27 Mayıs 2009 Çarşamba

Gözlerimdeki, gönlümdeki ve hayallerimdeki Roma


Ne hevesim, ne zamanım, ne modum, ne de en ufak bir ilgim var gideceğim seyahat hakkında önden bilgi toplamaya.
Üstelik şimdiye kadar gittiğim diğer tüm seyahatlerimin aksine bu sefer hiiiççç umrumda değil nereye gittim; tarihi, coğrafyası, iklimi, nüfusu, gezilecek müzeleri, sarayları, ortalama geliri, o’su bu’su...
Tek istediğim kafatasımı bildiğiniz tas misali çıkartıp burada bırakarak gitmek...
Uzaklara, burdan çoook uzaklara.
Kendimin bile kim olduğumu hatırlamayacak kadar kendimden kaçarak yeni diyarlara yol almaya...
Bilmediğim meydanları keşfetmeye,
görmediğim sokaklarda başıboş ve bilinçsizsizce gezinmeye,
hiç gitmediğim kafelerde ayaklarımı uzatıp cappucino’mu yudumlayarak aylak aylak saatlerce oturmaya,
tanımadığım insanlarla incir çekirdeğini doldurmayacak boşlukta sohbetlere dalmaya
ve bu insanlara umdukları gibi İspanyol, Brezilyalı, Venezüellalı ya da Yunan değil öz be öz Türk olduğumun milliyetçiliğini yaparak tüm ateşimle ca’nım İstanbul’un, İzmir’in, Antalya’nın, Anadolu’nun büyüleyici güzelliklerini anlatmaya.
Makarna, pizza, tiramisu, cheesecake, dondurma veya asitli buzzz gibi meyve şarapları dünyasında kalori hesabı yapmadan kendimden geçmeye.
Ne geçmiş, ne gelecek.
Kendimi şu anki zamana ve asırlardır tarih yazan bu “aşk” şehrinin kollarına bırakmaya...
Tek istediğim işte bu; herşeyden uzaklaşıp, sıyrılıp ona: “Aşk”a, “Roma”ya, “Aşk’la yaşayan Roma’ya” teslim olmak. Sarsıcı ve büyüleyici bir şehir beklediğim.
Evet Roma’ya gidiyorum ama hayalimdeki Roma aslında Güney İtalya’daki küçük küçük aşk kasabaları;
Napoli, Sorrento, Positano, Pescara, Amalfi, Ravello...
Denize açılan dar sokaklardaki minik minik mavi- beyaz evler.
Taş duvarlarını sardunyaların ördüğü, limon ve zeytin ağaçları arasında çıplak ayak toprağa bastığım bahçeler gözümde canlanan. Alabildiğine yeşil, ferah ve misss. Harikulade bir manzara.
Gün batımında salaş restoranların küçük iskemlelerinde sırtımı taş duvarlara yaslayarak yenilmedik deniz mahsüllü pizza, parmesanlı makarna, içilmedik meyve asitli şarap bırakmadan, gece, müzik ve aşk çalan tek kişilik gitar resitallerini resmime yerleştiriyorum.
Limençello ritüelleri eşliğinde penceresinden koyu lacivert denizle parlament mavisi gökyüzünü görebildiğim;
Mücevher dökülmüşcesine parlayan deniz fenerleri ile gökteki yıldızları ufukta birleştiren masalsı otelimdeki odama bol kahkalı ve az yalpalı hallerimle yollanmak hayalindeyim.
Kafalar güzel, biz güzeliz, genciz, hafifiz ve Akdeniz’liyiz kıvamında takılmak istiyorum
Bazen şirazemin kaçtığının farkına varıyorum ama yarattığım hayal dünyasından kopmamak için oralı olmuyorum. Hayaller, beklentiler ve planlar olmasa gerçeklerin kabul edilir yanı kalmıyor kimi zaman. Ve ben yine o anlardan birini yaşıyorum.
Yazının başında olaydan ne kadar kopuk olduğumu size söylemiştim. Şimdi sanki birden birileri parmaklarını şıklatıyor ve ben gerçeğe dönüyorum. Ve siz de yukarıda yazdığım her ama herşeyi unutun, sakın ola öyle saf hayallere filan kapılayım da demeyin.
