31 Aralık 2009 Perşembe

2009'un son 2010'un ilk yazısı!!!

10-11 yaşlarındayım.
Rezalet bir yaş.
Ne çocuksun, ne gençkız.
Ne şirinsin ne güzel.
Ne bir halttan çakıyorsun ne saftoriksin.
Ne barbie'lerle oynuyorsun ne barbie olabiliyorsun.
Ne o'sun ne bu'sun.
Arada derede, hebele gübele ağzın açık ööööyle kımıl kımıl takılıyorsun.
*****
Babamın sırtında yıllardır her akşam eve geldiğinde giydiği o çok sevdiği siyah üzerine beyaz çizgili hırka.
Masaya eğilmiş mum üflüyor.
Ben de o hebele gübele halin sevinçten daha da şebekleşen biçimiyle alkışlıyor muyum, zıplıyor muyum öyle anlaşılmayan hareketler silsilesi içindeyim.
*****
Yılbaşı deyince aklıma sadece bu kare gelir.
Doğduğunda nüfusa kayıt ettirilmediği için babamın doğum gününü bilmezdik.
Biz her yılbaşı gecesi kutlar, ısrarlarımızla ona mum üfletir, saat tam geceyarısı 12'de ışıkları yakar söndürür, yakar söndürürdük...
*****
Yılbaşı benim için eşittir aile.
Hıristiyanların en gıpta ettiğim adetlerinden biri.
Tüm aile, nerede olursa olsun yeni yıla birlikte girmeli.
Kalabalık, büyük, kocamaaannn bir aile olarak. (Sarah Jessica Parker ve Diane Keaton'un başrolde oynadığı "Family Stone" filmini izleminizi şiddetle öneririm)
Hayatta kalan kim varsa orda hazırolda bulunmalı.
Bodrum'a, Antalya'ya, yurtdışına falan gidilmemeli.
Kocaman bir masa kurulmalı ve herkes birarada o masada olmalı.
Atışmalar, takışmalar, hırlaşmalar olsa bile sonu hep kahkahalar ve sarılmalarla bitmeli.
Yılbaşı pastası kesilmeli, mutlaka mum üfleyip dilek tutan birileri olmalı.
Ve illa ki minnacık bile olsa birilerinden diğerlerine hediye gitmeli.
Seçimi ve paketlenmesi kişiye özel, en özelinden olmalı.
Kar yağar, şömine yanarsa da buna gerçek değil masal denmeli.
*****
2009...
Kafama balyoz yediğim bir yıl oldu bu yıl.
İlk 1,5 ay işyerinde delirmenin eşiğine gelmiş, içimden mütemadiyen saydırırken yukardan bir ses "duuuurrr" dedi.
Madem dert arıyorsun al sana!
Gelen bir telefonla dünyam altüst oldu.
Ertesi sabah Ankara'daydım.
İşyerimdeki masamda tüm eşyalarım olduğu gibi kaldı. 3-5 gün sonra gelirim sandım 10 ay oldu daha geri dönemedim.
Annem pankreas kanseriydi!
Apar topar Ankara'da ameliyata alındı.
Hoca bizi ameliyathaneye çağırdı.
"Üzgünüm" dedi, "kitleyi alamadık,inanın elimizden geleni yaptık ama alamadık"
Sadece dizlerimin tutmadığını hatırlıyorum, gerisi flu.
Tam herşey bitti derken bir mucize yaşadık.
Dikişleri kapanmadan İstanbul'da ikinci ameliyat.
10 saat sürdü. Bitmek bilmeyen 10 saat. Sonunda herşeye hazırlıklı olmamız gereken 10 saat.
Ve evet kitle alındı. Dünyalar bizim oldu.
Başladı hastane süreci.
Her saniyesi ıztırap dolu 1 ay.
Karşı odada bir Sırp vardı.
O da pankreas kanseri 51 yaşında. Birkaç ayda 40 kg'ya düşmüş, erkek.
Ne zor şeyler yaşadı.
Gece 3'te, sabah 5'te, akşam 10'da kapımız çalınır ve ben koşa koşa tercümanlık için odalarına, doktorlara giderdim. Defalarca acile alındı.
Mayıs'ta hastaneden çıkarıldı, Temmuz'da ölmüş.
*****
Mayıs gelmeden ben de ölüyorum sandım o aralar.
Umutsuzluktan, belirsizlikten, korkudan...
Yanaklarım içine göçtü.
Gözbebeklerim sarardı.
Korkularım arttı.
Üzerime gitmek bilmeyen bir titreme geldi.
O geldi ben üzerine gittim.
Birden herşeyi yapabilecek sonsuz bir güven kondu üzerime.
Herşeyi...
Herşeyi yaptım, elimden gelen herşeyi.
Bir hayat için, annem için.
*****
Bahar geldi o sırada, iyileştik, hastaneden çıktık.
İlaç kokusu yerine oksijen koklamak, 20m2 oda yerine kocaman evimde yaşamak ne harika duygularmış işte şimdi idrak ettim.
Hep güçlü oldum, herşeyi becerdim, hep ayakta kaldım ama içimi saran koca boşluğu bir türlü adam edemedim.
Ellerimi tutacak, gönlümü sevecek, saçlarımı okşayacak, bana "yalnız değilsin, ben yanındayım" diyecek bir sevgiliye doğru akmaya başladı içim.
Bir başıma, dualar ve gözyaşları içinde geçirdiğim günlerim, gecelerim sonrası yıllardır özlemini çektiğim harika bir duygu esir almaya başlamıştı kalbimi.
Herkeslerden farklı biriyle tanıştım.
Aşık olmayı hiç ummadığım biri.
Ummazken gülüşünde takılı kaldığım biri.
Ufuk çizgim olmadan, göz alabildiğine bütünleştiğim biri.
Ömrümün en sahici ve bir tarafımla annemin hayat mücadelesini verirken diğer tarafımla bulutların üzerine çıktığım 4 ayını geçirdim onunla.
Sonra birden pat diye "olmuyor" dedi, "bitirmeliyiz"
Babamın mum üflerkenki görüntüsü geldi gözümün önüne ve sonraki yılbaşlarında içimde hissettiğim boşluk oturdu kalbimin üzerine.
Yıl bitti o sızı bitmedi, hiçbir avuntu sevinç o sızıyı hafifletemedi.
O gitti, 2009 benim için bitti.
*****
Ameliyatlar ve hastaneden sonra annemin kemoterapi dönemi başladı.
O öğürdü benim içim çıktı, o yemedi benim kemiklerim süzüldü, o ağrılardan kıvrandı ben sancılandım.
Tedaviler bitti, herşey düzelecek derken tahlil sonuçları ters gitti.
Bir anda yine dünya tersine döndü.
Kul çaresizliğe büründü.
Ne geçmiş, ne gelecek herşey o esnada tükendi.
Günler sonra iyi haber geldi.
Durum korktuğumuz kadar vahim değildi.
*****
Molaaaa, molaaaa hakem görmüyor musun mola istiyorum diye avazım çıktığı kadar bağırdım.
İlk mola hakkımı Kasım'da kullandım.
Bastım soluğu Londra'da aldım.
Yeni bir hayat, yeni günler ve belki de yeni bir gelecek.
Umutlar, hayaller, planlar, beklentiler olmadan yaşamak sadece kekremsi bir tat veriyor insana.
Ve her dibe çöküş daha hızlı fırlatıyor seni yukarılara.
Yakında tüm haberlerim oralarda.
*****
2009...
Amma kallavi bir yıldı ama.
Ne adamlar, anlar, durumlar, kararlar, Sırat köprüleri, felaketler yaşattı bana.
Ne sağlam balyozlar, gülleler indirdi kafama kafama.
Ne yordu beni, yolunmuş kaza döndürdü.
Adam etti, eşek etti, şebek etti, aşık etti, beter etti, heder etti, derbeder etti, içime etti, etti de etti...
Bir sürü şey etti, o etti ben öğrendim.
Yaşadıklarımdan çok şey öğrendim.
Bir dolu konuya daldım, yeni kavramlarla tanıştım, farklı farklı insanlardan öğrendiklerim hayat kıvrımlarıma girdi, eski benin üstüne yepyeni bir ben inşa etti. Biraz daha zenginleştim.
Hayat ne menem şeymiş biraz daha anladım.

Ve işte, bir yıl daha bitiyor.
2009 benim kişisel arşivime dondurulmuş bir yıl olarak geçecek.
Çünkü sene başında planladığım hiçbir şeyi yapamadım.
Çünkü asla unutmak istemediğim kadar güzel bir aşk yaşadım.
Sonu beni çok üzüp çok yorsa da her saniyesini tekrar tekrar ve tekrar yaşamak isteyeceğim kadar değerli.
2010 için şimdiden bir sürü kararlar aldım.
Kim bilir yıl bittiğinde kaç tanesini gerçekleştirmiş olacağım.
Hala yazıyor olursam buradan sizinle paylaşacağım.
Kim bilir ne sürprizler karşılayacak beni, yine tokatlayacak:)
Ama bu bir gelenek, olmazsa olmaz.
Planlar bozulmak için yapılır.
Ben hedeflerimi koyayım da gerisini o düşünsün.
Hayat nasılsa düdüğünü istediği gibi öttürecek.
Ben bu hayatı seviyorum.
Her anını...
Hepinize mükemmel bir 2010 diliyorum.
Sağlık ve aşk dolu, dolu dolu bir yıl.

Nesss, the 2010

Yazı tarihi: 31 Aralık 2009

Tiramisu'yla Yeni Yıl


"Tiramisu" İtalyanca bir kelime.
İngilizce karşılığının "lift me up" olduğunu söylemişti bir arkadaşım.(Deniz'im kulakların çınlasın)
Yani "beni yukarıya kaldır"; saçmalamayın tabii ki fiziken değil, ruhen.
Modumu yükselt, iyi hissettir, kısaca "uçur beni bebeğimmm!" ;-P
Amma da flörtöz bir laf.
Pek iddialı, baştan çıkarıcı, maharetli bir tatlı.
Immm, ağızda eriyen yarı ıslak keki, enfes kreması, harika kakaosu ve ucundan azcık baileys'iyle tadına doyum olmayan bir pasta.
Adı da kendi de buram buram "uçur beni bebeğim"
Yani daha iyisi Şam'da kayısı :)
Yılbaşı yemeği menüsünü hazırlarken en çok tatlı konusunda titizlendim.
Hem oburgiller familyası olmamak hem çocuklar ve yaşlılarca afiyetle hüpletilecek hem geç saatlerde cuklatınca mideyi yormayacak hem de ben gibi "dünyadaki tüm tatlıları yemek istiyorum ama aynı zamanda 49 kg. olmak istiyorum" diyen aklı kıtları mutlu edebilecek kadar az kalorili, light ve ümit dolu bir tatlı bulmalıydım.
Bu tatlıyı seçme ve yapma işi başa düştü.
Başa düşen her iş gibi bunu da başarıyla tamamladık Alim Allah.
Benim fikrim diye söylemiyorum bir kere seçim kafadan 10 numara.
Geçtiğimiz Mayıs ayında gidip sükut-u hayaller denizine düştüğüm Roma'da seyahatimi biraz daha eğlenceli kılabilmek için kendime üzerinde harika makarna resimleri olan bir mutfak önlüğü almıştım.
Ateş kırmızısı.
Yılbaşı için biçilmiş kaftan.
Ateşşş kırmızısı mutfak önlüğüm ve daha da ateşşş kırmızısı ojelenmiş tırnaklarım ve olayı abartarak daha daha daha da ateşşş kırmızısı rujumla artık tiramisu yapmaya hazırım.
Ve fakat önlükte bir hikmet olmalı ki onca süsüme ve çoktan havalara yükselmiş ruhuma rağmen üzerime geçirir geçirmez benliğimi Jamie Oliver teslim aldı zannettim.
Öylesine bir mutfağa aidiyet, bir teslimiyet...
Hiç şüphe yok ki o maharetlilikle ortaya bir tiramisu çıktı ki yemeğe doyulmaz; parmak yedirten cinsten.

