29 Temmuz 2008 Salı

Sezen, Sezen, Sezen


Ortada siyah bir tül...
Yerden tavana, bir kenardan ötekine...
Hem gizlemiş arkasındakileri hem gizemli bir görünürlük.
O puslu görüntünün ardında baştan ayağa siyah, devasa bir orkestra, vokal ve perküsyon grubu.
Gecenin siyahı, gökyüzünün siyahı ile koyun koyuna.
Siyaha kontrast tek şey; tülün önünde göz alan gelincik kadifeliğindeki kırmızı kuyruklu piyano. O siyah tül çok etkileyici bir dekor ve aynı zamanda film perdesi.
Menekşe moru ışık yansıtılıyor üzerine, ardından çok sesli kalabalık koro hüzünlü bir ağıtla açılışı yapıyor.
Harika parmaklarını konuşturan Ozan gelinciğinin tuşlarına dokunarak onları yakalıyor.

Ve o müthiş kadın kırmızı piyanonun önünde siyah tüllü beyaz tuvaleti, kısacık sarı saçları ile;
“Hasret oldu, ayrılık oldu, hüzünlere bölündü saatler...” diyerek usulca sahneye ve içimize sokuluyor.
“ Sen ağlama dayanamam, ağlama gözbebeğim sana kıyamam...”
O gözleri kapalı, ful konsantre “bir sır gibi saklarım seni, bir yemin bir gizli düş gibi...” derken ben belki de yüzbininci kez aynı şarkıyı söyleyip hala bir zerre duygu eksiltmeden bunu dinleyicisine yansıtabilmesinin sırrını düşünüyorum.
Bu şarkıyı daha bitirmeden bir diğer damar klasiğine geçiş yapıyor.
O; “madem ki istiyorsun öyleyse durma git...... git...git....git...me dur ne olursun” diye kırılgan ve ince bir yakarış içindeyken ben;“.... gitme dur daha şimdiden deliler gibi özledim”i duyar duymaz, havlumu umduğumdan çok daha erken atıp, geçerli hiçbir makul sebebim olmamasına rağmen yanaklarımdaki gözyaşlarıma söz geçiremiyorum.
Zaten söz geçirmek de istemiyorum galiba.
Ben sessizce ağlamaya, o bağıra bağıra şarkı söylemeye devam ediyor:
“Beni unutma, unutma, beni unutma, bilirsin unutulmak dokunur ya her insana...”
Çaktırmadan etrafımı kolluyorum. Bir ben değilim hıçkırığımı yutmaya çalışan; başı sevgilisinin omzunda, eli elinde olanlar da; en geniş omuz, kirli sakallı, demir yutmuş gibi duranlar da...
Zaten Sezen’de ağlamak Metallica’da headbang yapmak kadar doğal bir hissiyat.
Bilakis ağlamayan ayıplanıyor, ‘kasma, koyver gitsin’ diyorum içimden, hiç direnmeden, usul usul teslim olarak.
Sıra benim şarkıma geliyor:
“Bende zincirlere sığmayan o deli sevdalardan,
Kızgın çöllerde rastlanmayan büyülü rüyalardan,
Kolay kolay taşınmayan dolu dizgin duygulardan
Yalanlardan dolanlardan daha güçlü bir yürek var
Haydi gel benimle ol, oturup yıldızlardan, bakalım dünyadaki NESLİ’mize..”
Açıkhavada hepimiz kocaman bir koroyuz. Az önce ağlayan herkes şimdi hep bir ağızdan ona eşlik ediyoruz.
NESLİ’mizin hemen ardından ‘Ladies&Centilmen Orkestrası’ tempoyu iyice yükseltiyor:
“Bir rüya görür gibi seninle bulutlara uçtuğumda........değer mi hiç? Değer mi hiç? Değer mi, değer mi, değer mi söyle?...”
Eller havada, 2 dakika önce ağlayan herkes şimdi sandalye tepelerinde birilerinden/ birşeylerden hesap soruyor çığlık çığlığa: “değer mi hiç?” diye meydan okuyan bir tavırla.
Ve şahane kadın Sezen 5 muhteşem şarkısının ardından hoşgeldiniz konuşmasına başlıyor.
İlk cümlesinde; gözlerimizi görüp, bizimle gözgöze gelebilmek için ışıkcıdan ışıkları kapamasını istiyor.“33 yıldır birlikte neler neler yaşadık. Tüm iyi, kötü günlerde beraber olduk, 33 yıl dile kolay. Bu akşam burada olduğunuz 3 saatte hayattan şahane bir gece çalın, herşeyi unutarak eğlenin istiyorum, hoşgeldiniz arkadaşlar” diyerek selamlıyor bizi.
Duygularını kelimelere böylesine ustalıkla sığdırabildiği için ona olan hayranlığım bir kere daha, bin kere daha artıyor.

“Ömrü vefa etse Onno Tunç’un yerini alabilecek biriydi” diyor ve Uzay Heparı’nın bir şarkısı ile devam ediyor:
“Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her gece
Yalnızlık sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna
Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık herşeye...”
Siyah tül şimdi film şeridi; belli belirsiz Onno’nun, Uzay’ın görüntüleri geçiyor.
Sezen’in onlar hayattayken çekilmiş klipleri, gencecik, tazecik, yalın ve güzel halleri...
Göze sokulmadan, ince ayar, tüm zarafeti...

