıp tek bir noktada buluşuyordu hepsi.
Hep aynı nokta, dünyanın hangi sahilinden bakarsam bakayım denizlerin beni götürdüğü yer hep orasıydı...
*****
Barbican Center'da, London Symphony Orchestra bünyesinde marka danışmanı olarak çalışıyorum. Hayallerimin işi. Hatta hayallerimin de ötesinde. Çalışma saatlerimi istediğim gibi ayarlayabiliyorum.
Bazı günler hiç çalışmıyorum, tabii o günlerde de yine sanatsal aktiviteleri takip ediyorum.
British Museum,The National Gallery, National Portrait Gallery, Royal Albert Hall, Covent Garden, Piccadilly, Tate Modern, Southbank Center, Saatchi Gallery, Sotheby's, Kensigton, Chelsea, Knightsbridge, Oxford Street, Hyde Park, Regent's Park, Hampstead Heath, onlarca kütüphaneler, kitapçılar, sanat ve spor klüpleri, mağazalar, sokak show'ları, cafe'ler, barlar, publar ve gezmekten bıkmadığım sokaklar... saatlerimi, günlerimi, kendimi, hislerimi geçirdiğim baş döndürücü yerler...
Hem eskiden getirdiğim hem hergün sayılarına yenilerini eklediğim onlarca arkadaşım, ailem...
Yaşam dolu ve harika geçirdiğim bir sürü gün.

Muhteşem Hyde Park manzaralı, LSE'in 3 adım ötesinde, Londra standartlarına göre geniş, yüksek tavanlı dünyalar güzeli bir evim var.
Her sabah spor yapmak için sadece bir cadde geçiyorum ve Hyde Park'tayım. 1 yıl boyunca yaptığım düzenli antremanlarla artık koşabiliyorum. Şimdiden 2012 Londra Maratonu'na kayıt oldum bile, kısmetse yarı maraton-21K- koşacağım.
Zaten bu şehirde yaşayıp koşmamanın imkanı yok. Yaz kış, sabah akşam, kar fırtına farketmiyor burada. Herkes, her daim koşuyor. Elinde eldiven, kafanda bere, nefesinden buharlar çıka çıka, kulağında ipod'unla koşuyorsun, illa koşuyorsun.
Harika bir koşu grubum var. Doktorlar, borsacılar, bankacılar, sanatçılar, mimarlar ve milyon poundlar yöneten para simsarları var grupta.
İşlerinin, statülerinin veya banka hesaplarındaki paranın hiç bir değeri yok bu grupta. Ortak hedefe kitlendik. Hepimiz charity yani hayır kurumu için koşup en yüksek bağışı toplamaya çalışıyoruz. Tüm Londra'nın koşma sebebi bu olduğu gibi.
Geçtiğimiz yıl Steve Jobs'un ölümüyle çok dikkat çeken, anneciğimin de vefat sebebiyle benim önayak olduğum "Pankreas Kanseri Araştırma ve Hastaları Derneği"ne bağışlayacağız tüm geliri.
*****
Bugün, az önce bitirdiğim River Thames etrafındaki 10K'lik koşu antremanım sırasında düşündüm hemen yukarıda yazdıklarımı.
Birkaç saat sonra Türkiye'de Türkiye- Hırvatistan milli maçı oynanacak. TT Arena'da.
O, gidecek mi acaba diye düşündüm... GS'ın maçı olsa kesin giderdi, kaçırmazdı ama bunu bilmiyorum...
Bugün İstanbul'daki arkadaşlarımla konuştuğumda havanın birden çok soğuduğunu söylediler. Eğer gidecekse umarım kalın giyinir. Üşütsün istemem, ona birşey olsun hiç istemem.
*****
Bugün, bu akşam, tam 1 yıl geçti onu o kızla elele görmemin üzerinden.
Kırmızı şaraplar eşliğinde romantik bir akşam yemeği yiyiyorlardı. Kızın elini tutmuş, yemek boyunca bırakmamıştı.
Nasıl da derinden yaralayıcı bir şey bu!
Oysa doğum günümde beraberce 1 kadeh birşey içmeyi ne çok istemiştim, o içmemişti.
Oysa onu sevdiğim tüm o zamanlar boyunca elimi tutmasını ne çok istemiştim, o parmağının ucuyla bile buna yeltenmemişti.
Nasıl da derinden yaralayıcı bir şey bu!
*****
Her kadın erkeğinin en özeli, en farklısı, en kıymetlisi olmak ister.
Ve su yolunu her zaman bulur zaten.
*****
Dün gece kafama dank etti: Kendine zaman tanımalı insan. Acısını dindirmek, yasını tutmak, enerjisini değiştirebilmek, yeniden hazır olabilmek için. Eğer o zamanı tanımazsa her şey arapsaçına dönüyor. Hatalar peş peşe sıralanıyor. İnsan neyse onu çekiyor.
Bugün koşarken anladım, o zaman dolmuş...
Çok yalnız kalınca fark etmiştim; meğer gerçekten yukarıda gökyüzü varmış! Bir gün âşık olunca gerçekten görmüş ve gözlerime inanamamıştım; gökyüzünde yıldızlar varmış!
Geçen zamana rağmen, farklı gökyüzüne bakıyor olmamıza rağmen benim yıldızım yine aynı, yine 'O'.

Bilmem anlatabildim mi?
Aşkları, öfkeleri, avuntuları ve çeşitli yaşam çabalarıyla hayat her yerde tekmiş...  kaldığın o yermiş...

Nessie, the sporty Billy...
Yazı tarihi: 11.11.12

Ruh bir beden büyürken beden acı çekermiş!