Tencerenin dibinde kalan kremayı 7 yaşlarına basmak üzere olan yeğenlerim Alp ve Zeynep kaşıkla resmen kazıdılar. (küçükken abim ve benim en büyük eğlencemiz annemin yaptığı Supangle tenceresinin dibini aynen öyle kazımaktı, o çikolata kokusu hala burnumda :-) )
Eğlenceli bir yapım aşamasından sonra tiramisumuz tabağına konularak buzdolabındaki yerini aldı ve heyecanla yarını bekliyor.

Bunca reklamdan sonra canı çekenlere, hamilelere, henüz Yılbaşı pastası yapmamış olanlara veya az sonra misafiri gelecek olduğu halde evinde pastası olmayanlara:
İşte size tarif: (yüksektopuklar.net sitesinden alınmıştır)

http://www.yuksektopuklar.net/yemek-tarifleri-resimli-pratik-yemekler/tatli-tarifleri/1532-tiramisu-tarifi.html

Afiyet bal şeker olsun,
Nesss the up, uppp&uppppp

Yazı tarihi: 30 Aralık 2009

30 Aralık 2009 Çarşamba

Nostaljiiii- Anlıyorsun değil mi?

Multi-process durumları zirve yapmış şekilde Speedy Gonzales olarak ilerliyorum.
Yeni yıla 1 kala hazırlıkları başlattım.
Çoğunlukla küçük çekirdek aile olarak geçirdiğim yılbaşı gecesi bu sene biraz genişledi.
Ev sahibi benim.
Bu sene ben ve anneme ilave olarak ağabeyim Alper, eşi yengem Alev, dünya şekeri ikiz yeğenlerim Alpiii ve Zeyniii var.
Birkaç sene önce İstanbul'a yerleşen kuzenim Dila ve onun 9 yaşındaki kızı İlayda'da bana geliyor.
Kuzenimin annesi- teyzem onları yalnız bırakmamak için atladı geldi Ankara'dan, daha bizim evdekiler bilmiyor, sürpriz olacak.
Eski dostum Burçak da bu sene Yeni Yıl'a bizimle girecek.
Gelmesi muhtemel birkaç kişi ve uğraması kuvvetli muhtemel üç beş kişi daha bekleniyor.
Ev ilk kez bu kadar şenlikli anlayacağınız.
Günlerdir ailecek kalabalık sofralar kurduğumuzdan herkes yemekten çatlayacak durumda.
Ne de olsa yemek masası sosyalleşmek demek bizim kültürümüzde.
O yüzden ha babam de babam dolmalar, sarmalar, mantılar, börekler, baklavalar, tatlılar... yeme komasına gireceğiz cümleten mazallah.
Bu gidişe bir dur demek gerek diye aile meclisi olarak toplandık ve bir karar aldık.
Yılbaşı'nda israf yok.
Yılbaşı yemeğimiz çok sade ve az çeşit olacak.
Kalabalıklara mahal vermeyeceğiz.
Soframız gibi midemiz, midemiz gibi kendimiz de sade, yalın, arınmış ve gereksiz şeylerden kurtulmuş olarak girmek istiyoruz yeni yıla.
Yani diyeceğim; hazırlıklar az olacağı için günler öncesinden mutfak önlüğü boynumda, yüzümde unlara bulaşmadım.
Zaten 10 parmağımda 10 marifet, bir çırpıda çıkarıveririm ben tüm bu menüyü :-P
Ev sahibi olarak menünün oluşturulması, alışverişi ve hazırlanması bana ait.
Sabahtan hallaç pamuğuna dönmüş evimin düzeltilmesi ve temizliğiyle başladım olaya.
Şimdi mutfağa geçtim.
Bir yandan Londra'da çektiğim onlarca fotoğrafı ve videoyu bilgisayarıma yüklüyorum.
Fotolar bitince aldığım ve kopyalamak üzere ağabeyimden getirdiğim cd.leri itunes'umla tanıştıracağım.
İşleri bitirince ufak bir el bakımı ve manikürden sonra kırmızı oje durumlarına geçeceğim.
Yeni Yıl'a kırmızısız girilmez malum.
Diğer taraftan ekranımda bir sürü pencere açık; bilumum gazetelerin siteleri, yemek tarifleri ve yazmaya çalıştığım "Yeni Yıl" yazım.
Hepsini yaparken de dün akşam buluştuğum bir arkadaşımla konuştuklarımızı düşünüyorum.
Düşünürken tamamen istem dışı, iradesiz bir şekilde kulağıma rezalet ötesi sesim geliyor.
O ses binbeşyüzüncü kez işte şu şarkıyı söylüyor:

ANLIYORSUN DEGIL MI

Hava ayaz mi ayaz, ellerim ceplerimde
Bir turku tutturmusum, duyuyorsun degil mi
Calacak bir kapim yok, mutluluga hasretim
Artik sokaklar benim, goruyorsun degil mi
Zaman akmiyor sanki, saatler durmus bugun
Sonsuz yalnizligimda bir tek sen varsin bugun
Ya don bana artik, duyuyor musun beni
Ya cik git dunyamdan, anliyorsun degil mi
Bir resmin kalmis bende, tam ortadan yirtilmis
Hani siyah kazakli, biliyorsun degil mi
Gozlerimden suzulen bir kac damla anida
Senin sicakligin var, anliyorsun degil mi
Zaman ...


http://www.youtube.com/watch?v=dnhvzAHi6FE&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=cv7dipVcgQY
http://www.youtube.com/watch?v=UuQ2b-SKDeM&feature=related

Oyyy, oyyyy

Nesss, the oy oyyy

Yazı tarihi: 30 Aralık 2009

Bal

Annemin sağlık sorunları sebebiyle 2009 yılı boyunca hatrı sayılır ölçülerde tıbbi bilgi, birikim ve deneyim kazandım.
Önceleri ucu kalkan bir yarada içim fenalaşırken şimdi çok büyük ve ciddi yaralara pansuman yapabilir haldeyim.
Her çeşit komplikasyona bakabiliyor ve dokunabiliyorum.
1.sınıf hastabakıcı olabilirim.
Günlerce uyumadan hastaya tam performans yardımcı olabiliyor, aklınıza gelebilecek her türlü ihtiyacını tek başıma karşılayabiliyorum.
Şimdi düşünüyorum da önceleri direnlere bakamazken başa gelince elimde 3 diren taşıyıp, gün boyunca onları boşaltıp ölçümlerini yaptım aylarca.
Ameliyathaneye girip dikiş dikilirken doktora bistüri verdim, sponge uzattım, dikiş ipliği! temin ettim.
Her neyse... Allah çaresiz dert vermesin, insanoğlu başa gelince herşeyi yapıyor, anlıyor, dayanıyor...
Tahmin edeceğiniz üzere zaten sağlıklı beslenmeye olan ilgim bu dönemde peak/tavan yaptı.
O esnada onkoloğumuz Prof.Dr. Aytuğ Üner'in yönlendirmesiyle Ankara Panora AVM'deki Melis Arıcılık'la tanıştım.
Sonra da bal ve arıcılığa olan ilgim arttı ve bu konuda çok detaylı onlarca yazı okudum.
Bu sebeple aşağıya yapıştırdığım Gila Benmayor'un yazısı ilgimi çekti ve okumalı, bilmelisiniz diye düşündüm.
Sağlıklı ve ballı günler :))

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13333013.asp?yazarid=20

Türkiye’nin bal inovasyonu Arjantin’e nasıl yaradı?

BALIN şifalı olduğuna inananlardanım.
Ne ki son dönemlerde bal konusunda kafam karışık.
Daha iki-üç yıl önce iklim değişikliğinin arıları vurduğu ve dolayısıyla Türkiye’de bir bal sıkıntısı yaşanacağı iddiası vardı.
Şimdi bakıyorum “özel bal dükkanları” açılıyor.
Bir tanesini daha geçtiğimiz günlerde Kızıltoprak’ta gördüm.
Derken bir bal firması “İSO Inovasyon Özel Ödülü”nü kazanıyor.
Bal ile inovasyon pek yan yana duracak gibi görünmese de İSO’nun özel inovasyon ödülü Balparmak, Binbirçiçek gibi markaların arkasındaki Altıparmak Şirketi’ne gitmiş.
Dolayısıyla “balda inovasyonu” konuşmak üzere Altıparmak Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı Özen Altıparmak ile buluştuk.
30 yıldır bu işi yapan Özen Altıparmak sandığım gibi gıda mühendisi filan değil.
ODTÜ işletme mezunu ve bal işine tesadüfen girmiş.
Bal, üzerinde sayısız kitaplar yazılabilecek kadar geniş bir konu.
Einstein bile “Arılar yok olursa insanlık 4 günde biter” dediğine göre, gerisini siz tahmin edin.

KALİTELİ AMA STANDART YOK

İnovasyon tarafına girmeden Özen Altıparmak’a dayanarak bazı bilgiler vermek yerinde olur.
Zengin endemik bitki florası nedeniyle Türkiye’de koku, tat yönlerinden dünyanın en kaliteli balı üretiliyor.
Ama ne yazık ki standart sorunu var.
Türkiye’de toplam bal üretimi 35 bin ila 50 bin ton arasında.
Pazara giren markalı bal ise sadece 15 bin ton.
Geriye kalanı tahmin edebileceğiniz gibi yollarda, semt pazarlarında satılan açık ballar.
Altıparmak Şirketi’nin yıllık üretim kapasitesi 24 bin ton.
İç pazara 5 bin 500 ton satıyor ve ihracat ile birlikte bu rakam 8 bin tona çıkıyor.
Şimdi gelelim inovasyon meselesine.
Altıparmak şirketi, İSO’dan bu ödülü bugüne kadar gerçekleştirdiği “yenilikçi” buluşlarının tümü için almış.
Bunlardan biri “Bal Isıtma Santralı”.
Özen Altıparmak bu buluşun patentini aldıklarını söylüyor.
Bu santral arılardan gelen “donmuş” balın tüm kalitesini, değerlerini muhafaza ederek tüketilecek hale getiriyor.
“Bal Isıtma Santralı”nın ön projesi 10 bin pound’a İngiltere’den ısmarlanmış.
İngilizler projeyi uygulamak için 50 bin pound istemişler.

İTÜ VE TÜBİTAK’IN DESTEĞİYLE

Ancak İTÜ ve TÜBİTAK’ın desteğiyle santral Türkiye’de 1 milyon 600 bin liraya mal edilmiş.
“İşin esas maliyetli tarafı santralın kendisiydi. Burada paslanmaz çelikten bunu üretmeyi başardık” diyor Özen Altıparmak.
Elbette yeri gelmişken şirketin Ar-Ge’ye ne kadar para ayırdığını soruyorum.
Cironun yüzde 2’si Ar-Ge’ye ayrılıyor.
Hedef yüzde 3.5.

BAL İHRACATINDA DEVRİM

Altıparmak, “Avrupa’daki en son teknolojiye kullanan dört şirketten biriyiz” diyor.
Bir diğer “yenilikçi” buluş metal kapaklar üzerindeki beş renk baskı.
Özen Altıparmak, markanın logosunda beş renk olduğu için aynı şeyi kapakta istemiş.
“İlk kez Türkiye’de metal kapak üzerine beş renkli baskı yapıldı” diyor.
Aynı şekilde jelatin emniyet bandı da şirketin inovasyonu.
Ancak beni en fazla heyecanlandıran inovasyon şu:
Özen Altıparmak dünyada ilk kez 20 ton gibi bir miktarı ihraç etmek dev bir kazan tasarlamış.
O zamana kadar balı 300 kiloluk varillerle ihraç eden Arjantin, Brezilya, Bulgaristan gibi diğer bal ihracatçısı ülkeler de bu inovasyondan yararlanmış.
Altıparmak “Bu kazan projesini Arjantin, Brezilya, Hindistan, Romanya, Bulgaristan gibi ülkelere verdik. Şimdi onlar da kullanıyor” diyor.