“Gülümse hadi gülümse bulutlar gitsin...”
“ Gel asırlardan uzanda tut ellerimi sımsıcak...”
“Bir çocuk sevdim uzaklarda...”
“Aradım yıllardır seni heryerlerde, bir türlü karşıma çıkmadın namus...”
“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler, şimdi bana seninle bir ömür vadedseler...”
“N’olur sormasınlar bana, n’olur söyletmesinler derdimi...”
“Bir gün dönüp bakınca düşler, içmiş olursa yudum yudum yudum yıllarını, ağla ağla Firuze, ağla anlat...”
Gökyüzünü selamlayarak, Firuze’nin şarkı sözü yazarı Aysel Gürel’e teşekkür ve rahmet gönderiyor.
“Yüksüz, arınmış ve hafiflemiş bir kadındı Aysel Gürel, hiç ölmeyecekmiş gibi duruyordu, hepimizi kandırdı” diyor.
Bense aynılarını Sezen için hissediyorum diyorum yanımdaki arkadaşlarıma.
“Beni yak kendini yak, herşeyi yak, bir kıvılcım yeter ben hazırım bak...”diye tok bir eda ile devam ediyor.
“Gözlerim gözlerine kitlenir doyamam seyretmelere seni... .... seni pamuklara sarmalar sararım”
“Vursun davullar inlesin dünya, yalnızlığını dinlesin dünya, kıyamet gündesin dünya..”
“Ah kavaklar ah kavaklar, bedenim üşür yüreğim sızlar...”

Ve son albümüne geçiyor;
“Hala haber bekliyorum senden, yazık birşey gelmiyor elden...”
“Yol arkadaşım gördün mü olup bitenleri, kıskanıyor insan bazen çekip gidenleri...... benim sensiz kolum, bacağım, ocağım yok...”
Nefes almadan, tüm şarkıları ardı ardına sıralıyor.
Orada oturuyor gibi gözüken herkes aslında o anda sahnede, Sezen’de. Tek ses şarkı söylüyor, tek nefes ağlıyoruz. 2 dakika sonra o bir şey söylüyor ve hepbirlikte gülmeye başlıyoruz.
Ve bundan eşsiz bir keyif alıyoruz.

Onun şarkılarıyla insan olduğumuzu hissettik, hissediyoruz.
Onun şarkılarıyla yana yakıla aşık olduk, vazgeçtik, terk ettik, edildik, tarifsiz her duygumuzun adını koyduk, yarım kaldık, küllerimizden doğduk, büyüdük, büyüyoruz...
Yani o iyi ki var...
İyi ki yaptığı herşeyi böylesine samimi, içten ve doğal olarak; numara yapmadan yapıyor ve hepimize bu kadar kuvvetli, bu kadar gerçekten değebiliyor, iyi ki ben bu ülkenin insanıyım dedirtiyor.
Ölmeden önce yapmanız gereken şeylerden biri olarak mutlaka Sezen’in bir konserine gidin. (mümkünse açıkhavada)
Onu dinleyince hayatta olduğunuzu, üstelik o hayattan şahane bir gece çaldığınızı hissedeceksiniz.
İyi ki varsın Sezen...
Neslihan, sezen
Yazı Tarihi: 28 Temmuz 2008

24 Temmuz 2008 Perşembe

Duyduk Duymadık Demeyin!


Tam orta yerindeyiz yaz mevsiminin.
Etrafta (ziyadesiyle) deniz, güneş kremi ve yanık ten kokusu...
Maarif takvimindeki günün yemeği misali; -en verimsiz gününde bile - çevremde 3 öğün;
“Deniz, güneş, kum, tatil”, e tabii bir de “aşk” kelimeleri.
Günler uzun, aydınlık, cıvıl cıvıl...
Yaşamlar yollarda, orada burada, onda, bunda, şunda.
Yaşananlar uzun günlere tezat ve gökkuşağı alacalığında.

Dalları boğum boğum çiçek açmış yahut meyveleri ağır gelerek kollarını aşağı sarkıtmış koca çınarlara nispet insanoğlu kendisini bereket tanrısı ile eş koşarak nimetlerinden tüm evreni faydalandırma telaşesinde.
Zaman/çeşit performansında optimizasyon derdinde.
Şimdilerde bir ağustos böcekleri, bir de umut ve neşe olması gerekenden sanki az daha fazla.
Ağustos böceği neşesi örneklemesinde sakınca olmasa da adına paralel sakıncalıktaki karabatak yaşantısı revaçta olan.
Güneş gözlüğünü, parmak arası terliğini, çiçekli şortunu giyip, i-pod’unu alanın uzaklara gidesi, gidipte dönmeyesi var.
Plansız programsız, gamsız tasasız; meltemler, şehirler, Küba esintileri ve mohitolar arasında kaybolma hevesi hüküm sürüp gidiyor...
Anlayacağınız üzere ben de gitme arzusuyla yanıp tutuşanlardanım.
Gittin mi hiç -yahut gidip de dönmediğin oldu mu -diye soracak olursanız, hayır!
Onun yerine ben botlarımla adımladığım aşina caddelerde parmak arası terliklerimi giymeyi, güneş gözlüğümü ve i-pod’umu karda arşınladığım yollarda değişik mevsimler ile tanıştırmayı yeğleyenlerdenim.
Deniz esintili tütsülerim, mohito kimliğine büründürdüğüm soğuk yeşil çayım ve Küba melodili Radio Oxi-gen’im terk edemediğim şehrimin yardımcı figuranları.
"Gitme" arzusundan gele gele nereye geldiğimi gördünüz...
Anlamışsınızdır...Ben "Bağlananlar"danım.