Ruh bir beden büyürken beden acı çekermiş!
*****
Bugünlerde en yakınımdaki canciğer kuzu sarması olduğum arkadaşlarımla aram limoni. Kızgınlar bana, kızıyorlar. Kafama kafama kakıyorlar bininci kezdir söyledikleri şeyleri. Akıllanmayan bir maceraperest olduğumu, neden böyle davrandığımı hiç anlamadıklarını söylüyorlar.
Belki mideye alelade atılan yumruklar öldürmez ama devamlı ve doğru açıdan vurulduğunda ölümcül olabilir. Dertleri beni akıllandırmak, dertleri üzülmeyeyim diye "doğru" yapmaya, davranmaya, hissetmeye yönlendirebilmek beni. Yani mideme ufak ufak indirmek, bütünüyle alaşağı yapmak değil.
Genelgeçer "doğrular" bana söyledikleri.
Bunca zamanlık ve derin arkadaşlığımızda tanıdılar beni tabii.
Biliyorlar ki onların salık verdiği doğrular benim için can damarlarımdan birkaçını kesmek demek olacaktır.
Ot gibi, saman gibi yaşamaktansa varsın bedenim acısın, yeter ki ruhum onunla bir beden büyüsün!

Neyse...
Geçilecek herhalde bu aşamalar da...
Yol yürüye yürüye öğrenilecek.
Zaten...
Hani o sufi...
Durmadan tespih çekiyormuş da...
Ne arıyorsun, demişler de, cevaplamış:
"Gafletimi arıyorum."

Derviş gafletini arıyadursun lakin ben bugün sevincimden uçacak gibiyim.

Çok heyecanlıyım, ilk yazımı yazdığım gün gibi, işimi kurduğum o ilk gün gibi, bir erkeği sevdiğimi anladığım o ilk an gibi, okulun ilk günü gibi, üniversiteden mezun olup içimde inanç önümde koca bir belirsizliğin olduğu günler gibi, yeni bir eve taşınırkenki gibi... Heyecanlıyım, istiyorum, bekliyorum, tamam kabul biraz da panikliyorum. Ama ben inanıyorum, inandıkça kendimi daha çok seviyorum.
Ne demiş Liz Taylor? 'Herkes kendi hayatını yaşar ve bir kez yaşar!' E o zaman?

Bu böyle biline... 
Nessie, bir tek onun sesi:)

Yazı tarihi: 11.11. 2011

9 Kasım 2011 Çarşamba

Bir kahve fincandaki huzur/hüzün

Her ne kadar ilk gün nefesim kalbime sığmadıysa da diğer günlerinde sakin ve huzurla geçirdim bu Kurban Bayramı'nı.
Şimdi son günün akşamındayım.
Son 3-4 saattir çalışıyordum. Baktım modum düştü yavaş yavaş kaytarmaya başladım kısa bir ara vermenin vakti geldiğini anladım.
Rahat mı rahat eşortmanım üzerimde. Bir zamanlar tüm önemli aktivitelerimin baştacı, nar çiçeği, V yakasının ölçülü dekoltesinin kenarındaki zarif dantelli bluzum artık ev bluzu vasfında. O, varla yok arası bir incelikte olduğu için çoğu zaman onun üzerine polar sweatshirt'lerimden birini giyiyorum şimdiki gibi. Hem sıcak, hem pufidik, oh ne rahat hem de yumuşacık:)
Salondaki büyük, beyaz, rahat kanepeyi gözüme kestiriyorum.
I-home'umu açıp, romantik şarkılar çalan bir radyo kanalı ayarlıyorum. Gül kokulu tealight'lari da köşe abajurlarımla birlikte yaktım ve işte herşey harika.
Yanıma birkaç farklı kitap alıyorum, gündelik okuduğum romanlardan değil ama, keyif, hobi, bilgi, genel kültür, merak vs. bu tarz konuları ele alan kitaplar.
Bu sahnenin eksiği ne peki?
Çok sevgili komşum Özlem'in beni tanıştırarak tiryakisi yaptığı "Dibek Kahvesi".
Sadece kokusu bile insanı kendinden geçiren hele bir de kısık ateşte ağır ağır pişince kremamsı tadıyla akıllara zarar Dibek Kahve'mi de fincana koyarak köşeme çekiliyorum.
Keyfime diyecek yok.
Sakin, huzurlu ve dinginim.
...........................
Ve siz de buna inandınız öyle mi?
*****
Ne sakinliği! Tutuşuyorum, alev alev, cayır cayır, kül çırayım.
Aklımı 1 saniye bile başka şeye yönlendiremiyorum. Hangi ara böyle oldum, nasıl, niye, kendimi kendime fark ettirmeden amma da hızlı açılmışım!
Karnımı buran nefesim birazdan göğsümü yararak dışarı çıkacak ya da az daha böyle gidersek beni soluksuz bırakacak.
Napacağımı bilemez haldeyim, kendimle dertleşebilsem her şeyi çözebilirim belki de...
Kafam bu düşüncelerle meşgulken bir bakıyorum kapı çalıyor.
Beklediğim kimse yok.
Bayramlaşmak içinse 4.gün akşamına kimsenin geleceğini sanmam.
Karşı komşum Özlem olamaz çünkü hem onunla az önce telefonda konuştuk; karşıda, hem de bu melodi alt kapıdan çalındığında olabiliyor sadece.
Kapıyı açıyorum ama kameradan kim olduğunu göremiyorum, sırtını dönmüş. Üstelik sanki tanınmamak için yakalarını kaldırmış gibi. Kapı açılır açılmaz da bir hızla asansöre atıyor kendini.
Neler oluyor, niye kim olduğunu sormadan kapıyı açtımsa?
Heyecanla asansörun gelmesini bekliyorum.
Ve işte benim katıma geliyor. Bu heyecanımın sebebini biri bana açıklayabilse keşke. Zira ben hiçbir şey düşünemez durumdayım şu anda.
Yavaşca önce içerdeki otomatik kapı kendini açıyor, sonra da onun dış kapıyı açan kolunu görüyorum ve o cânım ellerini.
Nasıl bir heyecan, sevinç, özlem ve onu karşımda görmenin kalbimi ağzımdan çıkartabilecek güçte enerjisi, bunu size anlatabilmemin mümkünü yok!:))
İçeri buyur ediyorum sevgilimi.
Montunu alıp asıyorum, 1 saniyeniliğine duymuş olsam bile olsa montuna sinmiş kokusu içimi titretiyor.
Salona girer girmez kendime az önce kurduğum keyif köşesine göz koyup kuruluyor bizimki.
O kitaplarıma bakarken ben 2. dibek kahvesini yaptım bile.
Yanına sokuluyorum, aynı eşortman, sweatshirt ve pufidik çoraplarımla.
Beraberce kitaplara bakıp konuşuyoruz. Her konuştuğumda ondan birşeyler öğrendiğim, gözlerine sonsuza kadar bakmak istediğim biricik sevgilim ne iyi ettin de geldin.
Babannesine gitmişti, bugün görüşmeyecektik, özlemiş beni, dayanamamış, görmek istemiş.
Varlığıyla beni göklere çıkartan sevgilim sürpriz yaparak bana uğramış. Hoş gelmiş, sefalar getirmiş.
Kahvemizi içip, elimizdeki kitaplardan ve asla tükenmeyen konuşabildiğimiz zilyonuncu konudan konuşup gülüşüyoruz. Bir ara sessizleşiyoruz; ben dizine yatıyorum, bir elinde kitap diğer eli saçlarımda, gözlerindeki huzurla sevgilim yanıbaşımda bana dünyaları veriyor.
İşte şimdi bana inanabilirsiniz; huzurlu ve sakin bir bayram geçirdiğime...
İsteyen herkese, hazinesi sonsuz yüce Allah'ın nasip etmesini can-ı gönülden diliyorum.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperek nice hayırlı bayramlar diliyorum.
Allah gönlünüzün muradını versin efendim:))