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKE DAYANIŞMASI

Peki bu inovasyonu para karşılığında da mı vermiş?
“Hayır... Eğer talep gelişmiş ülkelerden gelmiş olsaydı karşılığını alırdık. Ama söz konusu gelişmekte olan ülkeler olduğu için herhangi bir şey talep etmedik. Zaten hepsi dostlarımız” diyor.
Gelişmekte olan bir ülkeden diğer gelişmekte olan ülkelere destek.
Çin’den sonra Arjantin dünyanın ikinci bal ihracatçısı.
Arjantin, kişi başı yılda 1.5 kilo tüketen Almanya’ya, ya da kişi başı 2.5 kilo tüketen Suudi Arabistan’a balını gönderdiğinde bir Türk şirketinin inovasyonunu kullanıyor.
Özen Altıparmak ne kadar övünse yeridir.
Tüm okurlarıma “bal gibi tatlı” bir yeni yıl diliyorum.
Arı ne yapıyorsa doğrudur
ÖZEN Altıparmak’a Türkiye’deki bal sıkıntısını sordum.
“2007 yılında kuraklık yüzünden bal sıkıntısı çektiğimiz doğru. Özellikle çam balında. Şu an bir sorun yok” diyor.
En büyük sorun standartta.
“Arı ne yapıyorsa doğrudur. Biz şirket olarak arının yaptığını doğruluyoruz” diyor Altıparmak.
Arı doğrusunu yapıyor ama insanoğlu gidiyor bal üretiminde antibiyotik kullanıyor, pestisid kullanıyor.
Altıparmak Şirketi’nin laboratuvarlarında pestisid dahil 65 kalem inceleniyor.
Şirket, kaliteli balcılığın gelişmesi için TÜBİTAK ile birlikte 54 ilde 2 yıl süren eğitimler vermiş.
Profesör Muhsin Doğaroğlu’na, “Modern Arıcılık Teknikleri” diye bir kitabı hazırlatıp, bedava dağıtıyor.
Ayrıca küçük cep kitapcıkları da dağıtıyor.
Hilesiz bal üretmek balcıların yararına.

Nessss, the Honey ;)

Yazı tarihi: 28 Aralık 2009

28 Aralık 2009 Pazartesi

Hakkımda

Aylardır aklımda yazmayı düşündüğüm bir yazı vardı.
Blog'uma giren ve beni tanımayan birinin baktığı ilk yer. (muhtemelen, çünkü ben öyle yapıyorum)
"Hakkımda" yazısı...
Defalarca birşeyler karaladım, hiçbiri "ben" olamadı, beğenemedim, vazgeçtim, bir çırpıda uçurdum.
Zor şeymiş bunu yazmak.
Ne kadar ciddi, ne kadar geyik, ne kadar adamakıllı, ne kadar fırlatmasyon, ne kadar cv'sel, ne kadar free-format, ne kadar Ayşe Armanvari, ne kadar Haşmet Babaoğlu tarzı yazacağımı bir türlü bilemiyorum.
Ve bütün ne yapacağımızı bilmediğimiz durumlarda yaptığımız gibi işler daha fazla çorba olmadan hemen sıvışıveriyorum. Aktiviteyi bir dahaki bahara erteliyorum.
Neyse, bu akşam bu konu hakkında kelimelerimi yazıya geçirmeden önce hayli düşündüm.
Düşündüm ve kendim için bunu yapmaya çalışmanın nafile bir çaba olduğunu anladım.
Kendimi tanımadığımdan değil.
Karışık veya kararsız olduğumdan da değil.
Kendimi ifade edemediğimden.
Evet ben kendimi ifade edemiyorum.
Evet evet gerçekten...
Yakın geçmişimi takibe aldım; gördüm ki bu konuda basbaya özürlüyüm.
İfade etmeye çalıştıkça tekrara geçiyorum. Bunca tekrar hem gitgide beni daha çaresiz kılıyor hem inandırıcılığını yitiriyor.
Karşımdakine yeni bir savla gidemiyorum.
Onun gözünü boyayamıyorum.
Ayak üstünde dolaplar çeviremiyorum.
Bağlama çekemiyorum.
"Canım, cicim, gülüm, balım, nar tanem, nur tanem" diyemiyorum.
Halimi görsün, gözlerimi anlasın, kalbimi tutsun istiyorum, beyhude, beceremiyorum.
Ona gerçekliğimi hissettiremiyorum.
Sevdiklerimde ayarımı bilemiyorum.
Sevmediklerimde hiç uğraşamıyorum, hemen sıkılıp gidiveriyorum.
Aradakilere ise ne oluyor onu ne siz sorun ne ben söyleyeyim...
Bununla beraber bu 3 zümreyi de sallamamazlık yapamıyorum.
"Amaaaan adam sen de, kim ne düşünürse düşünsün" diyemiyorum.
Üzerine basıp geçemiyorum.
"Ben buyum işinize gelirse" çekemiyorum.
Kendimi yüksek bir camdan içeriyi görmek için sürekli yukarı zıplayan bir cüce gibi hissediyorum.
Yeni yol çizip, arkama bakmadan tam gaz ileri gidemiyorum.
"Next" demeyi hiç beceremedim, beceremeyeceğim, Allah beni bunu yapmaktan esirgesin, bunu bilip bunu söylüyorum!
Gidenler gidiyor, ben bir yanımı onlarda bırakıyorum.
Yeni yıl geliyor ya, herşey bambaşka olacak ya, ben bu takvime uyamıyorum.
Ne yani 01 Ocak 2010 sabahı uyandığımda 2009'da yaşadığım herşeyi gerimde mi bırakacağım, ben buna inanmıyorum.
İstemiyorum.
Sadece inanmamakla, istememekle kalmıyor şiddetle reddediyorum.
Şimdi tam bu noktada yazımı en baştan buraya kadar okuyorum.
Yazı ufak ufak kaymaya başlıyor.
Buna müsade etmeyeceğim.
Masanın başına bambaşka düşüncelerle oturdum, madem başka yerlere kayıyor bu noktadan itibaren acilen çark ediyorum.
O halde ne diyorum?
"Hakkımda" diyorum.
Ve başlıyorum.
"Kıvırcık saçlıyım.
İri dalgalı da diyebiliriz.
Kimi arkadaşlarım bana merinos, kuzu, kıvırcık, koca saç, koca kafa, saç insan, water-proof vs... diyorlar, buna hiç bozulmuyorum.
Hatta eğlenceli buluyorum, hoşuma gidiyor, seviyorum, seviniyorum, sevildiğimi hissediyorum.
Kendimle dalga geçmenin tadına varıyorum, ben de onlara katılıyorum.
Benim markerlarım olan dağınık ve kabarık saçlarımı ve bu durumumu sonsuz seviyorum.
Kilo ve sağlıklı yaşam takıntım var, uslu uslu bunu kabul ediyorum.
Kilo alacağım diye ödüm kopuyor, azıcık yesem hemen karnımı içime çekiyorum. Tut tut nereye kadar, sonra da şişip şişip patlıyorum :-P
Temiz olmaya; giysilerimin deterjan ve yumuşatıcı, saçımın şampuan, kendimin mis kokmasına bayılıyorum.
Koku, şeftali, kestane şekeri ve midye dolma olmalı hayatımda.
Bunlardan vazgeçmem, geçemiyorum.
En sıkıntılı anlarımda bir tanesini verin bana, dünya sizin olsun, gerisini umursamıyorum.
Hepsi bu kadar mı diye soracak olursanız da...
Aradaki herşeyi boşverin
Hepsinden, herşeyden önemlisini söylüyorum:
"2009'da ilk kez en "ben" halime geçtim.
Hakkımda yazacak cümleler biriktirdim.
Onu sevdiğimi anladığım ilk an nasılmış, kendimi orda gördüm.
Yıllardır kimliksiz gezen iskeletim ifade özgürlüğüne kavuştu, dillendim.
Heyecanlandım, bekledim, özledim, kavuştum, geri uzaklaştım, rengarenk oldum, denizlere taştım...
Sonra... sonra ne çare ki medcezirle geri çekildim, kıyıya vurdum, susuz kaldım, nefessiz durdum" diye yazmayı becerebiliyorum...
Devamını getiremiyorum, tıkanıyorum.
Hakkımda'nın içi boşaldı, dere yatağına yağmur oldum,şimdi nereye niye aktığımı bilmiyorum.
Yol götürüyor, beni akıntı sürüklüyor bir tek bunu biliyorum.
"Eee tüm bunlardan bize ne?" diye soracak olursanız da
Yazının başına dönüp, "hepsi iyi güzel de kendimi ifade edemedim ya yanarım yanarım ona yanarım" diyorum.
Bakmayın boş gözlerle, bare siz anlayın beni lütfen yalvarıyorum...

İfadesizlik karşısında ne zaman mutlak biçimde çaresiz hissetsem kendimi...
Ne zaman dünyadan umudu kessem...
Alttan alta karanlık bir dilek büyütüyorum içimde:

Vursun davullar, inlesin dünya!
Yalnızlığını dinlesin dünya
Kıyamet günde benimlesin rüya

Dön dansöz dünya
Devam et ateş dansına
Yan gamsız dünya
Sığmadın aklıma

Kıvır kıvır kıvır
Öz paramparça
Kıvır kıvır kıvır
Öz esir tende

Ne oldu, yine mi anlaşamadık?
Niye boş boş bakıyorsunuz bana?
Bir zamanlar sevmediniz mi siz de hiç?
Uğraşım boşa mı?
Anlamsız,
Yararsız mı?
Sizin alınız al morunuz mor mu?
Niye öyle bakışlarınızı kaçırdınız benden?
Diyecek sözünüz yok mu?
Hakkımda diyorum...
Kıvır kıvır diyorum...
Sığmadın aklıma diyorum...
Rüyam, kıyamet günü benlesin diyorum...
Daha ne diyebilirim, bilemiyorum...

Yazı tarihi: 27&28 Aralık 2009

22 Aralık 2009 Salı

"What I talk about when I talk about running"- Haruki Murakami


Yarabbi'm bana birseyler oluyor.
Yeni birseyler...
2010'a 10 kala, yilin bu en uzun gecesinde otur otur ampul yandi.
Eristigim kamillik seviyem sebebiyle tepemde ampul , ustunde huni, zil takip oynayasim var.
Haydaaa niye oyle sasirdiniz, ne var yani olamaz mi?
Ben insan degil miyim? ;-p
Butun zil takip oynayanlardan neyim eksik?

