27 Kasım 2011 Pazar

Sıfır noktası

23 Kasım 2003- 23 Kasım 2011
8 sene oldu babamı sonsuzluğa göndereli. Eğer ölümden sonra hayat varsa ki ben olduğuna inanıyorum, babamı göreceğim o an için sabırsızlanıyorum. 2 kirpik arasındaki zaman kadar kısa olsa, çabuk geçse ve ona olan bu hasretim bitse, kavuşsak, her geçen saniye katlanarak artan, içimi kavuran bu özlemi artık bitse, sonsuza kadar onun kızı olarak kalsam...
Sonsuz neresiyse?....

29 Temmuz 2010- 27 Kasım 2011
1 yıl 4 ay oldu annemin eli elimde son nefesini verişinden bu yana.
Görüyorsun gözünün önünde bittiğini, kalakalıyorsun...
Elini tutuyorsun, hissediyorsun her geçen saniye ölümün soğuğunu, hiçbir şey yapamıyorsun donakalıyorsun...
O son nefese kitleniyorsun; anlayamıyorsun nefesi var mı yok mu, göğsü inip kalkıyor mu, sanki 1 saniye daha nefes alsa birşeyler değişir mi acaba diye biçare bir umutsuzluğa kapılıyorsun, göğsü sabit sen sabit öylece duruyorsun, makineler sıfırlanınca sen de sıfırlanıyorsun, varın yoğun sıfıra iniyor, ne ağlamak, ne haykırmak ne bayılmak hepsini erteliyorsun, o an orada sadece sıfıra iniyorsun, bomboş koca bir sıfırdan ibaret, gerideki herşeyi siliyorsun...

Özlüyorsun
İliklerine kadar özlüyorsun.
Bazen çıldıracak kadar özlüyorsun.
Bazen unutuyorsun
Birden bire tek bir eşyada geçmişine ışınlanıyorsun.
Sevdiği yemekte, şarkıda, kokuda onu sana veren herşeyde sıfırlanıyorsun.
Özlüyorsun; kimi zaman dünyanın bir ucunda, kimi zaman dört duvarında, kimi zaman adını bile bilmediğin yabancı birinin gözünde, çoğu zaman rüyalarının en dibinde onu buluyorsun, özlüyorsun...
*****
Bu kadar çok ve derin özlem varken içimde, bir adım ötemdeki sana kavuşmakla, hiç kavuşamamanın sınırları arasında kararsız kalıyorum...
Ben seni öyle çok özlüyorum ki, dönüp dolaşıp sen ve seni özlemek arasındaki sıfır noktasında kalakalıyorum.

Nessie, 'B'özler...
Yazı tarihi: 27 Kasım 2011

16 Kasım 2011 Çarşamba

Sevgiler mütemadiyen

Sevmenin ön koşulunu sevilmek bilenlere,
Sevilmenin hesabını şişik egolarıyla savaş haline getirenlere,
Duygularını sözümona "sevdiğinden" aldığı bire karşılık birle matematik hesabı yönetenlere,
Canı acıdıkça onu da acıtmaya ant içenlere...

Hiç anlam veremiyorum, şaşıp kalıyorum...
*****
Siz ne diye seviyorsunuz bre gafiller, bana bi anlatsanız da biz de anlasak?!!!

Cevap yok...
Cevabı içimdeki haydut kahkaha veriyor;
“Ele geçirmek”...
Eğer bütün derdiniz buysa, geçmişler olsun...
Sizin için yapabileceğim tek iyilik şudur;
Aşağıdaki satırları okuyunuz, sonra gelin konuşalım, tabii eğer anlayabildiyseniz.
Durum budur.
Öptüm.
*****
Kendimi o kadar tamam ve mutlu hissediyorum ki...
Seni tarifsiz sevdiğimi sanıyordum. Halbuki daha da sevebiliyormuşum, şu anki gibi.
Sevgiler mütemadiyen...