Tanıdık yüzlere, gittiğim yerlere, yaptığım işlere, kapıdaki seslere, apartmandaki komşuya, koltuğa, masaya, hatta koltukla masamın hep aynı yerde duruşuna bağlananlardan...
Toplayıp çıkarıp, silip ekleyip, atıp tutup günün sonunda ‘bağlandıklarım’ listesini kabartanlardan.
Ve bu kabarık liste ile baş edemez hale gelince ‘kabaramazsın kel Fatma annen güzel sen çirkin!’ misali damar damar kabaranlardan :-)
Bugün o günlerden biri
Bugün, 24 saatliğine, listemdeki tüm bakır hatla bağlandıklarımdan ve geriye kalan heeeerşeylerden firar ederek avareliğe, uçurtma uçurmaya çıkıyorum.
Bugün mevsimim güneş, günüm ateş.
Cildim yaz yanığı, içerlerim kabarık kabarık.
Bağlasanız bağlandığım yerlerde dur durak bilesim yok.
Neresi olduğunu kendimin de bilmediği ama olmam gereken bir yerlerde güneş gözlüklerim ve i-pod’umla kulağımın ziyafetini gönlüme yaşatmaya,
Deniz rüzgarlarına dilek tutarak üflediğim mumun esintisini uçurmaya
Şahsa mahsus bir alfabe ile;
Buzzz gibi yeşil çayımı sağlık, mutluluk ve güzel günlere kaldırmaya yol alıyorum.
Diyorum ya, ben bugün dört duvarlara sığamaz giderim, kimseler tutamaz beni, ben kendimi bilirim...
Yazı Tarihi: 24 Temmuz 2008

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Haftaya Yarın Burdayım

Ankara’ya gitmem(iz) gerekiyor.
Benim İstanbul’dan, yurtdışında yaşayan ağabeyimin oradan.
Son 3 haftadır her hafta oldu olacak yasal bir iş var. Onu halletmeye 1 iş günü orada bulunmamız gerekiyor ki sabah 09:00 itibariyle devlet dairesi kapılarında olabilirsek aynı gün mesai bitiminden önce işlerimizi bitirebilelim.
E tabi gitmişken haftasonu ile de birleşsin ki annemizle hasret giderelim.
Planımız Perşembe akşamı orda olup, Pazar akşamına doğru yaşadığımız hayatlara/ şehirlere geri dönmek.
İşin bu hafta olması neredeyse kesin gibiydi. Ben de dün sabırsızlık yaparak gidiş- dönüş ulaşım biletlerimi ve iş yerimden iznimi alıp cebe koydum.
Her ikisini de yapmamı saniyeler takiben işin bu haftaya da yetişmediğini öğrendik. Pıssss.
Sinir oldum; kendi sabırsızlığıma, 3.haftasında da işin olamamasına.
N’olcak?
N’olsun, haftaya kalcak.
Hayırrrrr, olmaz, olamaz, haftaya kalamazzzzz!

***

Buz gibi bir merdivende oturuyorum. Kaç saattir, kaç gündür bilmiyorum.
Ne zaman sabah oldu, ne zaman güneş battı farkında değilim.
En son ne zaman yemek yemiştim hatırlamıyorum.
Ne bir minder, ne başımı yaslayacağım bir yer.
Ne bir teselli, avuntu, ne bir umut kırıntısı.
Soğuk merdiven, memeletsiz duvar, bomboş, kocaman beyaz bir tavan.
Önümden son sürat gelen giden sedyeler. Serum şişeleri, kan torbaları. Sedyelerdeki gözaltları morarmış, dudak pembelikleri çekilmiş, tenleri çoktan solmuş, iki alem arasında sıkışmış biçareler.
Mutsuz, umutsuz, yorgun hasta yakınları, içimdeki koca delik ve ben hıçkırıklar içinde.
O en sevdiklerimizi bize geri vermesi için Allah’a canhıraş bir yakarış, bir mucize için dua...
Maskeli hemşireler, yeşil önlüklü, kırmızılaşmış eldivenli, sadece gözlükleri altından kan çanağı, yorgun gözleri gözüken doktorlar.
Yoğun bakımın birbirine çarpan kapılarının her açılış kapanışında, kendi hastalarını 1 saniye bile olsa görebilmek için içeriye uzanmaya çalışan kafaların üstün çabası.
O 1 saniyede içeriye atılan bakışın bir ömür yürekte kalan izleri...
Oradan gelen acı iniltileri, panik, telaş ve can pazarı...
Verilecek bir haber için doktorların iki dudağının arasında tüm ümitlerini saklı tutan bizler...
Mümkünü olsa o canparesinin yerine sedyeye yatmaya, serumlara, makinalara bağlanmaya dünden gönüllü insanlar.
Yeniden o eski sağlıklı, güzel anlara dönebilmek için gözünü kırpmadan nelerini feda edebilecek canlar.
Yeniden veya hiç olmadığı kadar en baştan yaşanması hayal edilen o anlar...
Orada o kapalı kapılar/buzlu camların ardında; hiçbir şey yapamadan, sadece boşboş durarak, ne kadar çabalasan da seni göremeyecek, duyamayacak, bilemeyecek için beslediğin beyhude ümitlerini alıp oradan ayrılamamak, gidememek...
Elinden başka hiçbir şey gelmese de belki onun için orada olduğunu hissedebilir yakarışıyla ruhunu, dualarını, şifalarını ona göndermek...
Ve beklemek...
Ve sevmek...
Ve sevdiğini beklemek... hiç umut olmasa da umudun hayaline umut besleyerek...

Haftaya yarın Ankara’ya gidemeyeceğim, burada, 4 duvar arasında, bomboş duracak olsam da – İstanbul’da olacağım.