Nessie, murad

Yazı Tarihi: 09 Kasım 2011

6 Kasım 2011 Pazar

"O"- İclal Aydın

Hava soğumuştu. Kızımın elini sıkı sıkı tuttum. Bıcır bıcır bir şeyler anlatıyordu yine. Diğer elinde az önce kendi başına seçtiği kitapların olduğu torbayı tutuyordu. Neşemiz yerindeydi, mutluyduk. Az önce içeride tanımadığımız bir sürü kişiyle sohbet etmiş, resimler çektirmiş, imza vermiş, kitaplar seçmiş, satın almış evimize gitmek üzere kapıdan çıkmıştık...

Biz kapıdan çıkmıştık ki...

Onu gördüm.

Diğer kapıdan bizim çıktığımız kitabevine giriyordu...

Kızım görmedi, görse anımsar mıydı emin değilim...

Sanki bir ağır çekim izliyormuş gibi izledim onu. Kapıdan girişini, elindeki çantayı tutuşunu, yürüyüşünü...

Vay be... Zaman böyle bir şey demek ki...



***
“Onun kitaplarını yeni eve taşıyacak mıyız?” diye sordu yardımcım mutfak kapısından başını uzatıp. O sırada mutfak masası üzerindeki kağıtlara yapılması gerekenler listesini sıralıyordum. Kafamı kaldırdım ve anlamak için bir süre yüzüne baktım...

“Onun kitaplarını yeni eve taşımamıza gerek yok değil mi, okula gönderilecekler kolisine koyuyorum” dedi...

“Koyma” dedim.

“Onlar benim!”

Anlamayan gözlerle baktı. Elimdeki kalemi bıraktım, kolundan tuttum, çalışma odasına çıkarken “ah bu kitaplık neler yapıyor bana bilsen” dedim. Kitaplıktan eski ciltli üç defter aldım “bak ben daha neleri atmadım” dedim. Defterlerden birini açtım.

“31 Aralık 2006 Paris-Yağmurlu bir gün...” diye başlıyordu. Kitaplığın önüne diz çöktük. Üç sayfayı sesli okudum:

“Bu günlük bitemedi gördüğün gibi. Yılın son günü üç sayfasına yazılmıştı, yeni yılın ilk günü hiç olmadı...”

Sonra diğer defteri uzattım. “Bak bu da benim için tutulmuş bir günlük. Ben bunu da atmadım, yakmadım. Ne fotoğrafları, ne mektupları... Çünkü hafızam her şeyi sildi. Çok garip ama sildi attı... Bunlara bakınca ödenmiş onca bedele rağmen aslında güzel bir şey için mücadele ettiğimi ve daha önemlisi, süresinin hiç önemi yok, gerçekten bir şey yaşadığımı anımsıyorum...”



***
Kendime kahve yaparken mutfağa girdi peşimden. “Ben olsam çoktan yok etmiştim hepsini” dedi.

“Yok” dedim.

“Artık bunu öğrendim. Yaşadıklarından arta kalanlar sana ait parçalar. Can yaksa da değerliler... Nasılsa geçiyor yangın, kalan sağlar senin oluyor...”

Yaptığımı saçma bulsa da bana inandığını biliyorum. “Nasıl durdun bu kadar sağlam? Güçlü müsün gerçekten, güçlüyü mü oynuyorsun?” diye sordu...

Güçlü mü? Hah!

Belki unutkanımdır, kim bilir?

“Dün onu gördüm... Beni görmedi. Birden arkasından seslenmeyi düşündüm. Sonra çok şaşırdım buna. Sanki çok eski bir arkadaşıma gidip kendimi hatırlatmaya çalışacak ve eski güzel günlerden hoşbeş edebilecekmişiz gibi bir duyguya kapıldım. Senden sonra şunlar bunlar oldu, bak Laliş yedi yaşında. Ben? Ben iyiyim, hakikaten çok iyiyim vs...