Olsa olsa birkac kilom eksiktir, o da benim bonusum olsun ;)
Son zamanlarda zil takanlar da, bol bol kiviranlar da 5 yildizli star adlediliyorlar biliyorsunuz.
Kapikule romanlarina cicek gonderilince Hawaii guzeli oldum zannedip kendilerini ortaya ativeriyorlar ya biraz onlardan feyz alayim istedim.
Ve fekat az once erismis oldugum kamillik seviyem sebebiyle yine farkindayim ki bu isler oyle kamillikle ariflikle falan olmuyor, dogustan eksik olmak gerek, bendenizin naturasi o kapi gicirtisi takimina gore biraz agir cekmektedir.
Tamam tamam hemen SIKILmayin, geciyorum bu konuyu ve basligima yarasir halde yazmayi kurdelemizi keserek huzurlarinizda resmen baslatiyorum.
Devletimize, milletimize, kultur bakanimiza, az giden uz giden dere tepe duz gidenlerimize hayirli ugurlu olsun.
Zaten arada baglama yapacaktim, kulagi azcik tersten gosterdim hepsi o kadar.
Siz erken sabirsizlandiniz ve ben akabinde sip diye cozuluverdim.
*****
Canlarim, kuzucuklarim,
Yilin bu en uzun gecesinde sevgili kamilim bana demektedir ki: "ben mutluyum".
Zar zor, zor zar, ite kaka, kaka ite, iki geri sifir ileri, hep yek sifir duses gecirdigim adini sular seller goturesice 2009'un en sonunda "twist&shout" kivamina gelebildim.
Yok yok bu kivam az pismis cift sarili civik yumurta kivami degil.
Aradaki nuans fevkaladenin de fevkinde onemli.
Aradaki nuans romanlara has pismislik ya da kivirtanlara has civiklik icermiyor.
%100 dogal, %100 ev yapimi, %100 organik ve %100 boya gecirmez.
Aradaki nuans Cin isi, Japon isi.
Aradaki nuans 21 gunluk bedelli askerlikten bile daha balli borek bisi.
Cunku o nuans "Haruki Murakami"nin bizzat kendisiii!!!

*****

"Maraton adam" olarak da bilinen Japon yazar Murakami'nin kendisi mi tum dunyada daha cok taniniyor yoksa "What I talk about when I talk about running" adli harika kitabi mi bilmiyorum.
Murakami, Tokyo'da bir jaz bar sahibiyken 1980'lerin basinda amator olarak yazmaya baslar.
Surekli masa basinda oturarak yazmanin getirdigi fiziksel defektler ve ictigi 3 paket sigara sebebiyle sagligini kaybetmeye basladigi an birsey yapmasi gerektigini dusunur ve kosmaya baslar.
Kitabinda her ne kadar agirlikli olarak 2005 ve 2006 yillarini yazmis olsa da zaman zaman geriye donerek tum hayatini, yasadiklarini, dusunce yapisini ve degerlerini de anlatiyor.
Su anda 60 yasinda olan Murakami bugune kadar 25+ maraton, 1 ultramarathon, 5+triatlon ve 11 hikaye kitabi bitirmis.
Gelin bu cumleyi hepimiz icin daha anlamli hale getirelim.
1 maraton 42 km(26.2 mil)
1 ultramaraton 100 km(62 mil)
1 triatlon(triatlon mesafeleri degisiyor, Murakami'nin katildiklari cogunlukla); 40 km bisiklet, 10km kosu ve 1,5 km yuzme.
Genellikle her sporcunun yilda 1 maraton veya yine yilda 1 triatlondan fazlasina katilmamasi tavsiye ediliyor. Daha fazlasi bunye icin zorlayici ve yuksek sakatlanma riski sebebiyle zararli goruluyor.
100 km'lik ultramaratonu kosmak ise kac babayigidin harcidir, bunu kac senede bir yapmak gerekir iste onu hic ama hiiic bilmiyorum.
*****
Eger spor ve/veya kosuya ilginiz yoksa bu kitabin ilginizi cekmeyecegini dusunmeyin, tam tersi.
Murakami insan bunyesi icin oldukca zorlayici olan bu tempoyu yakalamasinin ardindaki dunyayi oylesine insani bir dille anlatmis ki bu basitlige aninda tav oluyorsunuz.
Spor veya kosu icin yetenekli olmanin size verilen bir sans olmasinin yanisira bunun tek basina yeterli olmadigini;
self disiplinin, motivasyonun, inanmanin, yilmamanin, ruhsal gelisimin, zihinsel gelisimin, kendine dikkat etmenin, beslenmenin, aile yapisinin, pozitif olmanin, dunya insani olmanin, kendini ifade edebilmenin, okumanin, yazmanin, kendinle kalmanin, yalnizliginla mucadele etmenin, hayatla barisik yasamanin, ideallerin, azmin, sporun, kendini hep daha iyiye zorlamanin, baskalariyla hirs dolu bir yaris icinde olmanin degil de kendinle, sadece ve sadece kendinle ugrasarak daha iyi olmanin ve hep calismanin tatli dunyasini tanitiyor bize.
*****
Ben kitabi cok sevdim ama sanirim Murakami'yi daha fazla.
2010'a 10 kala, 2009'un bu en uzun gecesinde tepemdeki ampulu yakarak bana hayat asiladigi icin.
Dogru degerlere inanma gucu verdigi icin.
Kivirtik oryantel romanlar birilerinin gozdesi olsa da beni ozde guzel insanlar olduguna inandirip mutlu kildigi icin.
Veeee New York Maratonu'ndan sonra dunyanin en buyuk maratonu olan Londra maratonuna hazirlanan agabeyime kendimi yetistirme gazi verdigi icin.
Bir maratona hazirlanmanin 16 hafta surdugu dusunuldugunde Eylul'deki Avrasya Maratonu icin tam 32 haftam var.
Sakat sag diz kapagim bana hainlik yapmaz ve 2002'deki kosu tempomu yakalayabilirsem savrulun, kacilin, acin kopruyu, pankreas kanseri icin kosmaya geliyoruuummmm!!!

Yararlandigim kaynaklar:


Yazi tarihi: 21 Aralik 2009

Nes, the Murakami

21 Aralık 2009 Pazartesi

"Nine"




Ilk is olarak yukaridaki link'e tiklamanizi tavsiye ederim.
Nasil, fragmani sevdiniz mi?
Cevabinizin buyuk olcude "evet" olacagini tahmin ediyorum.
Benim karsi cevabim da "cabuk aldanmissiniz" olacaktir.
Pardon pardon, bastan sizi etkilemek istemem.
Birbirinden unlu ve 6 Oscar sahipli oyuncu kadrosu ve ses getiren pr'i sebebiyle uzun zamandir tum dunyada merak uyandiran ve heyecanla beklenen bir filmdi "Nine".
18 Aralik'ta(yani dun) dunya promiyeri yapildi. Fakat su anda Londra'da sadece tek bir sinemada gosterimde.
Amerika'da 25, Ingiltere'de ise 26 Aralik'ta ulusal olarak izlenebilecek.
Bu ayricalikli durumdan istifade ben de tabii yatmadim kalkmadim ilk gunu olmasa da 2. gunu filme kosa kosa(mecazi degil gercekten kosa kosa) gittim.
E bunca kosturmacadan sonra da sizlere yazi yazmak boynumun borcu oldu.
*****
Filmin yonetmeni "Chicago" filminin yonetmeni olan Robert Marshall.
Konusu ise Federico Fellini'nin otobiyografisi olan 8½'tan alinma.

Guido Contini(Daniel Day-Lewis) 1960'larin ortasinda Italya-Roma'da yasayan bir film direktoru.
Esas oglan o, film onun etrafinda donuyor.
Irlanda asilli Daniel Day-Lewis bir Italyan'i canlandirdigi bu roluyle basarili bir oyunculuk sergilemis.
Tanimazsaniz gercek bir Italyan sanabilirsiniz. Film boyunca tipik Italyan aksani ile Ingilizce konusuyor.
Esmer, kirli sakalli, kendinden emin bir snob ve tum Akdenizliler gibi ic dunyasi catismalar ve korkularla dolu.
Hayati sinema, muzik, evli oldugu halde vazgecemedigi guzel kadinlar ve annesinin(Sophia Loren) ruhu arasinda geciyor.
Yonetmenimiz (film boyunca kendisine master olarak hitap ediliyor) 40 yasina girdigi dogumgununu takiben ilham perisini kaybediyor ve artik hicbir sey uretemez hale geliyor.
Etrafini saran 7 kadin bu basarili, unlu ve karizmatik yonetmenin perisini geri getirmek icin onun hayatlarindaki rollerini oynuyorlar.
Iste filmin hepsi bu, otesi berisi yok.
Ne bir derinlik, ne bir heyecan, ne bir supriz, saskinlik, olaganustuluk, ekstralik...
Seyrederken sanki film bana sunu dedi:
"7 guzel kadin, 1 hos adam, hos goruntuler, danslar, muzik ve Akdeniz...
... otesine ne gerek var?"

Bu kadinlari merak edenlere:
Marian Cotillard, Oscar'li aktris Guido'nun karisi Luisa rolunde.


Penelope Cruz, Guido'nun metresi Carla rolunde.
Bence filmi goturen karakter Carla. Film boyunca cok hos ve seksi.
Ispanyol Ingilizce'siyle de etkileyici.

Nicole Kidman, NINE kritiklerce Moulin Rouge filmine benzetiliyor. Hatirlayacaginiz gibi Nicole o filmde de oynamisti.
NINE'da Guido'nun vazgecemedigi bas aktrisini canlandiriyor ve Barbara Streisand'in unutulmaz sarkisi "Unusual Way"i seslendiriyor.



Afet gazeteciyi Drew Barrymore, ruhuyla konusulan anneyi Sophia Loren ve akil hocasi terziyi Judi Dench oynuyor.

Sonsoz; Filmin en yuksek enerjili sahnesi "Be Italian" sarkisinin soylendigi ve tum kadinlarin rol aldigi ilk 5 dakikasi.
Devaminda Guido'yu surekli olarak sakiz cigner ve ayni anda sigara icerken izliyoruz. (Bizim oglan kosarken Obua caliyor misali ;-oo)
O kadar cok sigara icti ki sanki dumanlar bir ara perdeden cikip burnuma geldi.
Son son soz: SIKI bir Penelope hayrani degilseniz bu filme gitmeye degmez cunku seyredilecek baska hicbir sey yok.
Bu yaziyi yazmam ve sizin okumaniz bile zaman kaybiydi. Mevzu kapanmistir. Fotolara bakin yeter!
Iyi seyirler...

Yazi tarihi: 19 Aralik 2009

*****
http://nine-movie.com/#/home-page
http://nine-themovie.blogspot.com/

Nes, the dokuzbucuktan on!!!

17 Aralık 2009 Perşembe

Turkiye'min haline benden de :-(

Yeni trend sadelik.
Her yerde, her seyde...
Ama az once okudugunuz cumlenin sonunda nokta var sanmayin.
Devamina:
..."bende" olarak eklemeliyim aslinda.
Yasadigimiz baska baska hayatlarda
Kimimiz cok yasayip bollasmakta.
Bollasinca ne olmakta?
Dikis tutmamakta, kayis kopmakta, lackalasmakta.
Lackalasinca ne olmakta?
Bana gore kanserojen maddeden farki kalmamakta.
Gun agarmadan,
Sabah namazi kilinmadan,
Leylaklar dokulup, guller solmadan
Sag seritte bekleme yapmadan tabanlari yaglamali.
Sol serit akmakta, kanserojenlere takilip kalmamali.
Dedim ya bence
Hadi canim hadi ufak ufak ikileee...
Iste simdi nokta.
Ve hatta esss.
Durup dusunelim, ihtiyac molasi verelim burada.
Ve cekicle cami kiralim luzumunda.

*****
Iste o camin disinda gordugum bir yazar, dusunur, insandir Hurriyet gazetesi 3. sayfa yazari Yilmaz Ozdil.
Yillar boyu 3. sayfada yazan Bekir Coskun'un halefidir.
Hurriyet'te 3. sayfa onemlidir.