Çünkü Roma’nın bu mavi çerçeveyle uzaktan yakından alakası yok. Bütünüyle turistik bir metropol olarak karşılıyor sizi sözümona aşk şehri Roma.
Şehre ayak basar basmaz gözümdeki, gönlümdeki ve hayalimdeki Roma’nın ne kadar farklı olduğu gerçeği ile yüz yüze geliyorum çok geçmeden.
Roma’da sürekli bir telaş, bir koşuşturma, kalabalık, insanlar birbirini itiyor, kural kaide yok, kuyruğun sonu başı yok, hem sıcakkanlı hem ukala insanlar... İşte Akdeniz!
Hararetleri, hareketleri, yaşamı hissetmeleri ve birbirleriyle iletişimleri hep yüksek ayar. Sen kavga ediyorlar zannediyorsun, yooo onlar sohbet ediyorlar. Yakalayamıyorsun, araya giremiyorsun. Kendilerine güvenleri tam ama İngilizceleri çok kötü, her kelimeyi İtalyanca gibi telaffuz ediyorlar, ne dedikleri anlaşılmıyor. Gürültücü tipler. Bana, bizi hatırlatıyor. Akdeniz’li olmanın tüm semptomları var. Konuşurken elleri kolları havada uçuşuyor, sanki bağlasanız konuşamayacaklar...
Bu şehirde içerisi yok, hayat dışarıda akıyor. Zannedersiniz ki kimsenin evi yok. Zaten tüm kapı önlerini restoran, kafe, bar yapmışlar. 2 sandelye atan pizza yapıyor. Pizzalar ve makarnalar inanılmayacak kadar kötü. Çeşit az, domuz eti ağırlıklı ve bol yağlı. Sebze, zeytinyağlı veya domuzdan başka et diye bir kültürlere sahip değiller.
O kalın kalın, yağlı yağlı pizzaları yedikten sonra bir de safi krema koca koca dondurmaları götürüyorlar mideye. Kalıplı, cüsseli, heybetli insanlar, sıfır beden buraya uğramamış yine de kendileriyle o kadar barışıklar ki kimsenin kilo takıntısı yok.
Evet tiramisu’ları güzel ama o da atla deve birşey değil, ben gibi bir tatlı delisini bile cezbetmeye yetmiyor.
Şehrin trafiğine Vespa’lar hakim. Topuklu pabuçlu, file çoraplı, şık ama yine de kilolu kadınlar kafalarında kask, tek ellerinde sigara ile Vespa’ları üzerinde fink atıyorlar. Hayatın tadını çıkaran, yaşamdan keyif alan serbest kadınlar.
Beylerde de durum aynı. Gay’lik veya biseksüelite anomali değil, kimse yadırgamıyor, toplum hazmetmiş, herkes hür, rahat ve durumdan şikayeti olan yok gibi gözüküyor.
Giyime kuşama para harcamayı seviyor ve marka takıntınız varsa burası markalar cenneti; Gucci, Armani, Versace, Dolce Gabbana, Prada, Roberto Cavalli, Ermenegildo Zegna, Fendi, Diesel, GAS, Stefanel, Benetton, Miss Sixty... ve daha nicelerinin pahalı dükkanları Roma’nın en yoğun gezilen yeri ‘İspanyol Merdivenleri’nin olduğu meydanı kesen büyük sokakta.
Roma’da kafelerden ve alışverişten vakit bulursanız gezilecek yerler bir elin parmaklarını geçmiyor; İspanyol Merdiveni, Collesium, Aşk Çeşmesi ve Vatikan.
Tarihte orarlarda ne yaşanıp bittiğini okumadan gittiğimden belki de hiçbiri bana bir anlam ifade etmedi.
İspanyol Merdiveni’ni İstanbul’un her köşebaşında, Cihangir’de,
Collesium’u Ege’de, Efes’te,
Aşk Çeşmesi’ni Boğaz’da, Ortaköy’de, Beykoz’da,
Vatikan’ı da Sarayburnu’nda, Tarihi Yarımada’da kat be kat katlayacak bir dolu yer var bence.
Herşeye rağmen namına yaraşır bir şekilde her köşe başında tüm romantizmleriyle aşk yaşayıp, birbirlerine sarılıp öpen çiflere ve kafatasıma 4 günlüğüne ev sahipliği yapan bu şehre haksızlık yapmaya gönlüm razı gelmiyor.
Gözlerimle…
Ruhumla ve kalbimle sana ‘Arriverderci Roma, Veni, Vidi, Vici'