Nessie, mütemadiyen
Yazı Tarihi: 15 Kasım 2011

14 Kasım 2011 Pazartesi

Çukurova Senfoni Orkestrası, Sarı Çiçek İlahisi

İçim titredi, büyülendim, ayrı bir boyuta geçtim, kaç kere dinledim sayamadım, coştum, koptum, bomboş oldum yeniden doldum, eridim, bittim, kalakaldım, donakaldım...
Bu nasıl olağanüstü bir yorumdur, ruhtur, sanattır, icraattır... Emeği geçen tüm ekibe helal olsun.
İçimdeki tüm duyguları ve inaçları ayyuka çıkardılar.
Şükrettim, hamd ettim; müslümanlığıma, dinime, imanıma, yüce Allah'ın verdiği nimetlere, sağlık ve afiyete.
Biliyorum onun herşeye gücü yeter...
La İlahe İllallah Allah.

11 Kasım 2011 Cuma

1 sene sonra...

1 yıl oldu ben Londra'ya yerleşeli. En başından beri kendimi bu büyülü şehre aitmişim gibi hissediyorum.
Dünyanın farklı yerlerinde bambaşka ülkeler, şehirler, oraların insanlarını gördüm. Hayatlarını izledim. Onlardan birinin içinde olsaydım mutlu olur muydum, nerede, kiminle, nasıl olurdum tahayyül etmeye çalıştım zaman zaman. Tayfunların beni götürebileceği mesafeleri, yağmurların uzatacağı boyumu, güneşlerin parlatacağı tenimi  kestirmeye çalıştım. Dönüp dolaşıp tek bir noktada buluşuyordu hepsi.
Hep aynı nokta, dünyanın hangi sahilinden bakarsam bakayım denizlerin beni götürdüğü yer hep orasıydı...
*****
Barbican Center'da, London Symphony Orchestra bünyesinde marka danışmanı olarak çalışıyorum. Hayallerimin işi. Hatta hayallerimin de ötesinde. Çalışma saatlerimi istediğim gibi ayarlayabiliyorum.
Bazı günler hiç çalışmıyorum, tabii o günlerde de yine sanatsal aktiviteleri takip ediyorum.
British Museum,The National Gallery, National Portrait Gallery, Royal Albert Hall, Covent Garden, Piccadilly, Tate Modern, Southbank Center, Saatchi Gallery, Sotheby's, Kensigton, Chelsea, Knightsbridge, Oxford Street, Hyde Park, Regent's Park, Hampstead Heath, onlarca kütüphaneler, kitapçılar, sanat ve spor klüpleri, mağazalar, sokak show'ları, cafe'ler, barlar, publar ve gezmekten bıkmadığım sokaklar... saatlerimi, günlerimi, kendimi, hislerimi geçirdiğim baş döndürücü yerler...
Hem eskiden getirdiğim hem hergün sayılarına yenilerini eklediğim onlarca arkadaşım, ailem...
Yaşam dolu ve harika geçirdiğim bir sürü gün.

