27 Şubat 2011 Pazar

Black Swan, Natalie Portman- Siyah Kuğu



Sadece bir kaç saat sonra 83. Oscar Ödülleri sahiplerini bulacak.

İyi bir sinema izleyicisi olmayışım ve bu yıla kadar ödüllerin dağıtılmaya başladığı saatlerden 3-5 saat sonra uyanarak yeni bir haftaya başlıyor olmam sebebiyle şimdiye kadar canlı izleyebilmiş değildim Oscar Tören'lerini.

Bu yıl neredeyse tüm film otoriteleri filmin başrolündeki müthiş oyuncu "Natalie Portman"ı da "En İyi Kadın Aktris" dallarında favori gösteriyorlar.


Natalie Portman, 13 yaşına kadar bale eğitimi almış fakat sonrasında baleyle hiç bir ilişkisi yok.
Filmde sahnelediği olağanüstü dansçı performansından sonra ben mevcutta da balerin/aktris olduğunu düşünmüştüm.
Oysa filmin provalarının başladığı zamanda "point"e bile kalkamıyor olması, çalıştırıcı eğitmenlerini pozisyon 1'den itibaren titizliğe zorlamış.
Ve sonuçta da olasılıksız ötesi bir noktaya getirmiş tüm filmin başarısını.

http://www.telegraph.co.uk/culture/8259964/Black-Swan-Natalie-Portman-interview.html

Bu noktaları ağzım açık, büyük bir takdirle izledim.
Başarı skalasının yüksekliğini bir kenara koyacak olursak da filmde beni rahatsız eden bir hayli fazla nokta olduğunu belirtmeliyim.
Öncelikle film 15+ izleyiciler için diye afişe ediliyor ama bence en az 18+ mutlaka olması gerekiyor.
Bu konuda biraz geri kafalı olabilirim ya da tüm teen-age'lerin yaşadıklarını bağnaz bir bakış açısıyla görmezden gelemeye çalışıyor olabilirim ama yüksek dozaj cinsellik olduğunu savunuyorum.
Üstelik sağlıklı ve olması gereken bir cinsellikten çok uzak.
Böylesine başarılı, böylesine gişesi yüksek, bütün dünyayı konuşturan ve hatta belki de Oscar'ları toplayacak bir filmdeki bu yanlış ve baskın erotizm/cinsellik beni çok rahatsız etti.
Milyonları zorlayacak görüntüler bu sahneler daha normalize edilerek verilmeliydi bana göre...


Diğer bir nokta ise filmin başrol oyuncusu Nina'ya fazlasıyla odaklı olması.
Kamere sadece Nina'ya çalışıyor, Nina'yı çekiyor, Nina'nın yüzünü yakın çekim çekiyor, arkasından onu takip ediyor, onunla koşuyor, dans ediyor, nefes alıyor.
Belli bir andan sonra zaten hep karanlık planlarda çekilen film izleyiciyi boğmaya başlıyor.
Gerçek, rüya, hırs, gözüdönmüşlük, mücadele, entrika, başarı, başarısızlık, cinsellik, terbiyesizlik, şiddet, kan, iğrenti, tiksinti, gerilim, iç sıkıntısı ve daha onlarca duygu içiçe girmiş.

Size demeye çalıştığım; sınırsız bir oyunculuk seyretmek istiyorsanız gidin filme, hatta her koşulda elbette ki gidin!
Yalnız uyarayım; film rahatsız bir film!
Bilin ki içiniz şişecek, bu kaçınılmaz!
Hele hele hayatınızın bi döneminde çok istediğiniz birşey için sizin de Nina gibi gözünüzü kan buladıysa kendinizi oldukça kötü hissetme ihtimaliniz yüksek.
Ben etrafımda henüz bir iş için, bir başarı uğruna bu denli hırslı birini görmedim şükür
ama konu sınıf/statü/özgüven atlatacak koca adayı  elde etme savaşına gelince hemcinslerimden ziyadesinin kırmızı gözüyle karşılaştım zamanında.
Allah cümlemizi bu insanların gazabından korusun.