Hurriyet'i de, Bekir Coskun'u da, Yilmaz Ozdil'i de onaylamasaniz da, sevmeseniz de, okumasaniz da bu statunun onemini bilirsiniz.
Bu yadsinamaz bir basaridir.
Bu inkar edilemez bir gercektir.
Bu milyonlara dokunan bir mecradir.
Ve hepsinden ote, Yilmaz Ozdil benim dunyamda kelimelerin efendisidir.
Oncacagiz kelimeyle ansiklopedileri anlatabilen bir entellektuel,
Bir aydin, bir basari hikayesidir.
*****
Kelimeler...
Icimdeki milyonlarca kelimeler
Gipta ederken Yilmaz Ozdil'e
Bir gun acaba
Kuculurken buyuyebilecekler mi onunkiler kadar???
*****
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13212284.asp?yazarid=249

:(

Ağzının tadı olan var mı?
Keyfi yerinde olan?
Bi mutsuzluk...
Bi bezginlik...
Bi keder hâkim ortalığa.
Havada hüzün asılı sanki.
Gülümsemiyor kimse...
Veya, patlar gibi gülüyor.
Olur olmaz ağlıyor sonra.
Bak mesela, grizudan ölen 19 gariban madenciyi emekli etmişler, ödül olarak Bursa’da... Halbuki, 6 tanesi zaten emekli... Emekli maaşı yetmediği için inmiş taa 220 metre aşağıya.
Dramımız komik.
Komedimiz trajik.
Vicdanlar sağırlaştı.
Duygular kataraktlı.
Bi bıkkınlık, bi güvensizlik...
Ve, kesif korku.
Molotof mu yiyeceğiz otobüste?
Şu herif canlı bomba mı yoksa?
Bir yandan terk edilmişlik hissi...
Yalnızlık tarifsiz.
Bir yandan garip bir merak...
Aleviymiş Ayşe.
Duydun mu, Kürt’müş İbrahim.
Bi taraftan geçmişe özlem.
Bi taraftan gelecekten endişe.
Çocuklarımız n’olacak filan.
18 yaşında karamsar.
78 yaşında huzursuz.
Şeytan diyor...
Tası tarağı topla, çek git!
Gitsen, gidemezsin.
Kalsan, manasız.
*
Hiçbir yere giden oyuncak trenin yolcuları gibiyiz, dön dolaş, aynı yer.
Aynı çaresizlik.
*
Ne Anayasa Mahkemesi çözebilir bu işi, ne savcı, ne polis, ne de bana göre işlevini yitirmiş olan Meclis... Ne seçim tarihi kimsenin umurunda, ne de rekor ikramiye ve şıkırtılı hayaller vaat eden piyango.
*
Yılbaşına, taze umutlara 2 hafta kalmış ama, sanırsın 2 asır ötede... Psikiyatra ihtiyacı var Türkiye’nin. Toplu terapiye.

Yazi tarihi: 16 Aralik 2009

14 Aralık 2009 Pazartesi

Susan Boyle


Susan Boyle... (Boyl okuyunuz)
Ingiltere Ingiltere olali boyle olay gormedi sayin seyirciler!
*****
Ingiltere televizyonunu sallayan bir yarisma var bugunlerde: "The Ex-Factor".
Bir nevi bizdeki Pop-Star. Hic suphe yok ki seviye cok daha yuksek.
4 tane juri var ama oylamayi halk sms'leriyle yapiyor.
2006'nin kazananlarindan biri "Leona Lewis" mesela.
Benim de cok severek ve daha birkac gun once yeni bir cd.sini alip bayila bayila dinledigim guclu bir ses.
Her neyse konumuz bu degil, dagitmayalim. Akilli uslu olalim, efendi olalim, toplayalim, basa donelim.
Konumuz Susan Boyle. (soyadini Boyl olarak okudunuz degil mi?) Ben Turkce bildiginiz Boyle olarak okuyorum da, sizi bastan alistirayim istiyorum...
Bu teyzecegimiz 47 yasinda.
Ben kendisini acayip derecede bizim Selda Bagcan'a benzetiyorum. Ac parantez; onu da tanimiyorsaniz bir zahmet giriniz Google, yaziniz Selda Bagcan ve seciniz Images, kapa parantez. Mersi.
Simdi tipi gozunuzde daha iyi canlandirdiniz.
Devam edebiliriz.
Mersi.
Teyzem bizzat Iskocya'nin koylerinden kalkip bu yarismaya katilmis.
Medeni cesareti olan insanlara hayranligim sonsuz.
Yarismaya ciktigi ilk anda jurinin ve seyircilerin bitirici bakislarina ve ince sakalarina! hedef olmus.
Susan abla sakinligini bozmadan bir "arya" soyleyecegini belirtmis.
Suratlar iyice eksimis ve kisir pisir gulusmler baslamis: "yok artik" dercesine.
Veee basladigi an yer gok inlemis.
Az once dalga gecen pek sevgili jurilerimiz simdi dut yemis bulbulle sut dokmus kedi karisimi hybrid bir yaratiga donusmusler.
Haftalar haftalari izlemis, her seferinde Susan secilmis; yarismada ikincisi gelse de gonullerin birincisi Susan Boyle olmus.
Veeee simdi sIKI durun esas bomba geliyor:
Albumu 2 haftada 4,5 mio adet satmis.
Ingiltere'de tum zamanlarin en cok satan albumu!!!
Amerika'nin "Ex-factor"i olan "America's Got Talent" adli Amerika'nin en yuksek reytingli programina yogun istekle davet edildiginde resmen yer yerinden oynamis.
San Fransicso koprusunde insanlar uzerinde "I love Susan" yazan t-shirt'lerle elele kopru yapmislar.
Youtube'da, MySpace'de, bilumum muzik siteleri, listeleri, programlarinda fanlari milyonlari asmis durumda.
Gozlerinizi kapattiginizda sanki Celine Dion sarki soyluyor.
Amma velakin actiginizda ne ince beli, ne uzun bacaklari, ne harika bakislari, ne de etkileyici bir gulusu var.
Ustelik tum bunlardan arsin arsin uzakta.
Sadece ve sadece sesi var.
Kendisi var.
Sesi var.
Kendisi var...
Budur...
Garip bir dunya bu dunya.
Olmasi gereken durumlari yadirgar hale geldik.
Iste bu da boyle, Susan Boyleee...

bknz asagidaki link: http://www.youtube.com/watch?v=9lp0IWv8QZY

Bir sonraki yazimda muthisss kitap "What I talk about when I talk about Running"le devam edecegim. Yazari Haruki Murakami. Murakami de en az Susan Boyle kadar meshur biri. Tanimalisiniz.

Yazacaklarim simdilik bu kadar.
Okudugum "Michael Phelps No Limits" ve "Run your first Marathon" adli adrenalin yuklu, nefes kesici kitaplar arasinda kaybolmaya gidiyorum.
Byeee...
Nes, the Londoner

Yazi tarihi: 13 Aralik 2009

11 Aralık 2009 Cuma

Sizin hiç babanız öldü mü? - Yonca Tokbaş

Kalbine, kalemine ve aklina hayran oldugum Yonca Tokbas'in 11 Aralik 2009'da Kelebek'e yazdigi yazisini siz de okuyun istedim.
4 yazi asagida, babami kaybetmemin 6.yilinda ben de benzer bir yazi yazmistim.
Ve aynen Yonca'nin yazdigi gibi ben de babami soguk ve huzunlu bir telefon konusmasi sonrasi kaybetmistim.
Son kez o telefonda duymustum sesini.
O bu dunyadayken son kez o telefonla degmistik birbirimize.
Nerden bilebilirdim onun son oldugunu, nerden nerden ah nerden?!
Bilseydim sordugum son soru "yemekte ne yedigi" olmazdi ya...
Ah nerden bilebilebilirdim ama nerden?
Kahrolasi soguk, snop hallerim...
Icim volkanlarla yanarken disimdaki aysberglerim...
Ah nasil, niye, niye, niyee, niyeee?!!!

Hem bizi birakip diger boyuta gecen hem de bu dunyada oldugu halde bizlere bir daha hiiiic kavusamayacak olan tum herkese ugurlar olsun, ruhlari sad olsun.

Simdi ben gidiyorum ve sizi bu duygulu yaziyla basbasa birakiyorum...

http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/13169105.asp?yazarid=342&gid=225

“Sizin hiç babanız öldü mü?"

Benim bir kere öldü, kör oldum.” diye boşuna dememiş Cemal Süreya...
***
Hava soğuk. Üşüyorum.

Uçakların inip kalktığı yerdeyim. Ben de uçuyorum. Babamla aynı seviyede, bulutların üstünde. Babam sanki yarım ağız bir gülümseme gönderdi, uçak bile sarsılıp hıçkırıklara boğuldu sayesinde. "Baba, ben hani sana çok kızmıştım, kötü şeyler demiştim. Aslında öyle değildi..." dedim. Bir sessizlik oldu havada, sonra: "Tamam mı Babacım?" diyebildim geç de olsa, kendi içimde. Gözlerimi kapadım, geçmişe gittim, taaa eskilere. Ben trendeydim, babam dışarıda. Tren uzaklaşmaya başlıyordu ki, babamın o içi derin mavi, çevresi kırmızı olmuş gözleri doldu: "Hadi kızım sağlığını koru!" dedi bana el sallayarak şefkatle. Benim de gözlerim doldu. Sessizlik oldu havada yine.

Bugüne geldim sarsılarak, birden bire.
***
Hayatım hep gelip gitmelerle dolu. Yollar hep çok uzak ve hiçbir zaman beni ona götürmüyor, onu da bana getirmiyor. Ben hep yokum. Varken de nedense orada değil gibiyim. Hep mesafe var aramızda. Bir türlü kapanmaz o ara. Kapanmadı zaten, kaldı aramızda. Ben küçükken hayvanat bahçesinde fotoğraflarımı çekip filleri, timsahları gösterirdi bana. Ben de sorardım: "Timsahlar beni parçalar mı baba?", "Ben seni hiç timsahların yanına bırakır mıyım Yonca!" Yok! Hayatta bırakmaz babam beni timsahların yanına. Bırakmazdı asla.