Yazı Tarihi: 16 Temmuz 2008

10 Temmuz 2008 Perşembe

Değişim

Bugün ilk kez birşey yaptım.
Birine karşı kızgınlığımı yüzüne şakadanak söyledim.
Nasıl oldu ben de bilmiyorum, tam da tilkice tersini yapmayı düşünüyorken.
Hiç adetim değildir benim; kavgalar, yüksek volume’lar, tartışmalar, yıkma/kırma/biçmeler...
Olayın sıcağıyla iç kusmalar, sinirden gözüm dönerek ağzımdan çıkanı kulağımın duymaması, tüm köprüleri arkama bakmadan bir bir yıkmalar...
Yok bunlar benim literatürümde.
Sakinimdir.
En azından öyle görünmeye çalışırım aslında bazı zamanlarda içimde fırtınalar koparken.
Nedir yani, iyi bir huy mu bu? Yoo, hiç sanmıyorum.
Kendime zararı var gibilerinden duygu demogojisine girmeyeceğim.
Asıl fenalığı bambaşka.
Bir kere her tarafı tutarsız.
Bir kere karşındaki seni öylesine yumuşak başlı belliyor ki hangi damlanın bardağını taşıran o son damla olduğunu hiçbir zaman kestiremiyor, üstüne geliyor da geliyor.
Seni neyin acıttığını, acıtma ihtimalinin olduğunu hiç bilemiyor.
Sonra sen debelen dur, ‘ben sana küsüm aslında haberin yok’ diye.
O; gül, bahar içinde yaşadığını zannederken bir bakıyor ki küttenek ipi çekilmiş, başağı tepetaklak edilmiş.
Sende de o kadar çok kırılmış ki tüm o biriktirdiklerin ne yapıştırılacak hal kalmış onlarda, ne taakat sende...
Her seferinde; tek celsede infaz için kendi kendime güç göstergesi, dayanıklılık testi.
Herşeyden vazgeçebilme yetime dair dirayet zorlayıcı ispat. Kendimi, kendime azmettiricilik.
Ve ardımda bıraktığım onlarca faili meçhul.
Demem o ki;
Mevsimler gelip geçiyor, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar kayıyor, depremler, fırtınalar, tsunamiler kavurup geçiyor, meltemler esiyor, aşklar yaşanıyor, bitiyor, müthiş bir hızla hayat akıp gidiyor ve dünya dönüyor, değişiyor, dönüyor, değişiyor...
Ben de değişiyorum.
Sesimin tonu, saçımın rengi, yüzümün çizgileri, gönlümün derdi, elim, kolum, belimin şekli ve doğrularım- yanlışlarım, alayı değişiyor.
İlk kez bugün şakadanak dışa vurduğum öfkemin karşılığında aldığım dibine kadar masumiyet kokan ‘özür’ aklımı başıma getirerek, beni yeni bir yaşıma daha sokuyor, mahcup ediyor, değiştiriyor.
Teşekkür ederim.

Yazı Tarihi: 10 Temmuz 2008

9 Temmuz 2008 Çarşamba

*Dokunduramadıklarımızdanmısınız?

Başlığı okuyabildiyseniz yazıya geçebiliriz, değil mi?
Geçelim geçmesine de nasıl bir giriş yapacağıma hala karar verebilmiş değilim.
Kafamda uçuşan onlarca cümle içinden yazımın giriş cümlesi olmaya hangisinin daha parlak bir aday olduğunu henüz seçemedim.
Isındıra ısındıra mı konuya başlasam yoksa küt diye damardan dozu verip azar azar geri mi çeksem bilemedim.
Kim hangisinden hoşlanır?
Veya ben hangisi ile demek istediklerimi daha iyi ifade edebileceğim, emin değilim.

Her yiğidin yoğurt yiğişi farklıdır.
Benim yazarken, sizin okurken, onların hissederken, bir diğerinin severken...

********************************

Klasik, sıradan ve monoton bir sabahta, her zamanki gibi günlük gazeteleri okuyarak günüme başladım.
Gündem haberleri, köşe yazarları, spor havadisleri, geyik yazılar derken ‘Yaz Mevsiminde Cilt Yaşlanması Hızlanıyor’ başlıklı sağlık yazısı dikkatimi çekti.
İlk olarak Demirel’in doktoru olarak üne kavuşan daha sonra da hep doğru ve bilinçli açıklamaları, sade ve sakin tavrı, güzel hitabeti ile haklı bir bilinirlik ve saygınlık kazanan Prof.Osman Müftüoğlu tarafından kaleme alınmıştı.
Güneş, yaz, yaş, kendinize bakın, cildinizi koruyun o' dur, bu'dur diye okurken aklım cımbızla tutulmuş gibi bir cümleyi özenle diğerlerinden ayırt etti. Paragrafı aynen alıntı yapıp, cümleyi koyultarak belirtiyorum:

KENDİNİZE İYİ BAKIN CİLDİNİZ GÜZELLEŞSİN

Cildiniz için neler yapabileceğiz sorusuna yanıt vermeden önce vücudunuz için yapacağınız bütün iyi şeylerden cildin de yararlanacağını unutmamanız gerekiyor. Bunun anlamı şu: İyi bir cilt için sağlam bir bağışıklık sitemine, sağlıklı kalp ve dolaşım düzeneğine, güçlü bir akciğere, görevini iyi yapan bir böbreğe ve iyi çalışan bir sindirim sistemine yani sağlam bir vücuda ihtiyacınız var. Ayrıca, ruh sağlığınızın da iyi olması gerekiyor. (Cilt sağlığının ruh sağlığı ile ne ilişkisi var diye düşünebilirsiniz. Bu sorunun yanıtını geçen ay yayınlanan "Derin Güzellik / Doğan Kitap" adlı kitabımızda uzun uzun anlattık). Beyninizle cildiniz arasında iki yönlü işleyen bir yol sistemi var. Cildinize yapılan her türlü hoşluk - güzel bir dokunuş, içten bir okşayış, yürekli bir öpüş- beyninize şifa verebiliyor. Eğer keyfiniz yerinde, huzurunuz mükemmel, ruhunuz dinginse yüzünüz de güzel oluyor.”

http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/9390604.asp?yazarid=96&gid=61&sz=78179

Bir an kendimi kopya çekerken yakalanmış öğrenciler gibi hissettim. Psikolojim karşısına ayna tutulmuştu. Mahremim tüm çıplaklığı ile açığa çıkacaktı. Bununla yüzleşmeye hazır mıydım?
Sonuçta göreceklerim ve duyacaklarım kendime aitti. Kendi kendimi de kandıramazdım ya.
Cildim, keyfim, huzurum, ruhum, şifalarım nasıl görünüyordu acaba?

Ben kendimle uğraşadurayım ama siz boşverin şimdilik beni de, cümleyi tekrar okuyun bence...

Hep takılmışımdır ben dokunamayanlara; karşısındakinin önce ruhuna, sonra bedenine/ tenine...
Mesafelere...
Kapıp koyverse kendini esamesi kalmayacak arşınları kalkan belleyenlere.
O buzdolabı kisvesi altındaki maskelere.
Ve bununla doğru yaptığını, mutlu olduğunu sananlara, gurur duyanlara...
Anlayamam...
Bu ne demek, nasıl yapılır böylesi?
Yazık değil mi bu güzelim hayata, yaşanılacak havai fişek duygulara, günleri berduşca harcamaya?
Kimin kime afrası tafrasıdır bu? Nasıl bir özbenlik savaşı?
Nasıl hoşlanılmaz sevgi dolu bir dokunuştan?
Samimi, sıcak bir temastan?
Yüreğini ellerine koyup ellerini sana veren birinden?
Yalan söylemeyen gözlerden?
Güvende hissedilecek bir kucaktan?
Sıkı sıkı, dolu dolu bir sarılmadan?
Zaaflarını belli edip zarar görmemekten?
Korkusuzca sevmekten, beklemekten?

'Tüm bunlar beni ilgilendirmiyor, dokunmayın bana, buzdolabımda konforum yerimde" deyip, elinizin tersiyle itenlerden,
Cildinizin ve ruhunuzun şifasını yaşatmayanlardan,
Yani ‘‘dokunduramadıklarımızdan" değilsiniz, değil mi?

Biliyorum, biliyorum değilsiniz... :-)

* Kelimenin sonundaki soru eki 'mısınız'ın ayrı yazılması gerektiğini biliyorum ama böylesini okumaya çalışmak daha eğlenceli diye bütünlüğü bölmeden bir çırpıda yazmak istedim:-)

Yazı Tarihi: 09 Temmuz 2008

Bir Çınarla Tanıştım

Onunla tanıştığımızda beni hiç tanımıyordu.
Bu dünyadaki mevcudiyetimden dahi haberi yoktu.
Tezat bir şekilde ben onun hakkında bir sürü şey bildiğimi düşünürken...
Yıllardır sıkı takipçisiyim kendisinin.
Ve ne kadar doğru bir kelime emin değilim ama aynı zamanda sıkı hayranı, fanatiği.
Bendeki değeri, bana kattığı değerden;
beni şekillendiren, hayatımda hiç olmamasına rağmen aslında en çok olanlardan, en kıymetli yapı taşlarımdan olduğundan.
Yazdıklarını okurken;
Dakikalar boyunca tüm aklımı yoğunlaştırarak pür dikkat kesilip; kah sevinip, kah iç çekerek,
Kimi zaman onun bana kattığı fikirlerle kıpır kıpır hissederek, zaman zamansa içim titrek düşüncelerimle başbaşa derin mevzulara dalarak
Yazdığı onca şeyden neler neler öğrendim...
Ve bana tuttuğu ışıkla kendime nice pencereler açarak, perdelerimi sınırsızlığa açtım.

**********

Bu sene 6-30 Haziran tarihleri arasında 36.sı düzenlenen İstanbul Müzik Festivali kapsamında gittiğimiz kapanış konseri olan Romantik Operalardan Aryalar, birkaç ay önce kaybettiğimiz ünlü opera sanatçısı, diva Leyla Gencer anısına düzenlenmişti.
Hem bu anlamlı ithaf, hem de festivalin kapanış gecesi olması sebebiyle Aya İrini o akşam ünlüler geçidine ev sahipliği yapıyordu.
Konserde dünya opera sahnelerinin yeni “süper starı” olan mezzosoprano Elina Garanca Borusan İstanbul Filarmoni orkestrası ile, müziğin dahisi olarak anılan şef Karel Chichon yönetiminde sahne alıyordu.
Konser repertuarı:
Tchaikovsky’in Romeo ve Juliet Fantezi Üvertürü
M.Ravel’in Şehrazat’ı
Nikolai Rimsky- Korsakov’un İspanyol Kapriçyosu ve
G.Bizet’in Carmen Operası gibi eserlerden oluşuyordu.