Şimdi müsadenizle ben kendime koyacağım çayım eşliğinde günlerdir hayalimi süsleyen ve bugün aldığım kitabım "The 4-Hour Workweek"i okumaya gidiyorum.
Sonra da Türkiye saatiyle gece 1'de Oscar Töreni'ne yetişeceğim.
Kırmızı halıya sizi de beklerim;)

İyi seyirler Ladies& Gentlemen :)

http://www.bscreview.com/2010/08/natalie-portman-and-mila-kunis-in-black-swan-trailer/

Film Synopsis - Black Swan follows the story of Nina (Portman), a ballerina in a New York City ballet company whose life, like all those in her profession, is completely consumed with dance. She lives with her retired ballerina mother Erica (Barbara Hershey) who zealously supports her daughter’s professional ambition. When artistic director Thomas Leroy (Vincent Cassel) decides to replace prima ballerina Beth MacIntyre (Winona Ryder) for the opening production of their new season, Swan Lake, Nina is his first choice. But Nina has competition: a new dancer, Lily (Kunis), who impresses Leroy as well. Swan Lake requires a dancer who can play both the White Swan with innocence and grace, and the Black Swan, who represents guile and sensuality. Nina fits the White Swan role perfectly but Lily is the personification of the Black Swan. As the two young dancers expand their rivalry into a twisted friendship, Nina begins to get more in touch with her dark side with a recklessness that threatens to destroy her.

Nes, Oscar uğruna içi kalkan :(

Yazı tarihi: 27 Şubat 2011

17 Şubat 2011 Perşembe

Sınırsız uzaklık

İşte buradayım.
Bulutların üzerinde.
Dağlardan yüksek.
Sınırsız bir irtifa ve kavrayışta.
Görüşüm berrak.
Temiz denmez, tertemizim.
Uçuyor, uçuyor, uçuyorum...
Yerden uzaklaştıkça yükseliyorum.
Yükseldikçe kendime gelip, kendimi farkedip, akıllanıyorum.

Bu yüksekliğe çıkmanın pre-requisite'i sağlam bir zeminde yere basmak.
Yapabiliyorsan, yapabileceğine inanıyorsan, yapabileceksen çıkarsın.
Aklın kesmiyorsa, göze alamazsın!
Yerinde çakılı kalırsın.
İçinde tıkılı kalırsın.
Yerinde yeller eser, sen bir adım yukarı kımıldayamazsın.
Yollar çağırır, yüksekler çağırır, çağrıldıkça yönünü şaşırır, paniklersin.
İstesen de yapamazsın, herşeye rağmen zindana kitlersin kendini, elinden tutan olsa bile nafile, kalmayı seçmişsen bir adım öteye geçemezsin.

Ve sen Sevgilim, elbet aramızdaki bu sınırsız uzaklıkta mutlu olursun, belki doğduğun bugün, belki de seni bir daha hiç görmeyeceğim alelade günlerin birinde...