Bütün bu düşünceler beş saniyede filan geçmiş olmalı kafamdan. Önümden geçti gitti. Bir süre baktım arkasından. Biliyor musun, bence benimleyken daha güzeldi ve biliyor musun anladım ki ben onsuzken güzelleştim...
***
Hiçbir anıyı yakmayarak kendimi ancak affettim...

Yazı Tarihi: 24 Eylül 2009- İclal Aydın'ın Gazete Vatan'daki köşesinden alıntıdır.

Yüce Allah ne eylerse hayırlı eyler, herkese iyi bayramlar,
Kurban Bayramı, 6 Kasım 2011, İstanbul

22 Ekim 2011 Cumartesi

Dünyanın en güzel yerindeyim

Dünyanın en güzel yerindeyiz.
En egzotik, en egzantrik, en egosantrik...
Kayalıkların en yukarısında, denizin metrelerce üzerinde, ahşap zeminli, yosun kokulu, yalnız ruhlu, beyaz bir terastayız.
En uç buruna geldiğimizde dünyanın tepesinde gibiyiz.
Dünyanın tepesinde durmuş sonsuzluğu izliyoruz, soluksuz...
Hiçbir şey umurumuzda değil...
Sevgilim arkamda, kollarını dolamış, sımsıkı sarmış beni, elleri ellerimde kenetlenmişiz.
Söze gerek yok; olmak istediğim yerde, olmak istediğim zamanda olmak istediğim kişiyleyim;
Doğumgünümde, sevgilimin kollarında, dünyanın en güzel yerindeyim.

*****

Şehrin ortasından kanallar geçiyor.
Gondollardaki aşıklar keman eşliğinde romantizmin tadını çıkarıyorlar. 
Muhteşem otel odamızın balkonundan tüm bu görüntüyü izleyebiliyoruz.
Yaza çalan, güneşli ve sıcak bir hava.
Hemen aşağıdaki cafelerden gelen esspresso  kokusu odamıza kadar çıkıyor.
Sevgilim elinde fotoğraf makinesiyle güzel kareler yakalamaya çalışıyor.
Benimse derdim sadece tek bir kare yakalamak: "bu anı dondurarak hafızama kazımak ve mutluluk kavramını unuttuğum her anda arşivden bu görüntüyü çıkartıp buraya ışınlanmak.
Söze gerek yok; olmak istediğim yerde, olmak istediğim zamanda olmak istediğim kişiyleyim;
Doğumgünümde, sevgilimin yanında, dünyanın en güzel yerindeyim.

*****

Mutluluktan ağlamak istiyorum.
Daha önce hiç bu kadar mutlu olmadığım için mi, bir daha böyle mutlu olamazsamın paniğinden mi, başka ne yapacağımı bilmediğimden mi, hiçbir fikrim yok.
Göz alabildiğine uzanan lavanta tarlalarının kokusu başımı döndürüyor. Sonsuza kadar burada kalabilirim. Dünyadaki cennet burası olsa gerek.
Tarlaların tam ortasında küçük bir kulubede kalıyoruz. Giriş katta salon ve mutfak var; açık Amerikan mutfaklarından. Ocak ve tezgah ortada, üzerinde davlumbaz ve etrafında stool'lar (bar tabureleri)
Sevgilim bol sebzeli harika bir makarna yapıyor. Fırına az önce koyduğum tavuğun kızarmış kokusu iştahımızı kabartıyor. Yemeklerin olmasını beklerken bizim için özenle seçilen bölgeye özel şarabı yudumluyoruz.
Ve sürekli gülüyoruz.
Açık hava mı, lavanta kokuları mı yoksa içtiğimiz şarap mı buna sebep bilmiyorum ve umurumda değil.
Güzelim suratına bakarken, onun yanında olmak bana hayatın en büyük kıyağı diye düşünüyorum.
Gerisi hiç ama hiç umurumda değil.
Ben olmak istediğim yerde, olmak istediğim zamanda olmak istediğim kişiyleyim;
Doğumgünümde, sevgilimin yanında, dünyanın en güzel yerindeyim.

*****

İkimizin de kucağında koca birer kova var.
İçleri mısır patlağı dolu.
Biz, mısırlarımız, eşofman ve sweatshirt'lerimizden oluşuyor bizim takım.
Ekim olmasına rağmen bu sene hava erken soğudu. Birbirimize sokulduk, battaniyeleri çektik üzerimize, ikimizin de en sevdiği filmin tadını çıkarıyoruz:
 "A Beautiful Mind/ Akıl Oyunları" nı 3000. kezdir izliyoruz.
Onu bilmiyorum ama ben ona böyle sokulabilmek için bir 3000 kere daha izlerim bu filmi.
Parayla satın alınabilecek hiçbir şey bu duygunun yerine konulamaz.
Mısırdan sonra filmi bir ara durduracağız; ben doğumgünüm için yaptığım bol çikolata soslu harika keki getireceğim. Üzerine bir mum dikip üfleyeceğim. Dileğim hep onun yanında böyle huzurlu ve mutlu olmak olacak.
Sevgilim sarılacak bana sımsıkı, iyi ki doğmuşum diye öpecek, sevecek beni...
Ne Paris, ne NewYork, ne Londra...
Evimde, evimizde, sevgilimin dizlerinin dibinde;
olmak istediğim yerde, olmak istediğim zamanda olmak istediğim kişiyleyim;
Doğumgünümde, sevgilimin yanında, dünyanın en güzel yerindeyim.

*****
Doğumgünümde, sevgilimin yanında olduktan sonra, neresi olursa olsun, umurumda değil, onunla olayım yeter diyordum.
Bu akşam anladım ki dilediğim herşey balon bir hayalden ibaretmiş.