Muhteşem Hyde Park manzaralı, LSE'in 3 adım ötesinde, Londra standartlarına göre geniş, yüksek tavanlı dünyalar güzeli bir evim var.
Her sabah spor yapmak için sadece bir cadde geçiyorum ve Hyde Park'tayım. 1 yıl boyunca yaptığım düzenli antremanlarla artık koşabiliyorum. Şimdiden 2012 Londra Maratonu'na kayıt oldum bile, kısmetse yarı maraton-21K- koşacağım.
Zaten bu şehirde yaşayıp koşmamanın imkanı yok. Yaz kış, sabah akşam, kar fırtına farketmiyor burada. Herkes, her daim koşuyor. Elinde eldiven, kafanda bere, nefesinden buharlar çıka çıka, kulağında ipod'unla koşuyorsun, illa koşuyorsun.
Harika bir koşu grubum var. Doktorlar, borsacılar, bankacılar, sanatçılar, mimarlar ve milyon poundlar yöneten para simsarları var grupta.
İşlerinin, statülerinin veya banka hesaplarındaki paranın hiç bir değeri yok bu grupta. Ortak hedefe kitlendik. Hepimiz charity yani hayır kurumu için koşup en yüksek bağışı toplamaya çalışıyoruz. Tüm Londra'nın koşma sebebi bu olduğu gibi.
Geçtiğimiz yıl Steve Jobs'un ölümüyle çok dikkat çeken, anneciğimin de vefat sebebiyle benim önayak olduğum "Pankreas Kanseri Araştırma ve Hastaları Derneği"ne bağışlayacağız tüm geliri.
*****
Bugün, az önce bitirdiğim River Thames etrafındaki 10K'lik koşu antremanım sırasında düşündüm hemen yukarıda yazdıklarımı.
Birkaç saat sonra Türkiye'de Türkiye- Hırvatistan milli maçı oynanacak. TT Arena'da.
O, gidecek mi acaba diye düşündüm... GS'ın maçı olsa kesin giderdi, kaçırmazdı ama bunu bilmiyorum...
Bugün İstanbul'daki arkadaşlarımla konuştuğumda havanın birden çok soğuduğunu söylediler. Eğer gidecekse umarım kalın giyinir. Üşütsün istemem, ona birşey olsun hiç istemem.
*****
Bugün, bu akşam, tam 1 yıl geçti onu o kızla elele görmemin üzerinden.
Kırmızı şaraplar eşliğinde romantik bir akşam yemeği yiyiyorlardı. Kızın elini tutmuş, yemek boyunca bırakmamıştı.
Nasıl da derinden yaralayıcı bir şey bu!
Oysa doğum günümde beraberce 1 kadeh birşey içmeyi ne çok istemiştim, o içmemişti.
Oysa onu sevdiğim tüm o zamanlar boyunca elimi tutmasını ne çok istemiştim, o parmağının ucuyla bile buna yeltenmemişti.
Nasıl da derinden yaralayıcı bir şey bu!
*****
Her kadın erkeğinin en özeli, en farklısı, en kıymetlisi olmak ister.
Ve su yolunu her zaman bulur zaten.
*****
Dün gece kafama dank etti: Kendine zaman tanımalı insan. Acısını dindirmek, yasını tutmak, enerjisini değiştirebilmek, yeniden hazır olabilmek için. Eğer o zamanı tanımazsa her şey arapsaçına dönüyor. Hatalar peş peşe sıralanıyor. İnsan neyse onu çekiyor.
Bugün koşarken anladım, o zaman dolmuş...
Çok yalnız kalınca fark etmiştim; meğer gerçekten yukarıda gökyüzü varmış! Bir gün âşık olunca gerçekten görmüş ve gözlerime inanamamıştım; gökyüzünde yıldızlar varmış!
Geçen zamana rağmen, farklı gökyüzüne bakıyor olmamıza rağmen benim yıldızım yine aynı, yine 'O'.

Bilmem anlatabildim mi?
Aşkları, öfkeleri, avuntuları ve çeşitli yaşam çabalarıyla hayat her yerde tekmiş...  kaldığın o yermiş...

Nessie, the sporty Billy...
Yazı tarihi: 11.11.12

Ruh bir beden büyürken beden acı çekermiş!

Ruh bir beden büyürken beden acı çekermiş!
*****
Bugünlerde en yakınımdaki canciğer kuzu sarması olduğum arkadaşlarımla aram limoni. Kızgınlar bana, kızıyorlar. Kafama kafama kakıyorlar bininci kezdir söyledikleri şeyleri. Akıllanmayan bir maceraperest olduğumu, neden böyle davrandığımı hiç anlamadıklarını söylüyorlar.
Belki mideye alelade atılan yumruklar öldürmez ama devamlı ve doğru açıdan vurulduğunda ölümcül olabilir. Dertleri beni akıllandırmak, dertleri üzülmeyeyim diye "doğru" yapmaya, davranmaya, hissetmeye yönlendirebilmek beni. Yani mideme ufak ufak indirmek, bütünüyle alaşağı yapmak değil.
Genelgeçer "doğrular" bana söyledikleri.
Bunca zamanlık ve derin arkadaşlığımızda tanıdılar beni tabii.
Biliyorlar ki onların salık verdiği doğrular benim için can damarlarımdan birkaçını kesmek demek olacaktır.
Ot gibi, saman gibi yaşamaktansa varsın bedenim acısın, yeter ki ruhum onunla bir beden büyüsün!