Nes, uçup giden

Yazı tarihi: 17 Şubat 2011

13 Şubat 2011 Pazar

Cenevre'de 4 saatir bir hastane cafesinde

12 saattir ayaktayım.
Cenevre üzerinden Fransa Aime la Plagne'de Club Med'de kayak kampına gitmek üzere aylar önce plan ve rezervasyon yapmıştık.
Havaalanına indiğimde tatsız bir haber beni bekliyordu.
Şu anda yaklaşık 4 saattir Geneva Hospital'dayım. Ağabeyimin kapsamlı muayenesi devam ediyor.
Bekliyorum.
Bekliyoruz.
Etrafımda herkesin Fransızca konuştuğu bir hastanenin cafe'sinde saatlerdir beklemedeyiz.
Çocuklar I-pad'in, DS'in ve kitaplarının eğlenceli dünyasında vakit geçirmekten hiç şikayetçi değiller.
İçimdeki tatsız endişeyi ve çarpıntıyı saymazsak eğer ben de fena sayılmam;
Cenevre'ye bundan önce de 2 kere daha gelmiş ve çok sevmiş olmamdan olsa gerek.
Güneşli, bol oksijenli, temiz ve aydınlık bir günde yüksek inanç ve farklılık seviyesindeyim.
Yine Club Med'den vefalı dostum Laurent Cohen'in beni duygulandıran davranışı sebebiyle burada bile güçlü olduğumu hissetmek özel bir duygu.
... Kelimelerim, cümlelerim kaydı, farkındayım.
Aklımı topladığımda hastane cafe'si değil, kayak pistinde zirvedeki bir cafe'de yazdığımıda daha okunabilir cümleler kuracağım, söz, erkek sözü.
Şimdi ağabeyime bakmaya gidiyorum, müsadenizle, nasıl yazılıyor bilmiyorum, siz yazığım gibi okuyun anlarsınız "simuple, mersi boku" :)

11 Şubat 2011 Cuma

Gitme zamanı

Gitme zamanı yaklaşıyor.
Bu zaman yaklaştıkça benim içim içime sığmaz oluyor.
Hiç görmediğim birine, hiç görmediğim bir hayata...
... gidebilir miyim dersiniz?
Neden gidemeyecekmişim?
Burda beni bağlayan ne var?
Kim var beni bağlayan?
"Gitme, dur, kal burda" diyecek kim var?!
Yolumdan döndürebilecek kadar beni benden alan?
İhtiyaç duyduğum kadar kuvvetli bir sebebim?
Kollarını bana açtığında tüm dünyayı arkasında bırakacak biri?
Gözleri bana bugün onun baktığı gibi bakabilecek ve bir kere olsun elimi sımsıkı tutacak?!
Geçmişimden getirdiğim kim kaldı?
Tamam, kızmayın, onlarca arkadaşım, sevdiğim, yıllarımı paylaştığım dostlarım var.
İyi ki de varlar...
Mesafeler onlardan beni ayıramaz ya.
Ben kopmam sevdiklerimden, kopamam, bırakmam yakalarını, beni unutmalarına, hayatlarından çıkarmalarına izin vermem.
*****
Gidebilir miyim dersiniz?
Denizleri aşıp yeni bir hayata ait olabilir miyim?
Hiç tanımadığım birine?
*****
Babam şimdi hayatta olsa ne derdi biliyor musunuz?
"Ben senin aklına, kişiliğine, sağduyuna ve yanlış bir şey yapmayacağına inanıyorum. Git ve dene. Denemezsen doğru mu yanlış mı hiç bilemeyeceksin"
*****
Ben ne yapardım biliyor musunuz?
Babam hayatta olsa, asla onu bırakıp o kadar uzağa gidemezdim.... ama şimdi babamın sözünü dinleyeceğim.
...galiba...

Nessy, gider

yazı tarihi: 11 Şubat 2011

8 Şubat 2011 Salı

Çakar çakmaz çakan çakmak

Ve bugün çok güzel başladı.
Çok tıkırında devam etti.
Çok verimli 2 toplantı yaptım.
Aralarda sevdiklerimle konuştum.
Hiç tanımadığım bir müşterimle telefonda sevdik birbirimizi.
Ona umut oldum, sesindeki sevinci duydum, mutluluktan iptal oldum.

Lanet olası bir yokuş vardı üç kere çıktım, dört kere indim yine de aradığım adresi bulamadım!
Önce kendime, sonra tabela sistemine, sonra da o kadar abuk bir yerde firması olan adama uyuz oldum.
Onca dolanmaya Ayazağa-Kağıthane- Seyrantepe- Sanayi Mahallesi- 4Levent-Maslak nahiyesini nihayet kavrayınca kendimi ve aklımı sevdim.
Turk Telekom Arena'yı tavaf ettim, GS'li olsam 50 kere hacı olmuş olacaktım.
Ve bu kadar dolanmaya aradığım adresi bulup o harika beyefendiyle tanışınca kendimle gurur duydum, havada topuklarımı birbirine çarpıştıracak kadar mutlu oldum.