*****
Âlâ...

Yazı Tarihi: 21 Ekim 2011

Nes, the doğumgünü çocuğu

15 Ekim 2011 Cumartesi

Annelerimizi ahirete yolcularken...- Nihat Hatipoğlu

Ne kadar garip değil mi? Bizler küçükken üşümeyelim diye annelerimiz üstümüzü örterdi. Şimdi büyüdük. Artık biz annelerimizin üstüne toprak örtüyoruz.
Başbakanımızın merhume annesi Tenzile ananın vefatı haberi ve sonrası; anne ve çocuk, anne ve evlat sıcaklığını ülke insanının gönlüne sıcak bir şekilde yeniden taşıdı. Herkes annesini bir daha andı. Belki anasını bir daha aradı. Annesini kaybetmiş olanlar yeniden hüzünlendiler. Elbette ki hiç unutmadıkları annelerini, biraz daha içten, biraz daha candan hatırladılar.
Annesi yaşayanlar ise, nasıl bir nimet içinde olduklarını düşünebilme şansı buldular.
Başbakanımızın, annesinin vefatından gömülmesine kadar geçen süreçte resmiyetten ve bürokrasiden uzak sade bir vatandaş gibi her aşamada annesinin cenazesinde olması hatta camide Kur'an-ı Kerim tilavet etmesi mümin bir evlada yakışan bir tavırdı. Yazı ve konuşmalarında anne ve evlat temasını çokça işlemiş biri olarak, beni haylice duygulandırdı bu hal. Yeniden Tenzile anaya rahmet diliyorum. Başbakanımıza ve tüm ailesine de mahşerde anneleriyle beraber Peygamberimiz'in (s.a.v.) şefaatinde vuslat diliyorum!

***
Annelerimizin yüzünde secdenin aydınlığını görebiliyorum. Yüzleri nurludur. Gözleri çok yukarıda değillerdir. Dünyaya dair çok istekleri yoktur. Bohçalarının bir yanında hacc parası, diğer yanında ise bir kefen parası varsa onlardan daha mutlu insan bulamazsınız.
Ağızları dualıdır. Evlatlarına dua ederler. Karşılıksız, menfaatsiz, bir beklentileri olmadan her daim rahmet dualarıyla dudaklarını aralarlar.
Çocuklarından cefa görseler de vefa gösterirler. Üzülseler de üzmezler. Kırılsalar da kırmazlar. Kem söz duysalar da, kem söz söylemezler. Yürüyecek mecalleri varken evlatlarının peşinden koşarlar. Şayet sarsılır veya tökezlerse kaldırayım diye. Yürüyemez hale geldiklerinde, yatağa bağlandıklarında ise ruhlarını gönderirler evlatlarının peşinden.
Ama ne yazık ki çoğu kez, çocuklarından aynı karşılığı göremezler. Bazen evlatlar anacıklarını günlerce aramazlar. Akıllarına gelmez. Gelse de ötelerler. Ertelerler. Bir kısmımız ise, evlendikten sonra analarımızdan büsbütün koparız. Sanki o bizi hiç doğurmadı, sanki bizim için hiç zorlanmadı, sanki benim için hiç ağlamadı. Unuturuz bütün bunları. Sanki hiç yaşanmadı bunların hiçbiri.
Arkadaşınıza, sevdiğinize, dostunuza gönderdiğiniz kadar annenize mesaj gönderdiğiniz oldu mu hiç. Veya onları aradığınız kadar annenizi aradınız mı hiç? Özellikle gençlere sormak isterim.
Hz. Resul'un (s.a.v.) huzuruna gelen biri annesini şikâyet etti. Anne hasretini çok iyi bilmiş: çocuklukta hem yetim hem öksüz kalmış Hz. Peygamber (s.a.v.) adama, "annene iyi davran" dedi. Adam üsteledi. "Ama beni kırıyor, ama kötü söz söylüyor, ama kötü bir insan" diyerek şikâyete devam etti. Adamın söylenmeye devam edeceğini anlayan Hz. Peygamber (s.a.v.) dönüp şöyle buyurdu: "Geceleri uykusuz kalırken kötü değildi. Senin için sıkıntıya girerken kötü değildi. Seni emzirirken kötü değildi. Şimdi mi kötü oldu?"
Peygamber (s.a.v.), yakın dostu Hz. Ebu Bekir'in kulağına bir gün şöyle fısıldamıştı. "Ebu Bekir, biliyor musun ben bir şeyi çok arzu ederdim. Keşke olabilseydi" diye. Sadık dost Hz. Ebu Bekir, bütün samimiyetiyle cevap verdi: "Allah'ın Resulu neyi arzu etmişti. Yapabilecek bir şey ise şayet, Ebu Bekir'in canı feda olsun. Hemen yapalım."
O ufuk insan şöyle buyurdu: "Ben şunu isterdim. Keşke annem veya babam veya onlardan biri sağ olsaydı. Ben de namaz kılıyor olsaydım. Ve ben namazdayken annem veya babamdan biri beni çağırsaydılar. 'Muhammed! Muhammed! Deselerdi. Ve ben de o an namazın içindeyken 'efendim, efendim' deseydim. Onlar için namazı bozsaydım."
Daha doğmadan baba veya annesini kaybedenler var. Onların kokusunu alamadan hayatı yaşayanlar var. Baba veya anne kokusu nedir bilmeden çocukluğunu yaşayanlar var. Bir de bu sıcaklığı biliyorken, sonradan kaybedenler var.
Evet, annelerimiz bizi terk ediyorlar. Bizi bırakıp gidiyorlar. "Ben yoruldum artık, gitmem lazım" diyorlar. En narin, en nazik, en sıcak ve en sessiz bir şekilde ellerimizin arasından kayıp gidiyorlar.
İlerlemiş yaşımızda bizlere, çocukluk gözyaşlarını döktürüp gidiyorlar. Giderken mutlular sanki. Bizden önce gitmiş olmanın hazzıyla gidiyorlar. Ve arkalarındaki evlatlarını boynu bükük, sessiz, çaresiz ve ama bir o kadar kadere inançlı, Rabden gelene razı bırakıp çekiliyorlar.
Anneniz hâlâ sağ ise onu arayın. Yanına gidin. Evliyseniz, eviniz ayrıysa bazen annenizin evinde uyuyun. Sizin orada olduğunuzu bilsin. Yastığınızı alıp odasında yere uzanın. Koltuğa uzanın, yanına oturun. Ayaklarını öpün. Duasını alın. Fırsat bu fırsat. Bir daha bulamayabilirsiniz. Belki yarın kapıya geldiğinizde, onu bulamayacaksınız. İşte o zaman koklamak isteseniz de, dokunmak isteseniz de, öpmek isteseniz de yapamazsınız. Ulaşamazsınız. Erişemezsiniz.
Bana deseniz ki, cennetten bir avuç toprak getir. Annemin ayağının bastığı toprağı gösteririm. Ben annemin ayağını öpebilenlerdenim. Hemen hemen her gün öpemezsen de, elimi ayağına sürüp yüzümü sıvazlarım. Belki annemin hatırına, sevdiğim Rabbim yüzüme rahmet nazarıyla bakar diye. A
nnesini kaybeden insan hangi yaşta olursa olsun öksüz bir çocuk gibidir. Teselliye muhtaç bir çocuk gibi. Omuzları düşer. Sinirleri gevşer. Dudaklarına hüzün nağmeleri hücum eder. Çaresizdir. Medetsizdir. Rabbinin geniş rahmetinden başka sığınacak bir limanı da yoktur. Başını önüne eğer ve tam bir kabul ve tevekkül içinde der ki; "yeter ki sen bana darılma Rabbim. Ben, beni bıraksam da sen beni bırakma Rabbim. Ben kendimi bensiz bıraksam da sen beni bensiz bırakma Rabbim. Biliyorum, yola çıkmışım. Vuslatım sanadır. Yürüyüşüm sanadır. Çünkü senden gelmişim. Sana döneceğim. Beni kendinden uzak tutma Rabbim." 