İlk yarı bitiminde, halimizden memnun bir halde konser salonundan fuayeye geçmeye çalışırken güruh halindeki kalabalıkta bir anda onu yanımda gördüm ve az sonra da omuz omuza yürür haldeydik.

Heyecan yaptığımın ilk ve en belirgin göstergesi anında şuursuzlaşmamdır.
Keza yine aynı; bu zavallı akıbetten kendimi koruyamadım.
Kendimi, duygularımı, ona olan hayranlığımı anlatacak sözleri bulamadım. Bunca yazısını okuduğum, değer verdiğim biri ile tanışmam gerekliliğini şiddetli bir biçimde hissettim.
Yalınca kendimi tanıtarak, “ben yazılarınızı olabildiğince takip etmeye çalışıyorum, ufkumu açıyorsunuz, bunun için size teşekkür etmeliyim” kelimelerini toparlayabildim üstün çabam ile.
Sıcak ve sade bir tebessümle beni selamlayarak teşekkür etti.
2 adım sonra yol bitiminde ayrıldık.

Benim için önemli iki adımlardan, anlamlı anlardan biriydi büyük çınar Doğan Hızlan ile tanışmak.

Hayallerin, isteklerin sonu gelmiyor.
Belki günün birinde üstat Çetin Altan ile bile tanışabilirim, kimbilir...
Tanışmasına tanışırım da konuşabilir miyim işte o muamma :-)

Yazı Tarihi: 08 Temmuz 2008

8 Temmuz 2008 Salı

PES yani...

Günümüz dünyasının son ve parlak şampiyonu PES...
Beylik erkek oyunları tavla ve pokerin yerini çoktan alan PES...
Sıkı oyuncu, yeni nesil ve kendinden emin PES...
Sağlam adımlarla ilerleyen, rakipsiz şaheser PES...

Çocukluğumun isli- puslu görüntülerini hafızaya çağırıyorum.
Henüz büyük aile ilişkilerinin sıkı fıkı, komşuluk ilişkilerin samimi yaşandığı günler.
Her pazar yapılan kalabalık aile toplantıları...
Hanımların mariflerini 101 çeşit yemek yaparak gösterdikleri, çocukların şen-şakrak birbirleriyle oynadığı, babaların saatler süren tavla turnuvaları ve pokere 4’leri.
Ne gırgır şamata yaşanırdı ama...
Kaç kere birbirlerinin kolunun altına tavlayı sıkıştırıp, ‘öğren de gel!’ dediklerini hatırlarım :-)
Ve saatler boyu süren as-döper- full rua söylemlerini.
Vakit geceyarısını zorlar; çocuklar ağaçtan düşmüş dut gibi kanepe tepelerinde, koltuk kenarlarında, orda burda sefil olurlar, babalar hala önündeki 3 fasulyenin hesabını bitirememişlerdir.
Hanımların ‘hadi artık ama çok geç oldu, bak çocuklar uyuyor’ serzenişlerine,
‘Tamam yavrum son el, şu bacanağın fasulyelerini alayım kalkıyoruz’ diyen sesleri hala dün gibi kulağımda.
Birbirlerine olan tatlı-sert takılmaları, konuştukları tüm o erkekçe jargonları, kahkahaları, zaman zaman oyunun tansiyonuna kendilerini kaptırıp yükseltikleri sesleri, hanımları içerisine almadıkları ve gerçekle ilişkilerini kestikleri o dünyaları, hırsları, saflıkları ve gördükleri-göremedikleri tüm blöfler... meğer ne kadar da hayatın içinden, gerçeği yansıtıyorlarmış...
Şimdi üzerinden geçen onlarca yıl, ardında bırakılan onlarca hasreti tadınca daha iyi kavrıyorum bunları...

Artık bu devir neredeyse kapandı/kapanıyor.
Kağıt/tavla hükümdarlığı bitti/bitiyor.
Günümüz beylerinin son gözdeliğini fiyakalı PES’ler alıyor.

Kendisine hayranlığım sonsuz. Marifetleri karşısında dimağın soluksuz.
Zira başka hiçbir şey tanımıyorum ki o 2.80 çam yarmalarını kreşe yeni başlamış çocuk kıvamına getirebilsin:-)
O ne masumluk, o ne pür neşe eğlence, için dışa katıksız vurumu....
Ekranın içine girmeye çalışan, giremeyince kafa atmaya kalkışan, o da olmadı tüm heyecanını elindeki joystick'e yansıtarak elleri/parmakları karıncalaşan, gözleri çakmak çakmak bağıran-çağıran, küfür eden, omuzları titreye titreye gülme krizlerine giren, dil dışarda ful konsantre/ yarı tik kendini kaptırarak 0-6 yaşa dönen koca bebeklerin o hallerini bize gösterdiği için sevgili PES’e hem hayranlığım hem saygım ölçülemez.

Yok böyle eğlenceli seyirlik bir sahne :-)
Yok böyle doğal bir hissiyat...

Peki ya biz hanımların durumu nedir o esnada?
Bizim için de gülen gözler ve içten bir tebessüm ile verilen sıcak bir selam dünyanın tüm PES’lerinden alınan keyfe eş değer tam da o sırada..:-)
PES yani :-)

Yazı Tarihi: 08 Temmuz 2008
Not: Ben bu yazımı 08 Temmuz 2008'de yazdıktan sonra 03 Ekim 2008'de Hürriyet Gazetesi yazarlarından Cengiz Semercioğlu "Playstation delileri" başlıklı bir yazı yazmış. Benim çok hoşuma gitti. Siz de okumak isterseniz aşağıda linkini bulabilirsiniz.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Yaşasın Müze Kart Çıktı!