Mütevaziliğine, kendiyle dalga geçmesine, doğal ve içten mizacına, beni dinlemesine ve anlamasına ve de yardım ederek çözüm getirmesine hayranlık duydum.
Bugün, düne göre +1 kazançlıyım, kendimi bir tık daha güvende hissettim.
*****
Çok sevdiğim, bir zamanlar çok yakın olduğumuz ama sonra aramızın açıldığı bir arkadaşımla buzları eriterek güzel bir yemek yedik.
Bıraktığımız yerden, 7 ay öncesinden, sadece 7 saat mola vermişiz gibi devam edebildik.
Konuşurken, küt diye "evlendi" dedi!
Soğuk bir şok yedim, içim burkuldu.
Şimdi buradan adını yazmanın ve hatta adını anmanın hiçbir anlamı yok.
Özeti şu; en zor günlerimde; annem çok ağır 2 ameliyat geçirmiş ve kemoterapi alırken ve ben Ankara'da tek başıma anneme bakmaya çalışırken hop diye girdi hayatıma.
"Seninle evlenmek istiyorum" dedi, Ankara'ya geldi. Yurtdışında yaşayan abimlerle tanışmak istedi.
Tanışıldı ailecek.
Sonra ve öncesinde ve bilmediğim bilmem kaç sefer Ukrayna'ya gidip geldi.
"Tatile, denize, vallahi de, billahi de, tillahi de" diye...
"Hı hı, tabi tabiii" dedim. "ben de yedim..."
Ya yemiş gibi davranmalıydım ya da....
İkincisine gücüm yoktu, ben ona inanmayı tercih ettim.
O hala beni aldattığını sanıyor ya, ben de ona diyorum ki "hadi şimdi var git, biraz da kendini aldat".

Evlenmiş Ukrayna'lı bir kadınla.
Uğurlar olsun, dilerim aradığı her neyse bulur tez zamanda!
*****
Eve girmek istemedim; Palladium AVM Polonez'deki Meltem'in doğumgününe uğradım tebrik için.
Şubat'ın ortasında açık hava terasta canlarımla oturmak ve suratıma çarpan soğuk iyi geldi.
Meltem, Aydın, Aynur, Ayşe, Çağdaş ve ben kahkahalarla dolu muhabbetimizde birbirimizle hasret giderdik.
*****
Günün sonunda hissettiğim tek ve net duygu şu:
Daha önce ömrümde hiç olmadığım kadar mükemmel, güçlü, başarılı ve hırslı hissediyorum kendimi.
Her geçen gün bir kafa daha büyüyorum, iyileşiyorum.
Eğer ki şimdiye kadar benimle derdi olan varsa üstüne basa basa, büyük harflerle söylüyorum:
2011 BENİM YILIM OLACAK, GERİSİNİ VARSIN KENDİ DÜŞÜNSÜN!
Başlıktaki "çakar çakmaz çakan çakmak" neye tekabül ediyor şimdi anlamışsınızdır.
 Anlamışsınızdır, anlamışsınızdırrr...;)

Nes, 2 ters 1 düz!

Yazı tarihi: 08 Şubat 2011

6 Şubat 2011 Pazar

Didik didik didaktik

Rumelihisarı Kale Cafe cumartesi sabahı kahvaltısı
Sahilde yürüyüş ve fotoğraf çekimi
Telefon, telefon, telefon...
Ayazağa Güneş Kutu toplantı
Kanyon Sosa Burçak ve Nusabe yemek
Kanyon Sosa Hande ve Mehmet çay, iş ve ayların biriken sohbeti
Kanyon D&R Müslüm Gürses "Aşk Tesadüfleri Sever" albümü ve tüm Şubat ayı dergileri didikleme
Kanyon Num&Num İpek, Mehmet ve Engin kahve, geyik, iş, kadın-erkek ilişkileri
Kanyon Num&Num Aynur, Burçak ve Nusabe tatlı ve geyik
Ev, iş, mail check, gündem check, müzik, iş, plan tasarı
Telefon, telefon, telefon...
ve tekrar
Telefon, telefon, telefon.....
Uykudan önceki cilt bakımlarım ve bel tedavi uygulamalarım