Neyse...
Geçilecek herhalde bu aşamalar da...
Yol yürüye yürüye öğrenilecek.
Zaten...
Hani o sufi...
Durmadan tespih çekiyormuş da...
Ne arıyorsun, demişler de, cevaplamış:
"Gafletimi arıyorum."

Derviş gafletini arıyadursun lakin ben bugün sevincimden uçacak gibiyim.

Çok heyecanlıyım, ilk yazımı yazdığım gün gibi, işimi kurduğum o ilk gün gibi, bir erkeği sevdiğimi anladığım o ilk an gibi, okulun ilk günü gibi, üniversiteden mezun olup içimde inanç önümde koca bir belirsizliğin olduğu günler gibi, yeni bir eve taşınırkenki gibi... Heyecanlıyım, istiyorum, bekliyorum, tamam kabul biraz da panikliyorum. Ama ben inanıyorum, inandıkça kendimi daha çok seviyorum.
Ne demiş Liz Taylor? 'Herkes kendi hayatını yaşar ve bir kez yaşar!' E o zaman?

Bu böyle biline... 
Nessie, bir tek onun sesi:)

Yazı tarihi: 11.11. 2011

9 Kasım 2011 Çarşamba

Bir kahve fincandaki huzur/hüzün

Her ne kadar ilk gün nefesim kalbime sığmadıysa da diğer günlerinde sakin ve huzurla geçirdim bu Kurban Bayramı'nı.
Şimdi son günün akşamındayım.
Son 3-4 saattir çalışıyordum. Baktım modum düştü yavaş yavaş kaytarmaya başladım kısa bir ara vermenin vakti geldiğini anladım.
Rahat mı rahat eşortmanım üzerimde. Bir zamanlar tüm önemli aktivitelerimin baştacı, nar çiçeği, V yakasının ölçülü dekoltesinin kenarındaki zarif dantelli bluzum artık ev bluzu vasfında. O, varla yok arası bir incelikte olduğu için çoğu zaman onun üzerine polar sweatshirt'lerimden birini giyiyorum şimdiki gibi. Hem sıcak, hem pufidik, oh ne rahat hem de yumuşacık:)
Salondaki büyük, beyaz, rahat kanepeyi gözüme kestiriyorum.
I-home'umu açıp, romantik şarkılar çalan bir radyo kanalı ayarlıyorum. Gül kokulu tealight'lari da köşe abajurlarımla birlikte yaktım ve işte herşey harika.
Yanıma birkaç farklı kitap alıyorum, gündelik okuduğum romanlardan değil ama, keyif, hobi, bilgi, genel kültür, merak vs. bu tarz konuları ele alan kitaplar.
Bu sahnenin eksiği ne peki?
Çok sevgili komşum Özlem'in beni tanıştırarak tiryakisi yaptığı "Dibek Kahvesi".
Sadece kokusu bile insanı kendinden geçiren hele bir de kısık ateşte ağır ağır pişince kremamsı tadıyla akıllara zarar Dibek Kahve'mi de fincana koyarak köşeme çekiliyorum.
Keyfime diyecek yok.
Sakin, huzurlu ve dinginim.
...........................
Ve siz de buna inandınız öyle mi?
*****
Ne sakinliği! Tutuşuyorum, alev alev, cayır cayır, kül çırayım.
Aklımı 1 saniye bile başka şeye yönlendiremiyorum. Hangi ara böyle oldum, nasıl, niye, kendimi kendime fark ettirmeden amma da hızlı açılmışım!
Karnımı buran nefesim birazdan göğsümü yararak dışarı çıkacak ya da az daha böyle gidersek beni soluksuz bırakacak.
Napacağımı bilemez haldeyim, kendimle dertleşebilsem her şeyi çözebilirim belki de...