Yazı Tarihi: 14 Ekim 2011, Nihat Hatipoğlu, Sabah

14 Ekim 2011 Cuma

Ölüm söz konusu olduğunda eşitiz- Ayşe Arman

ANNESİ ölen herkese çok üzülüyorum. Kanatların koparılıyor çünkü.
Annede biri, babada diğeri. 
İkisi de hayattaysa, hala çocuksun, hala büyüme şansın var.
Ama gitmişlerse, artık "suskun" ister istemez büyümüş oluyorsun. Evet, gerçi, o zaman daha özgür ve bağımsız oluyorsun. 
Ne var ki bundan sonra, içinde, hiç kapanmayacak delikler açılıyor. Annesi-babası ölen herkesin, cenazedeki haline üzülüyorum. Başbakan'ın da haline üzüldüm. Hangi konumda olduklarının hiçbir önemi yok.  
Ölüm herkesi eşitleyen bir olgu. 
Başbakan bile olsan, orada annesi ölen bir çocuk oluyorsun. 
Başsağlığı dilerim.

Yazı tarihi: 11 Ekim 2011- Ayşe Arman, Hürriyet

9 Ekim 2011 Pazar

Bir hayaldir insanı yaşatan

Bütünüyle ona; zekasına, hayat görüşüne, dini inançlarına, aile bağlarına, dostlarına, kendini yetiştirme tarzına, sesine, gülüşüne, çalışkanlığına, kendine güveni altındaki mütevaziliğine, merhametine, esprilerine, güzel kalbine, yanımda olduğu hallerine, yanında olduğum hallerime, gözlerine ama en çok o gözlerin bana bakarkenki anlamına, kollarına, kokusuna, beni çıkardığı bulutlara, onunla saatler boyu konuşabilmeye, birlikte sınırsızca gülebilmeye, aklına, sağduyusuna ve uzuuuun zamandan sonra ertesi gün olduğunda düşüneceğim, Ankara'dayken de Istanbul'a dönmeyi anlamlı kıldıran biri olabilmesine kapıldım gidiyorum...

Bu yazdıklarım duygularımın ta kendisi ya da sadece ve sadece gerçeklerden çok uzak 3-5 cümleden ibaret olsa bile 'bir hayaldir insanı yaşatan', gerisi tefarruat...

Yazı tarihi: 09 Ekim 2011, Ankara

29 Eylül 2011 Perşembe

Gökhan Türkmen- Yan Sen(Akustik)

Son birkaç gündür günde 1500 kere dinlediğim yeni takıntım:
" Gökhan Türkmen- Yan Sen"

Gece boyunca gördüğüm özlem dolu rüyalar sonrası sabahı hıçkırıklarla açtık, hayırlara vesile olsun inşallah...

YAN SEN
Hiç aklıma gelirmiydi bu ayrılık
Kendime soruyorum cevap yok neden ayrıldık
Hiç hesapta yokken böyle durup dururken
Yine aynı telaş yine aynı hüzün yeniden yalnızlık
Ah acıyor bak canım bazen
Ama gel diyemem gelme hiç diyemem
Yar dönüyor bak tüm aşklarım bazen
Sende dön diyemem yanma hiç diyemem
Yan sen
Bir ses gibi herkes gibi dünler gibi yan
Geçtim tüm hayaller gibi düşler gibi yan
Git ne yapıyorsun ben nasılsa görmeyeceğim
Sonra geri dönme ölsen dönmeyeceğim

25 Eylül 2011 Pazar

Koç Oya Sütçü'nün tarifiyle "Koçluk nedir?"

Koçluk nedir?

Koçluk istemekle başlar. İsteyen taraf koçluk alan kişidir. Koçluk alan, hayatında bir şeyleri farklı
yapmak isteyen, kendini bulmak isteyen, gelişmek isteyen, dönüşmek isteyen, ne istediğini bulmak
isteyen ama illa ki isteyen kişidir.