Bu ilaçlar çok uykumu getiriyor
Gecenin saat 02:30'unda uyusam artık zaten
Yarın yine koşturmacalı ve güzel bir gün olacak herşeyi bir arada yaşayacağım.
Kusura bakmayın, size bugunümü özetlerken bu kadar didaktik olmayı planlamıyordum ama çoook uykum geldi.
Biliyorsunuz; ben yazıyı avuçlarımın içine almadan, siz kelimelerimi okurken yanınıza oturup gözlerinize baktığımı hissettirmeden yazarsam tutamıyorum, kayıyor ellerimden.
Ve bu özensizliği ne kendime ne size yakıştırabiliyorum.
İyisi mi bugün "off" günüm olsun, yazı yok, didaktizimle verebildiğim buncacağızım eğer keserse sizi alın sizin olsun :)

Ersin'in dediği gibi "Hörmetler" ;)

Nes, didik didik didaktik

Yazı tarihi: 06 Şubat 2011

4 Şubat 2011 Cuma

Aşk Tesadüfleri Sever

"Aşk Tesadüfleri Sever"
lütfen yazının üzerine tıkladığınızda açılacak şarkıyı arkanıza yaslanarak ve gözlerinizi kapatarak dinleyiniz, sözlerini anlayınız, anlamakla kalmayıp özümseyiniz. 

Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı

Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleşmeyi sever
Yollar ayrılmayı

Herkes geçmişi öder
Bir yol ayrımında
Başlamak istersen
Yeni bir hayata
Gölgeni yedek
Bırak ardında

Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı
Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı


Müslüm baba büyüksüüünnn :)
Bu şarkıyı bir de Kibariye'den dinlemek isterdim, onun da çok hissederek, ortalığı yıkarak söyleyeceğine eminim.

Björk ün “Bachelorette” şarkısı üstüne yazılmış bir şarkı.
Bugün vizyona giren "Aşk Tesadüfleri Sever" filmini izlemeden önce duymamıştım, bilmiyordum bu şarkıyı. (Fragmanı izlemek için yazının üzerine tıklayabilirsiniz)

Film bu şarkıyla başlıyor. Jenerik bununla dönüyor. Haliyle daha girişte izleyicide yüksek bir heyecan yaratıyor. Müslüm baba ne söylerse damardan giriyor zaten. Hafif bir film olmayacağını hissediyoruz, biz ve salondaki sinemadaş yandaşlarım.
*****
Hikaye Ankara'da başlıyor.
Ve film boyunca Ankara-İstanbul arasında devam ediyor.
Ankara'da o dönemlerde yaşayan herkesin bildiği, takıldığı mekanlar gözümüzün önünde.
E başka yere gidilmezdi, başka yer diye birşey yoktu da zaten.
Filmde esprisi de geçiyor: "Siz Ankara'lılar biraraya geldiniz mi illa ortak bir tanıdık buluyorsunuz" diyorlar.
Doğru.
Hepimizin gittiği yerler o kadar sayılı ve aynıydı ki, herkes herkesi ister istemez tanırdı.
Çoğu karede olan Kuğulu Park'ta benim de bütün çocukluğum geçmişti.

"CafeMiz", nasıl deyim size, bizim dönemdeki Ankara'lılar için CafeMiz, bir dönem Beyoğlu'ndaki Markiz Pastanesi gibiydi. Gitmeyen, orada anısı olmayan, kapısının çıkışındaki sakız ve şekerlerden yemeyen yoktur.
"Manhattan"; tek rock bar orasıydı, herkes, hepimiz onlarca kez gitmişizdir. Cuma-Cumartesi akşamları okul kantini gibi olurdu.
Biz Ankara'lılar Kuğulu Park'ta büyür, CafeMiz'de erginleşir, Manhattan'da da olgunlaşırdık.