Kafam bu düşüncelerle meşgulken bir bakıyorum kapı çalıyor.
Beklediğim kimse yok.
Bayramlaşmak içinse 4.gün akşamına kimsenin geleceğini sanmam.
Karşı komşum Özlem olamaz çünkü hem onunla az önce telefonda konuştuk; karşıda, hem de bu melodi alt kapıdan çalındığında olabiliyor sadece.
Kapıyı açıyorum ama kameradan kim olduğunu göremiyorum, sırtını dönmüş. Üstelik sanki tanınmamak için yakalarını kaldırmış gibi. Kapı açılır açılmaz da bir hızla asansöre atıyor kendini.
Neler oluyor, niye kim olduğunu sormadan kapıyı açtımsa?
Heyecanla asansörun gelmesini bekliyorum.
Ve işte benim katıma geliyor. Bu heyecanımın sebebini biri bana açıklayabilse keşke. Zira ben hiçbir şey düşünemez durumdayım şu anda.
Yavaşca önce içerdeki otomatik kapı kendini açıyor, sonra da onun dış kapıyı açan kolunu görüyorum ve o cânım ellerini.
Nasıl bir heyecan, sevinç, özlem ve onu karşımda görmenin kalbimi ağzımdan çıkartabilecek güçte enerjisi, bunu size anlatabilmemin mümkünü yok!:))
İçeri buyur ediyorum sevgilimi.
Montunu alıp asıyorum, 1 saniyeniliğine duymuş olsam bile olsa montuna sinmiş kokusu içimi titretiyor.
Salona girer girmez kendime az önce kurduğum keyif köşesine göz koyup kuruluyor bizimki.
O kitaplarıma bakarken ben 2. dibek kahvesini yaptım bile.
Yanına sokuluyorum, aynı eşortman, sweatshirt ve pufidik çoraplarımla.
Beraberce kitaplara bakıp konuşuyoruz. Her konuştuğumda ondan birşeyler öğrendiğim, gözlerine sonsuza kadar bakmak istediğim biricik sevgilim ne iyi ettin de geldin.
Babannesine gitmişti, bugün görüşmeyecektik, özlemiş beni, dayanamamış, görmek istemiş.
Varlığıyla beni göklere çıkartan sevgilim sürpriz yaparak bana uğramış. Hoş gelmiş, sefalar getirmiş.
Kahvemizi içip, elimizdeki kitaplardan ve asla tükenmeyen konuşabildiğimiz zilyonuncu konudan konuşup gülüşüyoruz. Bir ara sessizleşiyoruz; ben dizine yatıyorum, bir elinde kitap diğer eli saçlarımda, gözlerindeki huzurla sevgilim yanıbaşımda bana dünyaları veriyor.
İşte şimdi bana inanabilirsiniz; huzurlu ve sakin bir bayram geçirdiğime...
İsteyen herkese, hazinesi sonsuz yüce Allah'ın nasip etmesini can-ı gönülden diliyorum.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperek nice hayırlı bayramlar diliyorum.
Allah gönlünüzün muradını versin efendim:))

Nessie, murad

Yazı Tarihi: 09 Kasım 2011

6 Kasım 2011 Pazar

"O"- İclal Aydın

Hava soğumuştu. Kızımın elini sıkı sıkı tuttum. Bıcır bıcır bir şeyler anlatıyordu yine. Diğer elinde az önce kendi başına seçtiği kitapların olduğu torbayı tutuyordu. Neşemiz yerindeydi, mutluyduk. Az önce içeride tanımadığımız bir sürü kişiyle sohbet etmiş, resimler çektirmiş, imza vermiş, kitaplar seçmiş, satın almış evimize gitmek üzere kapıdan çıkmıştık...