Koçluk süreci bir yolculuktur. Ulaşılmak istenen bir yer vardır. Bazen yol karanlıktır, aydınlanır;
kapalıdır, açılır; dolambaçlıdır, düzelir; sisten fark edilmiyordur, fark edilir; hatta bazen yol yoktur,
bulunur; tektir, çoğalır. Koç, koçluk alan kişiye bu yolda eşlik eder.

Koçluk sürecinde koç ve koçluk alan kişi vardır. İki kişinin birlikte olduğu bir süreç gibi görünse de
aslında tek kişi yani koçluk alan kişi üzerine odaklanır. Koç, kişinin kendi deneyimini yaşamasına izin
verir, bu süreçte odak noktası hep koçluk alan kişinin istekleri, hayalleri, kaynakları, hedefleri, zamanı
vs’dir.

Koçlukta koçluk alan kişi;
  • Ulaşmak istediği yeri kendi seçer.
  • Alternatif yolları kendi bulur ve hangi yoldan gideceğine karar verir.
  • Ulaşım aracını, ne kadar hızlı gideceğini, araçta kimlerle seyahat edeceğini, nerede mola
vereceğini, nerede güzergah değiştireceğini kendisi belirler.

Koçun rolü ise;
  • Güçlü sorular sormak
  • Koçluk alan kişinin sesini kendisine duyurmak
  • Gerçekten anlaşıldığını ve dinlendiğini hissettiği bir ortam sağlamak
  • Onu yolda tutmak ve yol arkadaşlığı yapmaktır.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Ne yer ne içerim, ne okur neyi severim

Aşkın Gözyaşları Tebrizli Şems- Sinan Yağmur  

Solda gördüğünüz, sırasıyla aşağıya doğru giden kitaplar bu aralar okuduğum kitaplar.
Bazıları çok yeni bazıları uzun zamandır elime takılanlar.
Mesela "Aşkın Gözyaşları" salon kitabım.
Yani salonda duran kitabım. Televizyonun karşısındaki güzel kanepeme uzandığımda okuduğum kitap. Elime alıyorum, başlıyorum okumaya, bir telefon geliyor bırakıp hoop kendimi 3 dakikada dışarı atıyorum bazen. Bir sonrası, ne zaman o şekilde oraya oturursam, o zaman kaldığım yerden devam etmeye kısmet.
Bazen ertesi gün, bazen günlerce elime alamadığım oluyor.
Tanrılar Okulu- Stefano Elio D'Anna
Tanrılar Okulu'nu annem almıştı bana. O dönem yine elimde başka kitaplar vardı, onlara dalmıştım -kimbilir hangileriydi- birkaç sayfa okumuş sonra bir kenara bırakmıştım Tanrılar Okulu'nu.
Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyorduk bu kitabı, bende olduğu ama okumadığım aklıma geldi. Eve gelir gelmez kütüphanemden aldım kitabı ve okumak üzere açtığımda ilk sayfasında el yazısıyla yazılmış şu yazıyla karşılaştım:
"Yavruma,
Şansın açık olsun
12-8-2007, Ankara, Annen"
Allah kahretsin o nasıl bir ağlama size anlatamam, içim çıktı zannettim. Bak şimdi yine boğazım düğümlendi, burnum sızladı.
2007'de, 2009 ve sonrasında yaşayacaklarımızdan haberimiz yoktu. Annem Ankara'da ben İstanbul'da hayatın rutininde günlerimizi geçiriyorduk. Süreklilik gösterince şikayetçi olduğumuz, bozulunca da adamı darmadağın edeni hayatın rutini!
Okuduğum her kelimede annemi daha çok, daha da çok özlüyorum. İçimdeki boşlukla başbaşa kalmamak için ağdalı ağdalı okuyarak kitabı bitirmemeye çalışıyorum.
Başucu kitabım Dreamer'la yatıp Dreamer'la kalkıyorum anlayacağınız...

The 4 Hour Workweek- Timothy Ferriss
Robert Kiyosaki'nin yıllardır meşhurluğunu sürekli arttıran gerçek bir bestseller olan kitabı "Rich dad- Poor dad"in sonrasında bu tarz kitapları arada okumam gerektiğine karar verdim.
Benim gibi kendi işini yapan ya da yapmayı düşünenler için çok faydalı bilgiler var. Herşeyden önce süper bir motivasyon kaynağı.
"Zengin Baba- Fakir Baba"yı okumayı bitirdikten sonra kendimi Bill Gates'ten ya da Donald Trump'tan bile daha akıllı, daha zengin ve daha işbilir psikolojide hissediyordum, ötesini siz düşünün yani...;)
One Last Dance Patrick Swayze- Wendy Leigh
İstanbul, Londra ve Atlanta(Georgia, Amerika) arasında mekik dokuduğum hayatımın Atlanta bacağında Amerika'nın meşhur zincir kitapçısı Barnes&Nobles'da gezinirken bu kitabın kapağını gördüğüm an alacağımı biliyordum. Önce "Dirty Dancing" sonra da "Ghost" filmlerindeki harikulade performansları ve yakışıklılığıyla hep ilgi odaklarımdan olan Patrick Swayze, ilgimin en yükseğini ölümüyle çekti. Gözler önünde, günden güne ve kısa sürede ölmesi çok can sıkıcıydı. Ölümünü tüm dünya sadece izleyebildi. Maalesef ki o da biçare hastalık pankreas kanserine yakalanmıştı. Aynı annem gibi, teşhis konulduğu ilk günden beri bu son biliniyordu. Saniye saniye, an an, bu kaçınılmaz ve değişmez son satırı satırına senaryoya uygun işliyordu. Pankreas kanseri bizim ocağımıza ot tıkamıştı, aynı kaderdeki başka hayatları da okumak istiyordum. Eğer insan tüm bu sıkıntılı günlerde yalnız olmadığını, başkalarının da benzer şeyler yaşadığını öğrenirse kendini daha kuvvetli hissediyor. Kitabı alma ve okuma sebebim budur.
Patrick'in bale öğretmeni olan ve hayatını şekillendiren annesinin yönlendirmesiyle süper bir dansçı olduğu, karşı konulamaz elektriği ve çekiciliğiyle yıldınızın parlamaya başladığı gençlik yıllarındayım şimdilerde...