Benim gibi müze meraklıları için harika bir gelişme yaşadık geçtiğimiz günlerde.
Yurtdışında turist bilgilendirme merkezlerinden komik bir ücrete alınabilen müze kartlar ile kapsam dahilindeki tüm müzeleri ekstra ücret ödemeden gezebiliyorsunuz.
Bu uygulamanın 19 Haziran 2008 itibariyle Türkiye’de de hayata geçirilmesi çok sevindirici.
En güzel yanı ise 1 yıllığı 20 ytl olan hesaplı fiyatı.
Sadece Topkapı Müzesi müze girişinin dahi kişi başı 10 ytl, harem dairesi girişinin de bir 10 ytl daha olduğu düşünüldüğünde birkaç kişilik aileler için müzekartın avantajı çok net olarak ortaya çıkıyor.

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, müzekartın lansman toplantısında "En çok yabancı ziyaretçi alan ve turizmden en fazla gelir elde eden ilk 10 ülke arasındayız. Bu doğrultuda öncelikli hedefimiz kültür ve tarih konusundaki zenginliklerimizi kendi insanımıza tanıtmak" diyerek bakanlığının izleyeceği yolu işaret etti.
Müzekartın tanıtım sitesinde ise ‘Müzekart nedir?’ sorusunun cevabı aşağıdaki şekilde açıklanmış:
Müzekart, uygarlıkların zevklerini, sevdalarını, düşüncelerini, inançlarını, yaşam tarzlarını, koruyan ve bu mirası geleceğe taşıyan müzelere sınırsız ziyaret olanağı sağlıyor. Atalarımızın bizlere bıraktığı geçmişi gelecekle buluşturuyor.
Artık Türkiye’de 300’ü aşkın müze ve ören yerini istediğiniz zaman gezebilecek, tarihte keyifli bir yolculuğa çıkabileceksiniz.

Bu karta http://www.muzekart.com/ site adresinden on-line başvurabiliyor ve arkadaşlarınıza hediye edebiliyorsunuz.

Yazı Tarihi: 07 Temmuz 2008

Çok erken değil miydi?


4 Levent’te 10.kattaki ofisimin penceresinden Futbol Federasyonu binasını görmekteyim. Sabahın erken saatlerinden beri her taraf polis kaynıyor.
Pazartesi sabahı trafiği yetmiyormuş gibi bir de her köşe başında sevimsiz polisler ve otomobilleri.
Polisler sevimsiz olduğundan değil aslında, durum sevimsiz olduğundan günah keçisi olma payesini onlara biçmek istediğimden bunu yapıyorum.
İçim tedirgin.
Pazartesi sendromumun üzerine aldırmıyormuşum gibi davranmaya çalıştığım ama basbaya içerlerimi keyifsiz bırakan bu ani ölüm eklendi.
Her ölüm üzücü...
Ama erken ve zamansız olanlar daha da çok.
Futbolla- mutbolla alakam yok(tu) benim.
Ne zamanki çok taze gerimizde bıraktığımız Euro2008 Futbol Turnuvası’nın orta yerine düştüm, durum değişti.
Haziran ayında başlayan bu turnuva ile yaklaşık 3 hafta boyunca birden bire ekvator çizgime oturan futbolda her biri birbirinden heyecanlı onlarca maçı izlerken kendi kendime şu cümle ile yüzleştim:
“Coşkunu geç de olsa keşfettiğim için çok mutluyum futbol, hayatıma hoşgeldin”
Bu turnuvadaki final vizesi almaya çalıştığımız Almanya maçı bana göre hem en iyi oynadığımız hem de en heyecanlı maçtı.
Maçın o yürek dayanmaz atmosferinde attığımız her golden sonra havalara zıplayarak hanımını kucaklayan Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın çocuksu coşkusuna hayran kalmıştım.
Hele hele diğer yanındaki Cumhurbaşkanı sevincine partner arayışı içinde onun sırtını dürterken o hiç aldırmayıp hanımına sıkı sıkı sarılınca bu duruma bayılmış, gidip alnından öpesim gelmişti.
Protokol gereği gönlünün neşesini ve coşkusunu dindirmediği, yönünü yapmacıkça saptırmadığı için ‘helal olsun’ dedim, ‘işte bu yürekten sevinç, gerçek sevgi.’
Futbol maçı protokollerinde görmeye hiç alışık olmadığımız hanımının saf heyecanı ise ilk başta fazlasıyla garipsediysem de sonrasında fevkelade sempatik bulduğum bir haldi.
Ve ben onları böyle çok sevdim.
Sevinçlerin paylaşıldıkça çoğaldığını bir kez daha hissettim.
Üstat Çetin Altan’ın mutluluk üzerine verdiği şu tarifi aklıma getirdiler:
“Mutluluk, sevdiğinle zamanı süresiz unutabilmektir”
Biliyorum ki ben dahil onları seyreden herkese beyaz camın arkadasından mutluluk aşıladılar, sevgi hissettirdiler ve paylaşımın güzelliğini yaşattılar.
Daha yapılacak çok işi varken, henüz 52 yaşında çok gençken önceki akşam (05/07/2008) alınan Hasan Doğan’ın zamansız kaybı haberi bende ve biliyorum ki herkeslerde derin üzüntü yarattı.
Henüz dumanı uçmamış bu turnuvanın üzerine kara bulutlar getirdi.
Allah rahmet eylesin, bütün sevenlerinin başı sağolsun.
Ruhun şad olsun başkanım.