Peki ya şimdi neden timsahlarla yalnız bu Yonca?
***
Arkadaşlarıma hatıra defterimi verdim, yazdırıyorum, babama da verdim. Yazdı, altına imza attı: "BKB". "Bu ne demek baba?" dedim. Kahkahalarla: "Baba Kıçı Boku” dedi o afacan okyanus mavisi bakan gözlerle bana. Dehşete kapıldım, her şeye kıl yaşımdayım ya, çok kılım babama da. Ama babam hep aynı şeyi tekrarladı, ısrarla: "Biz annenle birbirimizi çok sevdik siz dünyaya geldiniz. Benim bir kızım, bir de oğlum var bu hayatta, sizden başka da hiçbir şeyim yok evladım. Sen babanı sevmezsin kızım ama, ben seni çok severim Yonca. Gel bir sarılayım sana!". Bana o zamanlar bunlar hep kelalaka geldi, içimden “Sevmez miyim be baba!” diye çok dedim ama; yüksek sesle çıkıvermedi o kelimeler ağzımdan bir türlü, kaldı bağrımda. Babamsa hep sarıldı bana. Ben sarılmasam da sarıldı bana, sıkı sıkıya.
***
Ah o ara! O arayı bir kapatabilse o benliğim, bir gidebilse yanına, bir sarılıp rahatça “Babam!” diyebilse, kıkırdak bir "Baba Kıçı Boku" olabilse, bir yense o isyankar yüreğini, söyleyebilse yüzüne aslında benim için ne çok şey ifade ettiğini... Ama bunların yerine bambaşka şeyler söyledi o bana uzak benin ağzı olmayan dili. Sen beni benden habersiz anlattın, sevdin. Ben de seni senden habersiz anlattım, sevdim. Bu nasıl işti, ne ben anladım ne de sen, ve hayatımız Babacım, böyle geçti gitti.
***
Çarşamba gecesiydi. İstanbul' dan aradım sesini duymak için. Nasıl da kızgın bana. Belçikalı misafirimiz Hans geldi Ankara' dan İstanbul' a. Öğrenci evimizde bizimle kalıyor ya, başladı babam dırdırlanmaya: “Bunlar bana ters şeyler kızım!”, “Sana da her şey ters Baba!”, “Gelsen de seninle bir konuşsak Yonca...”, “Ay yine ne konuşcaz Baba?”, “Yoncacım yapma!”... Ama yaptı Yonca, kapattı o telefonu. Hem de ne kapatmakmış ama! Haftalardır görmediği, yıllardır özlediği adamı bir kapatışta tam kapamış o telefonla. Meğer ta uzaklara uğurlarmış babasını, ne bilsin o sırada. O, son telefonmuş aslında. Onca yıldır kahkahasıyla, hayatla geçtiği dalgasıyla, aklıyla, fikriyle, muzırlığıyla öylesine varmış ki babası Yonca' nın hayatında, birden bire o kadar da yok oluvermiş anında. Ne karışan var, ne de görüşen o günden sonra. Kız kızabilirsen şimdi, duvarlara! “Hele bir gitse de, nefes alsam” derken, “Al sana gidiverdi işte! Çok istedin ya! Yap ne yapacaksan, rahatsın” gibi olmuş birden. Rahat batar şimdi de. Hayattır sana rahatı batıran, sen o gidişi düşünmedikçe...
***
Meğer “rahatsızlığım” dediğim, huzurum ve güvencem-imiş. Rahatım, timsahlarla çevrili bir ada-imiş. Timsahlar, o varken bana korkup sataşamaz-imiş. O yanımdayken, hayatımda görünmez sihirli kalkanlar var-imiş. Babam ortaya “Kızım beni sevmez ama, kazaklarımı giyer. Kazaklarımı benden çok sever.” derken, kendince havayı yumuşatıp bana kucak açar-imiş... Meğer her şey miş miş miş! Varken elimde imkan ne kalkıp sarıldım, ne de “Babacım, ben de seni çok seviyorum” demedim. Ben, bu ben var ya bu ben, itiraf ediyorum ben babamın kalbini çok kırdımdı ben! Babam 52 yaşındaydı, onu kırdığımda ben.
***
Ben, bunları düşünürken, birden uçak yine sarsıldı, beni geçmişten şimdiye yanına aldı. İndim o uçaktan. Gittim yanına. Artık çok geç olsa da...
***
Hava çok soğuktu.

Kirpiklerim dondu. Kaşlarım dondu. Suratımın her noktası babamın yanaklarında kaldı. O soğuk odada, babamın yanında, yanımda onu hiç tanımayan ölüm kadar beyaz bir kadın ve bir adam; dolabı açıp babamı soğuk sessizlikten, sessiz sıcağa çıkardılar yavaşça. Benim yanıma...

Çenesini bağlamışlar. Kimse bağlayamazdı babamın çenesini! Hep konuşur babam, susmaz asla. Kimse yatıramazdı babamı, yatmış oysa...

O hiç uyumayan, uyutulamayan, susmayan, susturulamayan; hayalperestim, uzaylım, Hacıyatmazım, Keltoşum, Babam; gözleri kapalı, genç, kuvvetli, çocukcacık, mutlu ama yalnız orada... Benim Babam hem sustu, hem de uyudu.

1994, 10 Aralık' ta.

Yonca
“anısına”

Hayat mucizelerle dolu
Babamı kaybedeli ve “öldü” diyemiyeli tam 15 yıl oldu, dün. Bu yazım, 14 yıl önce minik bir ödül almıştı. Ödülüm, babamın en sevdiğim karikatürü ile birlikte, evimde çıkan yangında kül oldu. O günden bugüne, yazımı dokunarak okumak ilk defa mümkün oldu Kelebek sayesinde. Benim için bu bir mucize! Hatta bana babamdan gelen binlerce işaretten yeni biri de bu belki de. Teşekkür ederim Kelebek aileme.

Ve karar verdim, bu son.

Aralık, güzel haberlerler getirecek bana bundan böyle...

Yonca
“buğulu”


Yazi Tarihi: 11 Aralik 2009

29 Kasım 2009 Pazar

Boynuzlu Kopek

Nazli Ilicak`in Sabah gazetesindeki kosesinden eglenceli bir alinti:)

http://sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2009/11/29/boynuzlu_kopek

Boynuzlu köpek

Temel bir gün keçinin boynuna tasma takmış gezdiriyormuş. Arkadaşı Dursun yolda onu görüp sormuş:
- Ula Temel napiysin?...
- Ula cörmiy misin Çöpegimi cezdurayrum Dursun kardesim...
- Ula Temel bunun boynuzlari var...
- Valla ben onin özel hayatina karismayrum.

Yazi Tarihi: 29 Kasim 2009

25 Kasım 2009 Çarşamba

Kış mı gelmiş be usta?

Benimkisi biraz fazla köşeli ya zaman aldı düşmesi.
Jetondan bahsediyorum canım işte, bildiğiniz çil çil para sarı jeton.
Yeni farkettim; mevsimlerden kış gelmekteymiş.
(Ünlem işaretini kasten koymadım, sizi yönlendirmiş olmayı istemem)

*****
Güneş olup açtım ben bu yaz.
Dalgaların ucundaki köpüklere öykünüp kendimi yakaladım sonra da yıkadım az biraz.
Beyaz beyaz...
Tertemiz, taptaze, ışıl ışıl yenilenip kabuklarımdan kurtuldum bu yaz.
Herşeyin tadına daha çok vardım;
Dinlemenin, beklemenin, kavuşmanın, özlemenin, özlenmenin, kendimin ve kendimden çıkmanın...
Müjdeler olsun!
Yollarda yürürken vitrinlerin camına, arabaların aynasına bakıp bakıp kendime gülümsedim.
Göz kırpıp, caka sattım.
Yanık tenim, ışıltılı saçlarım, renkli straplez 34 beden elbislerim hoşuma gitti, gitti ki ne gitti be usta!
Harika şarkılar dinledim, hislendim, yazdım, kendim yazıp kendim ağladım belki de ilk kez mutluluktan.
Okudum, bol bol okudum.
Bir tarafımla da bir hayatın mücadelesini verdim.
Kimi zaman güçlendim, yüzüm güldü, umutlandım.
Kimi zaman pes etmenin eşiğine geldim; yalnızlaştım, hüzün yerleşti gözlerime
Kendimle konuştum, kendime kızdım, bir küsüp bir barıştım.
Biraz atışıp, biraz takışıp sonra kendime kıyamayıp bağışladım.
Biraz savaş biraz barış biraz suç biraz ceza.
Herşeyimle kendimi sevdim yine de, sevmek ki ne sevmek be usta!
Yıllardır gittiğim Alaçatı'da ilk kez cennete girdim ben bu yaz.
Buz gibi denizde yüzüp, rüzgarında sarhoş oldum.
Sahilde yürüdüm ayağıma taşlar batmadan, sabaha karşı uyudum gecenin ne zaman geçtiğine bakmadan.
Offf bu yaz...
Öyle bir yazdı ki sanki daha önce hiç olmamıştı ayaz.

Bu yaz öylesine sıkı çelmeler attım ki hayata...
Ne yapacağını şaşırttım.

Öyle bir tavır peydah oldu ki içimde...
....bu bana yeter işte!
....Yeter bana bunlar!
Bundan sonrası yok, dense hani...
Nokta konsa...
İtiraz etmem sanki!
... Bana yeter bu güzel yaz
.. Bu muhabbet yeter bana!
Hani bir odaya, bir hücreye kapatsalar...
Bir daha asla buradan çıkmak yok deseler...
Sesimi çıkarmazmışım gibi...
Sanki bu günlerimin anılarıyla idare edebilirmişim gibi...
Ama bir dakika!
Bir dakika!
Alaçatı'da bir akşamüstü daha bekliyor olsun beni!
Tek bir akşam daha...
Geleceğe dair hayaller kuracağım muhabbet dolu bir yaz ikindisi mesela...
Ya da Alaçatı Pazarı'nda yenilen bir şeftalinin tadı olsun damağımda
Çardakta sırt üstü uzanıp yıldızlara baktığımız bir gece daha...
O zaman bu bana yeter işte...
*****
Bu aralar hangi mevsimdeyiz?
Hava sıcak mı soğuk mu?
Güz yağmurları ne ara bitti?
Tüm bunlardan haberim yok!
Diyorlar ki yıldızlar kayıyor, soğuklar bastırıyor, kara kış kapıda.
O zaman anlıyorum ki yaz da anılar da uzaklaşıyor, flulaşıyor.

Yağacak beyaz karları izlerken düşüneceğiz, özleyeceğiz, neyi özlediğimizi bilmeden.
Ve ardından bir yaz daha usul usul gelecek be usta!
Kim bilir yeni yaza nasıl gireceğiz?
İlle de değişeceğiz, değişeceğiz de ne olacak, daha mı iyi olacak sanki be usta?

Nes, the Usta

Yazı tarihi: 25 Kasım 2009

24 Kasım 2009 Salı

Zeynep Lal'e

Zeynep Lal'im, güzel kızım...
Bugün haberini aldım.
Ne kadar güncel ne kadar değil bilmiyorum.
Öylesine üzüldüm, öylesine seni içimde hissettim ve dua ettim ki ifadesizliğime ve uzaklığıma çaresiz kaldım. 

Duydum; hastalanmışsın.
Körolası virüsler senin minik bedenini seçmiş.
Sınava tabi tutmuşlar seni.
Hiç canını sıkma tatlı kızım, eminim atlatacaksın, eminim çok iyi olacaksın.
Belki de çoktan iyileştin bile.
 
Zeynep Lal,
Öyle masumsun ki henüz bilmiyorsun;
Biz kızlar; mikroplar, virüsler ve zararlı binlerce yaratık tarafından çok sık kuşatılır, şiddetle yere serilmeye çalışırız.
Bunu bilesin, hep sağlam durasın.
Onlar en zayıf anında ince ince derinlerine sızmaya çalışırlar.
Sen tüm saflığınla doğruluğuna inanıp, derinlerini açtığın ilk anda da en sarsıcı virüs gelir oturur şahdamarının tam üzerine.
Kesip atsan sana yazık.
Tutup saklasan yine sana yazık...

Sakın bırakma kendini prenses.
Dirayetli ol.
Hastalığın senden olduğunu aklının ucuna bile getirme.
Virüsler seni seçmiş olabilir. Bağışıklık sistemine yumurtalarını bırakmış olabilir.
Onlar seni zehirlese de, unutma ki panzehirlerin kudreti birtek senin içinde.

Güzel kızım, kınalı kuzum,
Belki bu hastalık seni yataklara düşürdü.
Ateşler içinde cayır cayır yaktı.
İçine kaldıramadığın bir ağırlık oturttu ve soluğunu daralttı.
Daha dün neşe içinde babanın sihirbazlıklarını seyrederken bugün yatağının başucunda sana niye böyle solgun ve durgun hallerde, kırmızı gözlerle baktığını anlamaya çalışıyorsun.

Sen onun bitanesisin.
Sen onun en kıymetlisisin.
Sen onun biricik Zeynep Lal'isin.
Baban seni gözünden sakınır.
Hiçbir şeyin sana zarar vermesine izin vermez.
Hem bak kumsaatini ters çevirdim.
Kumlar terse döner dönmez pembe kanatların, prenses tacın, sihirli asan ve güzel tütünle oyun oynayacaksınız.
Belki babana bir büyü bile yaparsın.

Hadi güzel melek, hadi sıkı dur, hadi iyileş!
Gel tut elimden, otur kucağıma, dualarımla ve benle bütünleş...