Ben Ankara'yı unutmaya çalıştıkça an an yaşadım her hatırayı tekrar, an an gittim o günlere tekrar tekrar...
"Ankara'dan İstanbul'a gidip de geri dönen gördün mü hiç?" diye soruyor filmdeki anne oyuncu kızına.
Bu cümleyi açar, bende yarattığı sarsıntıyı dökersem ortalığa öyle bir dağılırım ki belediye bile toplayamaz beni. Cümleyi anında transit geçiyorum işte bu yüzden.

İsmine uygun bir şekilde filmde o kadar çok tesadüf var ki "ancak filmlerde olan" cinsten.
Filmde yaşanan aşk o kadar imkaansız ki "ancak filmlerde olan" cinsten.
Günümüzde, hele hele İstanbul'da özü/kökü Ankara'lı bırakın Ankara'yı ne bileyim Eskişehir'li, Yozgat'lı, Kayseri'li, Trabzon'lu, Erzurum'lu bile olsa yok, yok da yok;
böyle mert, haysiyetli, sevmekten korkmayan,
en küçücük bir panik anında topukları yağlamayan,
aşka değer veren,
canı istediğinde elini kolunu sallayarak kadının hayatına girip, canı istediğinde çıkmayı marifet bellemeyen,
haftalar, aylar, belki de yıllar boyunca çok özel anlar paylaşıp sonra ne olduğunu bile açıklama zahmetine katlanamadan onursuzca sırra kadem basmayan,
Bırakalım tüm bu aşk mevzularını, bir kadına değer vererek onu tanıyıp, anlayıp, yanında durabilecek, farkını hissedecek vakti dahi ayıracak,
sevdiği kadına en duygusal haliyle bakarak "Sen nerelerdeydin şimdiye kadar" diyecek,
"Sen sakın ağlama" diyerek gözyaşlarını silecek erkek gibi erkek, filmlerden başka bir yerde yok da yoookkk!!!...
Üstelik kızın bir de uzuuuun zamandır süren ve evliliğe giden bir ilişkisi var adamla birbirlerine aşık oldukları zamanlarda.
Adam- Mehmet Günsür- yine en duygusal haliyle kızın- Belçim Bilgin Erdoğan- saçlarını okşayarak "alacağın her karara saygılıyım" diyor.
Öbür ilişkideki arkadaşımız yakışıklı, zengin, kızı çook seven ve hiç aldatmayan karizmatik bir genç. (Ezel'deki Cengiz)
İş gezisinde olduğu Rusya'da bile sevgilisini aldatmıyor!!! ve bir de üstüne Ankara'ya gelip kıza sürpriz yapıyor kocamaaaan bir tek taşla "benimle evlenir misin?" diyor CafeMiz'de.
Daha fazla sizi filmden soğutmadan anlatmayı burada kessem iyi olacak.
Filmin finalinde Ayda Aksel tüyler ürpertici bir oyunculuk sergiliyor, adeta devleşmiş, müthişşşş.
Aynı zamanda o sahneye eşlik eden Şebnem Ferah'ın "Hoşça kal" şarkısı da mükemmel.
Yönetmen, Ömer Faruk Sorak.

Film gerçeklikten çok uzak, yine de boş vaktiniz varsa, Mehmet Günsür veya Belçim Erdoğan hayranıysanız ya da canınız patlak mısır çektiyse izlenebilir.

İzlerseniz de izlemezseniz de kararınıza saygılıyım :pp

Nes, hoşça kalan Ankara'lı

Yazı tarihi: 04 Şubat 2011

2 Şubat 2011 Çarşamba

Mykonos Balıkçısı'nda fosur fosur sigara

Şu hayatta en tahammül edemediğim şey "sigara".
Sigaraya olan tahammülsüzlük ve nefret boyutlarımı anlatmaya kalksam klavyemin mürekkebi dayanmaz :oo
O yüzden sigara yasağının getirilmesi ve uygulanması bu ahir ömrümde beni en mutlu eden olaylardan biridir.