7 Mayıs 2009 Perşembe

Program Notları

Şu anda saat gecenin 1'ini geçiyor.
O yüzden uzun cümlelere gerek yok, ben yazayım meramımı siz anlarsınız.
- Estetik cerrahım gerekli olmadığını savunarak bana operasyon yapmayı reddetti. Onun yerine çok ufak bir müdaheleyle durumu kotaracak gibiyiz. Bu devirde hala işi ticarete dökmemiş böyle mükemmel bir cerrah olduğu için Syn. Opr. Dr.Naci Çelik'e hürmetim sonsuz.
Kendisi ve daha önce yaşadığım 6 kötü tecrübedeki sevgili hocalarımla iligili detaylı yazımı daha sonra yazacağım.
Doğru insanlar teşvik edilmeli, yanlışlara birileri dur demeli, ben mutlaka onlardan biri olmalıyım.
- Yarın sabah erkenden harika, keyif ve huzur dolu bir tatile çıkıyorum.
Sapanca'daki Güral Wellness ve Doğa Sporları Merkezi'ne gidiyorum. Döndüğümde orası ile ilgili izlenimlerimi de mutlaka yazacağım.
- Sapanca dönüşü kalacak çok kısıtlı vaktimle işle ilgili birkaç konuyu halletmem ve İstanbul'dan ayrılmadan önce görmem gereken birkaç arkadaşımı göreceğim.
Önümüzdeki Salı bütün gün annemin hastanedeki son tetkikleri için Florence Nightingale Şişli Hastanesi'nde olacağız. Vedalaşmak istediğim doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, sağlık&temizlik personeli var. Hepsinin üzerimizdeki emeğini ömür boyu unutmayacağım, özellikle çok sayın hocam Prof.Dr. Yıldıray Yüzer
ve Prof. Dr. Yaman Tokat ve ekiplerindeki birbirinden değerli cerrahlar olan;
Opr.Dr. Murat Dayangaç
Opr.Dr. Onur Yaprak
Opr.Dr. Tolga Demirbaş,
Opr.Dr. Derya Selamoğlu,
Opr.Dr. Koray Baş,
4.Kat süpervizöri sevgili Dilek Hemşire,
Hanzey hemşire,
Güneş hemşire,
hocalarımın asistanı olan Burcu hnm(soyadını hatırlayamıyorum)- diğer asistanlar Aslı hnm ve Nazan hnm'ın çok kaba ve oraya kesinlikle yakışmayan asistanlar olduğunu düşünüyorum-
ve adını hatırlayamadığım diğer bütün personel. (Onlar hakkında detaylı başka bir yazı yazdım ama ne yazsam kelimelerim haklarını teslim etmeye yeterli gelemediği için buraya ekleyemedim henüz)

Ve önümüzdeki hafta çarşamba'ya Ankara'ya gidiyorum.
Cuma sabahtan tekrar İstanbul'a dönüp yapmam gereken birkaç işi halledip, akşamüzeri de Opr.Dr. Naci Çelik'e kendimi teslim edeceğim.
Cumartesi sabah Roma yolculuğum başlayacak kısmetse.
Bir sonraki hafta Salı akşamı da tekrar İst'dayım.
Ve yine Çarşamba'ya Ankara'dayım.
Sonrasını ben de bilmiyorum, Allah kerim....

E bu tempoda şimdi uyumak üzere bana müsade...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

İflah olmaz uçucu

Ohhh be sonunda...
Üzerimdeki kara bulutlar gitti.
Toz pembe oldum, şeker pembe, candy pembesi, zaman zaman fuşya bile denilebilir.
Bahar nasıl muhteşem bir şey,
hayat, hayatta olmak, hayatı yaşamak...
sonu olmayan bir adrenalin, serotinin, daha çok, daha çoğunu yapma, var olma arzusu.
Kendini gösterme, göstere göstere yaşama, ifade edebilme.
Matruşkalar gibi; ne kadar heybetli, kabarık ve gösterişliysen içinde o kadar çok sen gizli
ne kadar sade, yalın ve azsan işte o zaman bir sen varsın senden içeri.