Yazı tarihi: 24 Kasım 2009

23 Kasım 2009 Pazartesi

Hayatın türlü dalavereleri ve sonsuzluğu

2012 filmini henüz beğenen çıkmadı zaten bu saatten sonra izleyen birinin "ben beğendim, süper bir filmdi" demesi için sıkı bir anarşist olması gerekiyor.
Haşmet Babaoğlu kıyamet fikrinin insanları neden bu kadar heyecanlandırdığını yazmış:
"Kötülük karşısında ne zaman mutlak biçimde çaresiz hissetsek kendimizi... Ne zaman dünyadan umudu kessek... Alttan alta karanlık bir dilek büyür içimizde: Kopsun kıyamet, bu kahpe dünya altüst olsun!"


Ayşe Arman akut üyesi, endüstriyel dağcı Serkan Kaya'yla röportaj yapmış. Soruyor:
AA:"Bu işin hayati riski yok mu? Korkmuyor musunuz? Adrenalin falan?"
SK: " Bir kere 100 metre yanıma yıldırım düştü. O hakikaten kötüydü.Düşmekten beterdi. Müthiş bir ses ve ışık. Aynı anda elektrik çarpması gibi bir şey oluyor, öldün zannediyorsun, sonra nefes aldığını fark ediyorsun. Burnuna yanık kaya kokuları geliyor. Yaşadığım en dehşet şeydi, ama sonra üzerini silkip ayağa kalkıyorsun, yola devam ediyorsun...
Yapacak birşey yok. Hepimiz sonunda öleceğiz, bir bardak su içerken de boğulup ölebilirim."


Melike Karakartal "Nyotaimori" geyiğini(çıplak kadın üzerinden suşi yeme) harika bir anlatımla ti'ye almış.
Hikayenin hijyen tarafına takmış ve böyle bir hadiseye prim veren erkeğin kafasına oklava indireceğini belirtmiş. Alkıışşş benden :)
Yazının tamamı çok eğlenceli, okumak isteyenler aşağıdaki link'e buyursunlar:
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=13004520&tarih=2009-11-21

"Mavi Senfoni" adlı tablosu 2.2 milyona satılan Burhan Doğançay olay oldu.
Resmi alanın Murat Ülker olması açıkçası beni fazlasıyla şaşırttı.
Bu rekor satışla, çağdaş Türk resmi büyük bir sıçrama yaptı.
Koleksiyonerlik prim yapmaya ve bugünün en iyi yatırımının "resim" olduğu konuşulmaya başlandı.
Türkiye'deki rekor halen Oryantalist Osman Hamdi Bey'in 1906 ve 1907'de 2 farklı versiyon olarak çizdiği "Kamplumbağa Terbiyecisi"nde.
1906 versiyonu 2004 yılında Pera Müzesi'ne Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan 5 mioTL'ya satıldı.(2009 değeri 10-15mioTL)
1907 versiyonu ise Belma Simavi Koleksiyonu'nda.
Ayşe Kulin'in "Tek ve Tek Başına Türkan" adlı kitabını biran önce okumak için ölüyorum. Türkan Saylan'ın ömrü boyunca yaşadığı zorlukları öğrenince insan kendinden utanıyor. Bana sunulmuş bu şahane hayatımdaki tamahsızlığımın tokadını yüzüme atmak için kitabı su gibi okumak gerekiyor, anlaşıldı.
Şu an okuduğum Paulo Coelho'nun "Kazananlar Yalnızdır"ına kuma geliyor anlaşılan...

Daha 3-4 hafta önce şu haberle yatıp kalkıyorduk:

"Düşünebiliyor musunuz, bir adamla 14 yıldır evlisiniz, birliktesiniz, çılgınlar gibi aşıksınız, dışarıdan algılanan imaj öyle ama sonra bir gün öğreniyorsunuz ki, adam sizi bunca yıldır aldatıyor.
"İnsan kondurmak istemezse kondurmuyor” diyor, “Kimse beni uyarmadı. Bir de çok ilgili davranıyordu, en değerli varlığıydım, hep el üstünde tutuyordu. Evet, şüphelendiğim oldu. Ama hep inkâr etti. Her seferinde ona inandım. Belki de işime geldi. İnsan düzeni devam ettirmekten yana oluyor, hele çocukları varsa. Ama bir yere kadar..."
Şahane eğitimi, şahane fiziği, şahane anneliğiyle müthiş bir “vitrin”, bir erkeğin yanında taşımaktan gurur duyacağı bir varlık..."

Evet bildiniz Eren Talu ve Defne Samyeli hadisesi. Sahi n'oldu onlar, boşandılar mı?
Aldatan erkeklerin durumu bence bir tür ruh hastalığı, psikiyatrlık.
Mide bulandırıcı!
Görünce kusmak istiyorum!

Psikiyatrlık demişken:
Hipotalamus, limbik sistem ve ön loblarda olan hasarlar, aşırı saldırganlık ve vahşete sebebiyet veriyormuş, bunu da bugün öğrendim. Bizim ülke toptan ağır hasarlı desenize!

Bu ilginç bilgiden gelelim komiğe...
Dizi izliyor musunuz? Yok öyle "Ezel", "Aşk-ı Memnu" falan değil. Ecnebi ve yüzonaltıbinsekizyüzkırksekiz bölüm sürenleri kastediyorum. Onların manyağıysanız yandınız. Hergün bir öncekinden daha popüler bir dizi furyası peydah oluyor. Hayır insan işi gücü bırakıp 7*24 dizi seyretse bile yetişemez. Bunun tuvaleti var, yemeği var, uyuması var.
De ki yetiştiniz o zamanda gözlerin biri "kalk gidelim, diğeri halt yeme otur" der!
Gündemde çılgınca bir "Flash Forward" olayı dönüyor. Benim afagan takımım o kadar TV karşısında oturmaya müsait değil ama ucundan azcık seyretmeyi deneyeceğiz bakalım.
Yılmaz Özdil'den sonra izlediğim favori köşe yazarı Kanat Atkaya Flash Forward'la ilgili harika bir yazı yazmış.
Henüz okumadıysanız mutlaka okuyun derim. Ben gülmekten koptum okurken, arşivime aldım bile :D
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12984952&yazarid=25&tarih=2009-11-19

Şimdiiiii efendim sanki bana "böyle de eften püften, ortaya karışık bir yazı olur mu?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Yahu boşveriiin, hayatı bu kadar ciddiye almayın... Onun rahat, neşeli, boş anları da vardır, olmalı.. Bunu hem söylemek, hem uygulamak lazım gelir.
Yoksa benim gibi duygu budalısı, hop terelleli moduna doğru emin adımlarla yolalan biri olur çıkarsınız. Hep birlikte biraz hayatın içine daldık, fena mı oldu?
Madem birlikte girdik bu dalışa o zaman size bir itirafta bulunmam gerek:
Bu budalalığım hafiften işe yaramaya başladı galiba.
Sanırım büyümekteyim.
Üstelik şaşılacak şey evet, laf dinlemeye bile başladım.
La havle başımıza her an taş yağabilir. Kaçılıın!

Budalalık kendinden başka birine inanıp, sevmekle başlıyor.
Biliyorum sevginin/aşkın karşıtı nefret değil.
Ama ah! Budala ben mi yoksa söz dinleyen ben mi bu nefreti tanımaya başlıyor işte onu henüz bilemiyorum.
*****
Bugün babamın bana ve bu hayata veda etmeden sonsuzluğa gidişinin 6. yıl dönümü.
Oysa ne çok sevgi vardı içinde, ne çok severdi beni.
Böyle küt diye gideceği hiç aklıma gelmezdi.
Yakıştıramadığı durumları kabüllenemekte güçlük çekiyor insan.
Bocalıyor, afallıyor, dümdüz oluyor.
Allak bullak kalıyor.
Cayır cayır yanıyor.
İçini soğutacak birşey için didiniyor kavrula kavrula.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor...
Herşey nafile.
Hepsi palavra!
Sadece saçmalıyor.
O anda bir taş yutmuş gibi oluyor...
İçi ufalanıyor.
Bir şey kopuyor bedeninden.
Sanki biri elini içine sokuyor ve ciğerini söküyor alıyor.
Kolu, bacağı gidiyor...
Öyle hissediyor.
Öyle kalakalıyor.
Eksiliyor.
Bir daha hiç tamam olamayacağını düşünüyor.
Ve üzerinden sayısız gece kararıp gün ağarsa da hesaplaşması, sorgulaması, acısı bitmiyor.
İşte böylesi bir düellodan sonra hiçbir terkediş, hiçbir sevilmeyiş, hiçbir yanlış seçiş, yalnız kalış koymuyor.
Ne koyması be baba, dokunamıyor bile!
Anlatabiliyor muyum?


*****
Mekanın cennet, ruhun şad olsun babam.
Huzur içinde ol, ben iyiyim, büyüyorum!

Sizin hiç babanız öldü mü?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

Cemal Süreyya

Yazı tarihi: 23 Kasım 2009-2003

20 Kasım 2009 Cuma

B.O.K.'lar ve frenkgiller

Efendim, başlığı okur okumaz yüzünüzü buruşturduğunuzu görür gibiyim.
Durun durun hemen ekşimeyin, açıklamama müsade ediniz.
Malum bugünlerde gündem çok karışık.
GDO'lardı, açılım-açamayalım'dı, İtalya Cumhurbaşkanı'nın ziyaretiydi, telekulak skandalında dinlenenler ve bir türlü kendini dinletemeyenlerdi, Dersim'di mersim'di derken karardık durduk.
Ay zaten sonbahar da bitemedi gitti, üstümüzde kara kara bulutlar dolanıyor duruyor diye biz de karalar bağladık ya biraz neşelenelim canım madem öyle, fena mı olur?
Bendeki bu otomatik neşe halleri geçenlerde okuduğum bir yazıdan üzerinize afiyet.
E ben neşelendiysem sizin başınız kel mi? Hadi gelin birlikte neşelenelim...
*****
Pir'im öncelikle gelelim şu B.O.K. meselesine.
GDO'lardan sonra herşeyi 3 harfle anlatmak moda oldu ya bizimkisi de o hesap.
Bugünkü dersimiz: B.O.K.'lar yani "Beyniyle Oynanmış Kurban"
Yurdum insanında bu B.O.K.'lar sürüsüyle; zebil zebil maşallah...
Ne tarafa dönseniz eliniz birine çarpıyor, gündeme almamak olmaz, gücenirler...
*****
Az biraz reiki veya NLP ile uğraşmışlığınız varsa "olumlama" kavramını duymuşsunuzdur.
"Ben güzelim, değerliyim ve mutlu olmayı seçiyorum..." ya da olmak istediğin her neyse bu olumlamayı bilinçaltına gönderiyorsun ve göndere göndere bir bakıyorsun hooop az önce çaresizlikten kıvranan ama bir konserve ıspanağı hüpletince başımıza Süperman kesilen Temelreis gibi şişim şişim şişivermişsin.
İyi valla ne ala...
Tabii bu konular öyle hemen Temelreis misali hoppidik gübbidik olamıyor.
İnsanlar saatlerce, günlerce, aylarca kafa patlatıyor.
Okuyor, öğreniyor, deniyor, yapıyor, şaşırıyor, vazgeçiyor, aklı karışıyor başa dönüyor.
Kimileri tonlarca paralar ödüyor, kimileri hayatlarından çeşitli ödünler veriyor.
Kimileriyse doğuştan yetenekli; olumlamayı kafaya programlıyor, menzile bir B.O.K. adayı girer girmez de play tuşuna basıyor ve eakşınnn... (action/aksiyon)
Onların olumlama muhteviyatlarında ufak bir değişiklik oluyor ama:
"Güzelim, değerliyim ve zengin olmayı seçiyorum" diyorlar.
İşte eğlencemiz burada başlıyor.
Bu küçükhanımefendi konteslerimizin ufak beyinlerindeki hafıza kartlarının ezberleyebildiği tek olumlama bu olduğu için tek tuş olayı yaşıyorlar.
Tek tuşun üzerinde "FF" yazıyor; Flashforward, yani ileriye hızlıca sar.
İleriye dair tek hedefin varsa yoksa, kısayoldan, hızlıca bir B.O.K.'la dünyaevine girmek olsun.
Zaten elinde başka düğme yok, tek numaran bu, bünye buna programlı.
O yüzden bu sevgili 4yapraklı yoncalar burun deliklerini şişire şişire külkedisini gerçeğe uyarlamak için olumla Allah olumla "güzelim, değerliyim ve zengin olmayı seçiyorum" nidalarıyla salınıveriyorlar.
Salınıverirken tabi bunlar iki işi birarda yapamadıkları için bazen salınmayı unutuveriyorlar.
Aslında kızmamak lazım, belki de bu küçük bir özgüven meselesi. Bu özgüvensizlikten dolayı verip veriştirmeleri. Tek dertleri “güzelliklerinin erkekler tarafından onaylanması”. Birtek o zaman iyi hissediyorlar.
Bu yüce! hislerin ışığında, zavallı B.O.K.'ları potaya sokup evlendiklerinde birdenbire “değerli kadın” oluveriyorlar.
Zaten mesele aşk meşk değil, makul bir adam bulup “ben değerli ve zenginim”i ispatlayarak zümre atlayabilmekte.
Öte yandan aslında ömürleri boyunca sırtlarını dayayacak bir adam, bir güven, konfor, statü ve lüks alanı istedikleri için en safından birtakım cabrioları ay pardon yani Beyinleriyle Oynanmış Kurban'ları ihtirasları uğruna harcamakta bir mahsur görmüyorlar.
Bu uğurda ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar.
Kendi başına yumurta kırmayı beceremezken anne/komşu/bacı/gacı kim varsa, yedi sülale, geleceklerini bu BOK'lara bağladığından imece usulü toplu kumpasla gelin kızımızı allayıp pulluyorlar.
Ev yapımı kurabiyeler, börekler çörekler, yanak pembeleştirme çalışmaları, "ben bilmem beyim bilir" pratikleri ve bilimum kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez uygulamaları gelin kızımızla teşvik-i mesai yaptırılıyor.
Bu el değmemiş! pek değerli konteslerimiz de gerdan kırarak kocalarının annelerine her konuda “Siz bilirsiniz anneciğim” demeyi "Türk öğün, çalış, güven"den önce ezbere kaydediyorlar.
Ay zaten bu karışık cümleye ne gerek var, onlar işin güven kısmını halletmeye başkoymuşlar, gerisi safsata...