Sigara kadar aşırı boyutlarda olmasa da içkiyle de hiç aram yoktur.
Bira, rakı, viski, konyak, kanyak vs... ömrümde hiç içmedim.
Şarapta sosyal içici bile değilim. Ömür boyu içtiğim şarapları toplasam 1 şişe bile etmez.
Şampanyaya biraz daha sempatiğim çünkü o bende bir içkiden çok kutlama içeceği algısı oluşturuyor. Buz gibi bir kadeh şampanyayı tokuşturmak güzel bir şeyler kutlamaktır benim dünyamda.
1'e 100 gibi bir proporsiyonla votka/meyve suyu/enerji içeceği içebiliyor(dum) bir zamanlar ama son içtiğimden bu yana 3 sene geçmiştir. O zamandan bu zamana da canım zerre kadar istemiyor.
Baileys bol buzla fena olmuyor ama çok kalorili olduğu için onu da eledim, yılda bir kadeh eh belki içiyorum lafola.
Yani isterseniz "ot", isterseniz "yeşilaycı", isterseniz "sağlıklı", isterseniz "salak" diyebilirsiniz bana.
Ben kendimle gurur duyuyorum gerisi de beni ırgalamaz, nokta.
*****
İçki, sigara alemlerine Fransız'lığım meşhurdur tahmin edeceğiniz üzere.
Dün akşam yemeğine, yurtdışından gelen misafirlerimi balık/meze yemeğe götürdüm.
İş çıkışı saatlerde herhangi bir yakadan diğerine geçmek delilik olduğu için Caddebostan'daki İskele Sokak'a, diğer adıyla Barlar Caddesi'ne gittik.
Önlerinden onlarca kez geçmiş olsam da hiçbirinin içine girmişliğim yoktu.
Dışarıdan bakıldığından en eli ayağı düzgün yer "Mykonos balıkçısı" izlenimini veriyordu.
"Mykonos"a girdiğimizde ortalık kalabalık, ambians güzel gibi gözüküyordu.
Tam mezeler geldi ki etrafta teker teker yanmaya başlayan sigaraların dumanları keyfimizi kaçırmaya başladı.
Önce yasağı bireysel olarak delen birkaç sigara tiryakisinin densizliği gibi geldi bu bana.
Zaman ilerledikçe gördüm ki yemekten çok sigara içmeye gelmişti herkes.
Kapalı mekanlarda sigara içme yasağı yok ve hiç olmamış gibi davranıyorlardı.
Az sonra boğulur hale gelmiştik.
Gözlerimiz yanmaya, yaşarmaya, şıpır şıpır damlaya, üstümüz başımız leş gibi kokmaya, yemek yemek için her ağzımızı açtığımızda boğazımıza tıkılan dumanla midemizin bulantısına dayanamaz hale gelmiştik.
Mekanda istisnasız herkes fosur fosur sigara içiyordu.
Hani nerede yasak, denetleme, zabıta, Sağlık Bakanlığı?
Üstelik yolun üzerinde kurulu camekan tüm mekanı dazdavlak ele vermesine rağmen bu kimsenin umrunda değildi.
Sadece burası da değil, sokak boyunca nerdeyse tüm müesseselerde sigara rahatça içiliyordu.
Ayrıca sanırım ben gece gezmelerinden uzak olduğum için çok yaşamıyorum ama etraftan duyduklarım bu tarz mekanlarda sigara yasağı diye birşeyin asla uygulanmadığı.
Bu konuda sivil gönüllüler olduğunu biliyorum.
Onlardan biri ya da bu konuda yetkili herhangi biri bu yazımı okursa cümlelerim alanen şikayettir, duyurulur.
Rüşvetsiz ve sigarasız bir Türkiye istiyorum, bu da duyurulur!
Mykonos Balıkçısı ve benzeri mekanlara bir daha asla gitmeyeceğim, üstüne basa basa bu da bilahare duyurulur!!!

Nes, sigara düşmanı

Yazı tarihi:02 Şubat 2011