Hayatım için çok zorlu bir dönemi geride bıraktım.
Birçok beni yere çakan duyguyu, aynı anda köküne kadar yaşadım.
Umutsuzluk, korku, üzüntü, acı, yalnızlık, yorgunluk, çaresizlik, hayalkırıklığı, bilememezlik, çözümsüzlük ve kör kuyular sardı dört bir yanımı. Aklımı kaçırmanın eşiğinden döndüm.
Bir mucize için günlerce, gecelerce Allah'a yalvardım ve tüm mucizler gibi; hiç beklenmedik bir anda, tüm ümitlerimizi yitirdiğimiz bir zamanda Allah bize bir mucize gönderdi.
Şimdi işler yavaş yavaş normale dönüyor.
Garip bir ruh halindeyim.
Kısa bir süre sonra ilki kadar olmasa da yine de zorlu bir ikinci dönem başlayacak.
Anladım; ben galiba zor anlarda daha kuvvetli oluyorum. Şu anda da öyleyim. Bu zorlu süreçten hiç korkmuyorum. Geleceği varsa göreceği de var. Ben tüm o yaşanacaklardan daha kuvvetli çıkmasını becereceğim.
O yüzden bu aradaki geçiş döneminde 'herşey mübah' politikası güdüyorum kendim için.
Daha önce hiç olmadığım kadar özgür ve uçuşan moddayım.
İçim içime sığmıyor.
Sonsuz bir değişim, gelişim ve yenilenme sürecindeyim. Sınır tanımıyorum.
Kendime sözüm var;
2. dönem başlayana kadar yaptığım herşey kendimi daha iyi hissetmek için olacak.
Çoğuna başladım. Uygulamalar da yolda.
Program o kadar yoğun ve sıkışık ki...
Şimdi de aslında bu yazıyı yazmak hiç aklımda yoktu.
Hatta çoktan evden çıkmış olmam gerekiyordu.
Yapacak çok işim var.
Sabah 09:30'da diyetisyenimdeydim.
Hedef kilom 49, boyum 1.65. Şu anda 50.9 kilodayım, hedefe adım adım yaklaşmak beni hafifletiyor, mutlu ediyor. Yaz boyunca giyeceğim 34 beden tril tril, uçuş uçuş, rengarenk, küçücük kıyafetleri almaya başladım bile :-)
Az sonra estetik cerrahımla randevüm var. Aklımdaki konuda mutabık kalırsak ve başarılı bir uygulama olursa tutmayın beni, acayip uçasım var.
9 yıldır içinde olduğum ve son zamanlarında tüm kişilik özelliklerime aykırı olduğu için kendimi iflah olmaz bir çıkmazın içinde hissettiğim kurumsal hayattan Haziran itibariyle ayrılıyorum.
Vee Allah kısmet ederse kendi işimi kuruyorum ve işteeee bu da tadından yenmeyen bir endorfin salgılatıyor bana :-)
Ve son bombalarım;
Akşama valiz yapma sezonumu açıyorum.
3 valiz yapılacak:
1.si yarın gidilecek Sapanca tatili için: Huzur ve yenilenme dolu muhteşem bir tatil.

Hemen devamındaki 2.si Ankara valizi; sadece 2 günlük -şimdilik- kısa bir Ankara seyahati için.

3.sü ise mevsimlerin en güzelinde gidilebilecek en güzel şehir olan aşıklar şehri 'Roma' ya gidecek bir valiz. Aşık olma mevsiminde aşık olunacak bir aşıklar şehrine gidiyorum.
Peki şimdi ben uçmayayım da kimler uçsun?
Bir ben kaldım benden içeri, tutmayın beni, uçuyoruuuummmmm!!!!!

Yazı tarihi: 06 Mayıs 2009

1 Mayıs 2009 Cuma

Twitter'dayım!

g



İlk kez 18 Ocak 2008'te kullanmaya başlamışım 'Twitter'ı.

Facebook'un hızlı yükselişi ve haklı popularitesiyle birlikte benzer sosyal paylaşım siteleri de dünyadaki milyonlarca kişi tarafından takip edilir oldu.
Hepsinde amaç sosyalleşmek ve birbirimizin hayatına dair birşeyler öğrenmek.
Gizem, özel hayat, mahrumiyet diye birşey kalmadı.
Kötü amaçlı veya sadece magazinsel yönüyle kullanıldığında benim de asabımı bozuyor bu siteler. Bununla birlikte kendini ifade etme ve paylaşma amacıyla kullanıldıkça oldukça faydalı olduğuklarını düşünüyorum.
Çünkü her duvar karşınızdakini tanıdıkça aşılıyor.
Çünkü yaşanan herşey paylaştıkça anlam kazanıyor.

Facebook'un birçok paylaşım özelliğine nazaran çok daha sade bir amaca hizmet ediyor 'Twitter'.
O sadece şu an ne yaptığınızı merak ediyor.
Yani Facebook'daki 'statü' ye eşlenik.
Yine Facebook'taki arkadaş listenize eşdeğer 'following' ve 'follower'larınız yani sizi takip edenler ve sizin takip ettikleriniz var listenizde.
Herkes anlık olarak birbirinin ne yaptığını takip ediyor ve on-line yorumlarda, tavsiyelerde, yönlendirmelerde bulunabiliyor.

Madem internet hayatımızın içine bu kadar girdi,
madem artık hızımıza laptop'lar bile yetişemiyor, i-phone'lar her saniye elimizin altında
o zaman durmayın;
'What are you doing?' diye soran twitter'ı cevaplayın siz de...

Fakat ne olur ne olmaz diye ben yine de uyarımı yapayım:
facebook'a bile gıcık olup üye olmayanlardansanız, twitter hiç size göre değil, aman geri durun!

Yazı tarihi: 01 Mayıs 2009