Yalnız bir durumda Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekiyor:
Bu güven müessesesini pek sağlam temeller üzerine inşa ettikleri yadsınamaz bir gerçek.
3.sınıf kuaförlerce sarışın pardon turunculaştırılmış mısır püskülü saçları,
tek koltuğa sığamayacak kadar büyüttükleri kaba etleri ve
Silikon Vadilerinden taşan dişilik enerjileri uğruna maddi manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorlar.
Ayrıca kadro da itinayla sağlamlaştırılıyor; altyapıdan geliyorlar.(takım referansı için bknz varoşlar)
B.O.K.'lar bir kere tufaya gelince de bu altyapı ve Silikon Vadisi enerjisi gücüne veda etmiş gibi görünüp bir anda dünyanın en zarif, en kibar, en kocasından başkakimseyebakmayan (yalan!), en misyoner, en melek insanına dönüşüyorlar.

İlahi...
Siz çok yaşayın emi?!
Hiç güleceğim yoktu vallahi :-DD

* * *
Hamiş:

Sevgili çakma kontesler;
"Değerli ol" demekle olunmuyor maalesef, kumaş ortada...
Sen en iyisi mi "fabrika ayarlarına geri dön" komutunu ver cicim.
Bu halinize kızmayız ama yemeyiz, yedirmeyiz, yemedik, anlaştık? ;)

Sevgili B.O.K.'lar;
Sağır sultan bile duydu ve de uyandı; senin mezhebin genişse kontescik ne yapsın, sendeki ki bu saflık nicedir a kuzum?
Hayır silikonlardan önünü göremiyorsan arkandan gülenleri de mi duyamıyorsun?
Silkelen, kendine gel. Cabrio'nu kapa bak başına güneş geçmiş.
Ama yok yok üzülme masum ve değerli prensesin bakkala kadar gitti az sonra gelecek, ne de olsa o "senin onu değerli ve zengin hissettirebilme ümidini sevmişti", ne masumane...
bekle sen bekle, daha çoook beklersin ;)

Sevgili okur;
Baştan söylemiştim sana eğleneceğimizi.
E şimdi bu durumla eğlenilmez de ne yapılır, değil mi yani...

Yazı tarihi: 20 Kasım 2009

18 Kasım 2009 Çarşamba

İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın!


Beni çok katlı bir gökdelenin tepesine çıkartın.
Gözlerimi bağlayın.
Aşağıda onun olduğunu bileyim, hiç tereddütsüz bırakırım kendimi olduğu yere.
Ben aşağıya düşene kadar o tüm önlemleri almış; ambulansı çağırmış, brandayı gerdirmiş, düşme hızımı hesaplamış ve ben gerilen brandayı boyladıktan sonra zıpzıp zıplarken o yanımdaki yerini çoktan alıp çakı gibi hazırola geçmiştir.
Ben yalpalamalarımla bir havada uçup bir yere çakılırken o beni tüm kaygılarımdan kurtarmak üzere ardı ardına esprileri patlatmaktadır.
Yaşadığım travmanın şokunu onun esprileriyle birleştirince ağzım açık ayran delisi gibi 32 diş sırıtırken o sağlam duruşuyla "ben yanındayım ve herşey kontrol altında, senin tüyüne zarar gelmeyecek" güvenini tenimin altına çoktan zerketmiştir bile. 
Az önce bir kurşun gibi son sürat yere çakılmak üzere olan ben şimdi üstümü başımı silkeleyip, katılma noktasına erişmiş gülme krizim ve mide kasılmalarımla hayatımda olduğu için şükrederek ayağa kalkarım.
Düştüğümde de, yalpaladığımda da, ayakta olduğumda da ilk gördüğüm hep o'dur. 
Ondan başkası olsun istemem, başkasına bu güveni hissetmem, bu kozu eline tutuşturmam.
Bu öylesine pimi çekilmiş bir kozdur ki bir kere yanlış kişinin eline tutuşturursan feci dağıtır, fena dağılırsın.
Toparlanması ömrüne, bedeli gönlüne mal olur.
Ciğeri beş para etmez canlı mayın tarlalarını adam belleyip onların elinde çarçur ettirmemeli, gönlü sağlam olanlara teslim etmelisindir kozunu, güvenini, kendini.
*****
Hani bazı insanlar vardır; sürekli alçakgönüllü olduklarını iddia ederler.
Oysa kendini "aşağı bir yere" koyabilmen için önce yukarıda olmalısın!
Yani alçakgönüllü olmak istedin diye olamazsın.
Önce "gönül" sahibi olmalısın!
Gönül sahibi olmanın ne demek olduğunu da onu tanıdığında anlarsın.
Mıhlanır kalırsın.
O gönlü bir kere görünce haybeye giden hayatına yanarsın. 
Karşısında mum gibi erir gidersin, babayiğitliğinin feri söner, fırından yeni çıkmış kızarmış buta benzersin.
Mangal gibi yüreğin olur sana fare kapanındaki peynir.
Kaşlarını çatıp şöyle dik dik bi baktı mı yamuklardan yamuk beğen; beşgen mi altıgen mi ne olacaksan kararını sen ver.
Pek bi çakılmış gördüm seni delikanlım, "ne oldiii, rengin soldiii?" kıvamına gelirsin artık.

Velhasıl karşındaki görmeye pek de alışık olmadığın türden bir adamdır.
Hani bazı kavramlar vardı milattan önceki çağda, bilmem hatırlar mısın?
Adam gibi adam olmak.
Yiğit, mert, dürüst, çatık kaş bıçkın delikanlı olmak.
Sözünün eri olmak.
İyi ve vefalı olmak.
Tatlı sert olmak.
Örneğin kendisi seni küçükdilini titrete titrete gülme krizine sokabilecek kadar komik olabilirken aynı zamanda kodumu oturtur tarzdandır.
Diriltir adamı diriltir!
Kendine getirtir.
Dansöz kıyafeti giydirtip her yanı oynayan oynak oryantellerine benzetir seni, ne tarafa kıvıracağını şaşırırsın.
O dünyanın merkezinde sapasağlam durur sen gökkuşağı renklerinde fırdöndü olursun.
Feleğin şaşar, ne olduğunu anlayamadan gidersin mazallah.
Tütü giymiş ramboya dönersin.
Boncuk boncuk terlerin gülmekten mi tırsmaktan mı idrak edemezsin.
Ona sonsuz bir hayranlık, saygı ve gıpta beslersin tabii eğer adamsan.
Yok adamlıktan nasibini almamışsan vay haline.
Vay ki ne vayyy.

En yakın kestirmeden sağa dönüp toz kaldırmadan Boğaziçi köprüsünün yolunu tut, git at kendini, iyi gelir açılır ferahlarsın.
Ferahladıktan sonra kafayı bir yere çakıp bilincin yerine gelmişse anlarsın; o bu dünyanın beyaz yüzü.
O en çaresiz anında damarına takılmış serum.
O zifiri karanlıkta gökte parlayan yıldız.
O gökyüzünün bizzat kendisi...
 *****
Şimdi sorarım size;
Kariyerinin en tepe noktalarını zorlayan bir işadamını, çocukları için ölmeye hazır bir babayı, karısını deli gibi seven bir kocayı, annesi ve kardeşi için herşeyini feda edebilecek bir evladı, arkadaşları için dağları delecek fedakarlıkları gözünü kırpmadan yapan bir dostu, düğünde sağdıçı, cenazede tabutu en önde omuzlayan şahsiyetleri aynı adamda birleştirmeyi başarması, az şey midir?
Hem de bunca şahsiyetsizin cirit attığı bir dünyada...
*****
Bugün 18 Kasım.
Canımdan çok sevdiğim ağabeyimin doğumgünü.
İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın ve iyi ki benim ağabeyimsin, tırnağına taş değmesin abim.

*****
Teşekkür ederim. Öperim
Nes, the Sister

Yazı tarihi: 18 Kasım 2009

13 Kasım 2009 Cuma

Fotoğrafın künyesi



Nesss susar, fotoğraf konuşur

Fotoğrafın adı: Oksijen
Cinsiyeti: Erkek
Yaşı: Sonsuz
Mevsimi: Hazan
Modu: Dingin
Rengi: Turuncu- mavi
Kokusu: Çam
Sınırsızlığı: Gökyüzü
Sınırı : Bulut
Yüzü: Doğa
Sesi: Yankı
Tadı: Tarçın çayı
Boyu: Yüksek
Ayakkabı numarası: Hışırtı
Uğurlu sayısı: 7
Işığı: Kontrast
Burcu: Terazi
Hisleri: Yüce
Yüreğinin içi: http://fotokritik.com/1938471
Tekrar dünyaya gelse doğmak istediği yer: Orası
Şarkısı: http://www.youtube.com/watch?v=dn-M7zYCnA8
Kompozisyonu: Bakmaktan öte söz yok
En sevdiği yemek: Çekirdekli tam çavdar ekmeğe hindi füme sandviç
En sevdiği içecek: Buzzz gibi bir Schweppessss gazoz
En sevdiği özelliği: Heybet
En sevmediği özelliği: Boşluk
En belirgin özelliği: Nefes

ve Karadeniz'li akrabaları: http://fotokritik.com/1938291


Sevgili arkadaşım Kayıhan Zeybek'e emeği için çok teşekkür ederim.
Işığı(nız) bol olsun :)

Yazı Tarihi: 12 Kasım 2009

Nesss, the gören