Biz kapıdan çıkmıştık ki...

Onu gördüm.

Diğer kapıdan bizim çıktığımız kitabevine giriyordu...

Kızım görmedi, görse anımsar mıydı emin değilim...

Sanki bir ağır çekim izliyormuş gibi izledim onu. Kapıdan girişini, elindeki çantayı tutuşunu, yürüyüşünü...

Vay be... Zaman böyle bir şey demek ki...



***
“Onun kitaplarını yeni eve taşıyacak mıyız?” diye sordu yardımcım mutfak kapısından başını uzatıp. O sırada mutfak masası üzerindeki kağıtlara yapılması gerekenler listesini sıralıyordum. Kafamı kaldırdım ve anlamak için bir süre yüzüne baktım...

“Onun kitaplarını yeni eve taşımamıza gerek yok değil mi, okula gönderilecekler kolisine koyuyorum” dedi...

“Koyma” dedim.

“Onlar benim!”

Anlamayan gözlerle baktı. Elimdeki kalemi bıraktım, kolundan tuttum, çalışma odasına çıkarken “ah bu kitaplık neler yapıyor bana bilsen” dedim. Kitaplıktan eski ciltli üç defter aldım “bak ben daha neleri atmadım” dedim. Defterlerden birini açtım.

“31 Aralık 2006 Paris-Yağmurlu bir gün...” diye başlıyordu. Kitaplığın önüne diz çöktük. Üç sayfayı sesli okudum:

“Bu günlük bitemedi gördüğün gibi. Yılın son günü üç sayfasına yazılmıştı, yeni yılın ilk günü hiç olmadı...”

Sonra diğer defteri uzattım. “Bak bu da benim için tutulmuş bir günlük. Ben bunu da atmadım, yakmadım. Ne fotoğrafları, ne mektupları... Çünkü hafızam her şeyi sildi. Çok garip ama sildi attı... Bunlara bakınca ödenmiş onca bedele rağmen aslında güzel bir şey için mücadele ettiğimi ve daha önemlisi, süresinin hiç önemi yok, gerçekten bir şey yaşadığımı anımsıyorum...”



***
Kendime kahve yaparken mutfağa girdi peşimden. “Ben olsam çoktan yok etmiştim hepsini” dedi.

“Yok” dedim.

“Artık bunu öğrendim. Yaşadıklarından arta kalanlar sana ait parçalar. Can yaksa da değerliler... Nasılsa geçiyor yangın, kalan sağlar senin oluyor...”

Yaptığımı saçma bulsa da bana inandığını biliyorum. “Nasıl durdun bu kadar sağlam? Güçlü müsün gerçekten, güçlüyü mü oynuyorsun?” diye sordu...

Güçlü mü? Hah!

Belki unutkanımdır, kim bilir?

“Dün onu gördüm... Beni görmedi. Birden arkasından seslenmeyi düşündüm. Sonra çok şaşırdım buna. Sanki çok eski bir arkadaşıma gidip kendimi hatırlatmaya çalışacak ve eski güzel günlerden hoşbeş edebilecekmişiz gibi bir duyguya kapıldım. Senden sonra şunlar bunlar oldu, bak Laliş yedi yaşında. Ben? Ben iyiyim, hakikaten çok iyiyim vs...

Bütün bu düşünceler beş saniyede filan geçmiş olmalı kafamdan. Önümden geçti gitti. Bir süre baktım arkasından. Biliyor musun, bence benimleyken daha güzeldi ve biliyor musun anladım ki ben onsuzken güzelleştim...
***
Hiçbir anıyı yakmayarak kendimi ancak affettim...

Yazı Tarihi: 24 Eylül 2009- İclal Aydın'ın Gazete Vatan'daki köşesinden alıntıdır.

Yüce Allah ne eylerse hayırlı eyler, herkese iyi bayramlar,
Kurban Bayramı, 6 Kasım 2011, İstanbul