Fairy Tales - Hans Andersen
Açıkçası şu an itibariyle kitaptan ve masallardan içime daral gelmiş durumda ama genel kültürüm açısından bu masalları bilmek istiyorum.
Biraz daha kasacağım sevebilmek, sayfalarda sürüklenebilmek için.
Sonrasında hala yıldızım barışmazsa kendisini sevgili kütüphanemin şahane rafları arasına kaldıracağım, buradan tüm din kardeşlerime duyurulur:)
Sevdalinka- Ayşe Kulin
Toplamda 18 saat süren ve bunun 13 saati bizzat havada kaldığım Amerika yolculuğumun İstanbul-Atlanta gidişi kısmında okuduğum kitap.
Ayşe Kulin okumayı severim ve fakat buna rağmen henüz açmadı bu kitap beni.
Hans amcanın Andersen masallarına yapmayı düşündüğümü bu kitaba yapmam ama; çatlasam da patlasam da bu kitap okunacak, bitecek, özümsenecek, tamam mı cicim?;)

Arzunun Botaniği- Michael Pollan
The New York Times Bestseller

Mesleki kitap diyelim. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine almıştım.
Arka sayfadaki bir cümle şu mesela:
"Pollan sadece doğal yaşam üstündeki etkilerimize değil, kendi doğamıza da ışık tutuyor. Nefes kesici"  
Kısmet olur da onlarca sayfalık "Giriş"i geçebilirsem 1.bölümü okuyacağım. Değecek bir kitapsa tavsiye ederim okursunuz. Bu kitaptan bir daha haber alamazsanız unutun gitsin.
Healthy Eating During Chemotheraphy- Jose van Mil
Bu konu hakkında yüzlerce belge/kitap/makale/internet yazısı vs okudum diyebilirim. Hayatım boyunca da okumaya devam edeceğim. Bildiklerim biçare bir kişinin bile işine yararsa benden mutlusu yok. Hayatımdaki en saygıdeğer ve önemli insanlardan biri olan sevgili hocam Onkolog Prof.Dr.Aytuğ Üner'in bana bu konudaki katkıları ve bilinçlendirmesi çok değerliydi.
Yakınınızda kemoterapi alan olsun ya da olmasın, lütfen ama lütfen siz de bu konuda birşeyler okuyun, bilgilenin ve birşeyler yapın. Çünkü bu başınıza geldiğinde acınız yerlere göklere sığmıyor, hiç olmazsa hazırlıksız yakalanmayın:(

Glutensiz Tarifler- Çölyaklının Mutfak Rehberi- Hayriye Vural
Bu kitabı okumak istememin özel bir sebebi yok, sadece merak.
Amerika ve Londra'da yaşayınca döndüğünüz her köşebaşında "Gluten-free"kelimesine çarptığınızdan bu konuda bilgisiz kalmak olmaz diye düşündüğümden....
Anlaşıldı merkez?
Massage & Aromatherapy- Mark Evans, Suzanne Franzen, Rosalind Oxenford
Bu kitabı okumuyorum tabi ki de.
Sürekli bana yakın biryerlerde, ara ara bakıyorum diyelim.

Lavender- Tessa Evelegh
Beni tanıyanlar bilirler. Hayattaki en büyük tutkularımdan biri "Lavanta"
Lavanta'nın çeşitleri, özellikleri, yetiştirilmesi, bakımı, kullanım alanları, lavantalı yemek tarifleri ve akıl üşütecek kadar güzel lavanta tarlalı fotoğraflar.... Bir de sayfaları lavanta kokan yapsalar yastığımın altına koyup yatacağım yeminlen :)







Serenad- Zülfü Livaneli ise en son okuduğum, geçen hafta biten kitabım.
Aslında çok uzun zamandar Zülfü Livaneli'nin "Sevdalım Hayat" kitabını okumak istiyordum ama fırsat olamıyordu. Serenad çıktığı ilk günler hemen aldım sanki bu açığımı kapatmak istermişçesine.
Hikayenin gerçeklik kısmı, pankreas kanseri, büyüleyici aşk hikayesi, Yahudi soykırımı, Struma gemisi, Maya, Nadia ve Serenad.
Keşke kitabı okurken bu keman serenadını dinlemenin bir yolu olsaydı, ne çok isterdim...


Bundan sonra okumayı planladığım yoldaki kitap ise Elif Şafak'ın "İskender"i.
Canımın bana tavsiyesi. O oku dedi; gözlerim şişse, 1 saniyecik vaktim olmasa bile illa ki okuyacağım bir kitap.
Zaten sanmıyorum ki bundan sonra Elif Şafak'ın okumayacağım bir kitabı olsun.

Ve tüm bu kitap dünyasından başka takip ettiğim gazete köşe yazarları, dergiler, günlük koşturmaca ve elbette çoook ama çoook severek çok çalıştığım işim.

Hani "sen ne yer ne içersin, ne okur ne seversin" diye merak edip bana soranlar var ya, umarım onlara cevap olabilmiştir bu yazdıklarım. En azından okuma tarafına.
İşte bunlardır sebep bu vakur duruşuma!
E bu kadarcık farkımız olsun etraftaki tüm baldırı çıplaklardan değil mi efem?;)

Hıımm bir de bizim de kendimize göre bir sevdiğimiz vardır elbet efem, bilemezsiniz bu işlerde kime niyet kime kısmet, değil mi efem? ;))

Nes, kurtların kurdu the kitap kurdu:)