Yazı Tarihi: 07 Temmuz 2008

2 Temmuz 2008 Çarşamba

İsyan

Eşek kadar kız oldun hala akıllanmıyorsun değil mi?
Nato kafa nato mermer.
Bu ne aymazlık, ne dediğim dedikçilik hayret!
1,5 senedir bir arpa boyu yol alamadın, burnun yüz kere sürttü, bin kere ellerin maskarası oldun hiçbiri ders olmadı di mi sana?
Yazıklar olsun, yazıklar....

Kaç kere ne hallere düştüğüne bizzat şahit olmadım mı?
Az mı ağlaştık karşılıklı, dertleştik seninle, söz üstüne sözler verdin, ölsem dönmem sözümden dedin, yüzbin kere tövbeler ettin...
Hepsi yalan, kof muydu; söz geçiremediğin egona idarelik kandırmaca mıydı?
Yorulmadın mı her seferinde başa dönmekten, aynı saftirik heveslerinin kursağında kalmasından? Yoruldun biliyorum...
Neden hep elindekini avucundakini hoyratça harcayıp sıfıra dönüyorsun, acıtmıyor mu? Acıtır biliyorum...
Gözüne inen perde ne zaman, nasıl kalkacak a kızım, söylesene nasıl?
Ne zaman az biraz da olsa bencil olabileceksin, az biraz da olsa kararlı?

Nice badireler atlattın, ne günler mevsimleri ite kaka arkanda bıraktın
Düşün, düşün, düşün....aklını
Dayan, dayan, dayan... sabırtaşlarını çatlattın
Şahdamarın boğazında atarken sen parmak basıp susturdun
Şimdi bir kadir kıymet bilmezin onca hayırsızlığına rağmen iki satırına yeniden aldanmak nasıl kabul edilir a kızım söylesene nasıl?!
Yapma etme, aklını başına devşir
Boş geç sen, yok farzet
Sakın olma yeni yayın dönemi ile yeniden haşır neşir...

Yazı Tarihi: 02 Temmuz 2008

1 Temmuz 2008 Salı

* The World is Mine

Sevgili arkadaşım Hakan’ın Facebook’daki statülerine bayılıyorum.
En favorim “the world is mine”.
Sonrasında ise yeni güncellediği “Hakan Bursalioglu feeling so alive” oldu.
Okuyup geçemedim, kaldım, “vayyy be” dedirtti ve “vayyy be” hissettirdi.
Pharmotan etkisi gösterdi. Bilirsiniz işte; hani şu içince kolunuzu bacağınızı bağlasanız tutamadığınız, dere tepe tam tur koşup ardından camı kapıyı silip devamında da 16,224 adet mekik&şınav çekesinizi getirten vitamin.
Nazarlara gelmesin, konunun birkaç aydır benim içinde bulunduğum bol şenliklere gebe ahval ve şeraitimle ilgisi yok değil tabi. Ama aslına bakarsanız tamamen “pozitif düşün pozitif yaşa “ vaziyetleri.
Ukalalık yapmayacağım; eminim ki bunun herkes farkında da uygulaması her zaman kolay olmuyor.
Biliyorum ne üzüntüler, acılar, dertler, kederler, tasalar çektiğimizi bu hayatta. Ben de çekiyorum. Eminim devamı da gelecek.
Daha önceleri olduğu gibi;kafama yorganı çekip tüm gün yataktan çıkmak istemeyeceğim, uyanma amacım olmayan, anne karnına geri dönmek isteyeceğim günler yine olacak.
Olsun....
Ama az olsun, azcık, geri geleyim hemen, mümkünse kırmızı çizginin altında kalıp süzülüversin, çıksın gitsin hemencecik.
İnanın en kafanızı kuma gömmek istediğiniz zamanlarda bile biraz çabalayınca insanın içine tekrar ateş düşürecek, yine yaşadığını hissettirecek, koca dünya benimmm dedirtecek birşeyler çıkıyor.
Mesela sizi sizden alacak harika bir müzik,
Mesela akıllara durgunluk verecek nefasette bir yazı,
Mesela okumak: kitap, şiir, gazete, dergi, tommiks, duvar yazısı, graffiti her ne ise...
Mesela bedeninizle barışacağınız spor,
Mesela tadı damağınızda kalacak leziz bir yemek,
Dozu kaçırmamak şartıyla zaman zaman alışveriş, hoş hissedeceğiniz yeni bir saç modeli, el/ev işleri, bulmaca, internet, çikolata, çocuklarla geçirilen vakit, ağız dolusu kahkahalar, yakın bir arkadaşla sohbet, yeni tanıştığınız birileri, yeni bir uğraş, hayvan sevgisi, camları açarak ufuk çizgisine doğru araba kullanmak, sonsuz mavilikteki sahil, parıldayan güneş.....o, bu....
Her ne ise biri biryerlerinizden mutlaka yakalıyıveriyor.
Yeter ki yakalanmak isteyin ve niyeti bozun.

Ve beeennn, ve sizzzz

Yeter ki iç ışığımızı, kıpırtımızı kaybetmeyelim. İçinde olduğumuz harika yaz günleri gibi uzun aydınlıklar, bol güneşlerle tadalım bu hayatı.

Not: Bu yazı tamamen hislerin hakim olduğu, ancak içimden geldiği gibi yazılmış bir yazıdır, zararsızdır.

Neslihan, optimist :-)

* Güzel Türkçe'miz varken İngilizce kullanımları sevmiyorum ama bu başlığın karşılığını birebir verecek uygun kelimeleri bulamadım, ne koyduysam tutmadı. Önerisi olana açığım.

Yazı Tarihi: 01 Temmuz 2008