Sarımtrak renkte ve her yerdeler.
Düğün konfetileri gibi insanın başından aşağı dökülüyorlar ve kıpır kıpır halleriyle neşe veriyorlar.
Çocukların peşinden koşup yakalamaya çalışması yok mu, nasıl da eğlenceli bir koşuşturmaca, tabii sonu yere kapaklanmakla veya cama girmekle bitmezse :)
*****
Ben bu kadar kelebeği hiç bir arada görmemiştim.
Son 1 haftadır İstanbul Kelebekler Vadisi'ne döndü.
Yer gök, çiçek böcek kelebek.
Ortalama ömürleri 2 ila 14 gün.
O kadar tahmin edilemeyecek bir şekilde ve ani dönüşlerle sağa sola, yukarı aşağı uçuyorlar ki bakarken insanın başı dönüyor.
Bence kısa ömürlerinin sebebi de bu.
Sersem oluyor hayvancıklar, enerji mi dayanır buna!
Ama onlar narin narin uçarlarken enerji ve hayat sevinci taşıyorlar, aşılıyorlar bizlere.
Doğanın dengesini kurup birkaç gün içinde yok oluyorlar.
*****
Sabah evden çıkarken apartman kapımızın iç camında çırpınan zavallı kelebek sanki nefes alamıyor ve birkaç saniye sonra boğulacak gibiydi.
Gözüm onda, onu biran önce nefesine kavuşturma gayesiyle kapıyı o kadar aceleci ve güçlü bir şekilde çektim ki aynı hızla ayağıma girmesi bir oldu.
Zannettim ki 3 kırık, 5 çatlak oluştu.
Olsun, sırası değil şimdi onu düşünmenin, topuğum üstünde seke seke kelebeğin özgürlüğünü görmeye peşisıra çıktım apartmandan.
*****
Ayağımın acısının yeni yeni geçmeye başladığı akşamüzeri saatlerinde bir kafede oturmuş, soğuk limonatamı yudumlayarak çalışmaya ful konsantrasyon dalmış bir haldeyken gözümün önünde sekizler çizmeye başladı.
Takip etmeden duramıyor insan.
Bıraktım işi gücü, benim de kafa ve gözler onla birlikte sekiz...
Dolandı, dolandı önce kafama kondu- bendeki gürbüz saçların içinde sanırım hayvancağıza klastrofobi geldi- konmasıya geri uçması ve koltuk altımdan bluzumun içine girmesi bir oldu.
Velhasılı eğlenceli yaratıklar. Hele hele kedileri salak etmelerine bayılıyorum :-DD
*****
Ben bluzumun içindeki kelebekle uğraşırken Meksika'da bir yerlerde balaylarını yapan biricik arkadaşlarım Yalçın ve Şebnem ne kadar da güzel vakit geçiriyorlardı eminim...
Geçen hafta tam bu zamanlardaki düğünlerinde mutluluktan ışıl ışıl parlıyor, birbirlerinin gözlerinde eriyorlardı. Aşk nasıl da güzelleştirmişti onları.
Güzeller güzeli gelinimiz Şebo, Yalçın'ın karısı olarak ettiği ilk danslarında mutluluk gözyaşlarına hakim olamadı ve hepimizi ağlattı.
Oh be sonunda dans dersi almadan, bildiğimiz en klasik dansla ilk danslarını eden bir çift.
Yalçın'ın şımşık damatlık rugan ayakkabılarının harika yönlendirmesiyle kollarında uçuşan bir gelin.
İçlerinden geldiği gibi, müziği ve aşkı hissederek, adım saymadan, ayaklarına bakmadan, robotlaşmadan, kelebekler gibi uçuşan müthiş uyumlu bir çift...
Ömür boyu böyle uyumlu kalın, birbirinize böyle güzel bakın, hep aşık olun ve birbirinizin kollarınızda uçun çocuklar.
İyi ki evlendiniz, mutluluk ne demekti görmeyeli hayli zaman olmuş...
*****
Bu kadar çok kelebek olması doğanın dengesini koruduğu anlamına geliyormuş.
Uçan bu kelebekler erkekmiş, dişi kelebekler uçmazmış denilene göre...
Hayır, Allah tüm canlılardan farklı olarak insanlara niye beyin vermiş o zaman, eğer hayvan içgüdüleriyle yaşamaya devam edeceksek, di mi yani?
*****
Ve ben bu satırları yazmakla meşgulken 04 Temmuz'a girmişiz bile.
Beyin demişken, niye en unutulması gereken detayları unutmaz beynimiz? Acı veren hatıralar, kişiler, anlar, kokular, tarihler en keskin hatlarıyla bir bıçak gibi boydan boya saplanır kalır midemize.
Ca'nım kelebeklerin ömrü bu kadar kısayken bu kokuşmuş anıların son nefesimize kadar peşimizi bırakmaması nasıl açıklanmalı?
Bilseniz, ah bi bilseniz seneler boyu 04 Temmuz'u yok saymak için neler yaptığımı...
Ve bu sene, bu sene 04 Temmuz'u dakika dakika yaşamak mı daha zor yoksa 04 Temmuz bittiğinde içimdeki boşluğa katlanmak mı, cevap verebilsem...
*****
Son nefes demişken; madem ruh bir enerji ve enerjiler yok olmuyor ve yok olan sadece bedenlerimizse çok merak ediyorum ben önceki hayatlarımı, önceki bedenlerimi, bundan sonra neyi, kimde, nasıl yaşayacağımı.
Hani "elektriğimiz tuttu" denir ya bazen; tanımadan seversin birini, gözlerine ilk baktığında sıcacık hissedersin, yıllardır tanıyor gibi...
Var mı bunun bu önceki hayatlarla bağlantısı?
Hani herşeye rağmen kopamadıklarımız, unutamadıklarımız, aramızdaki bağı kopartamadıklarımız var ya, diğer hayatlardan getirdiklerimiz mi onlar acaba?
Yoksa hangi aklıselim kabullenir bu ihanetleri, sevgisizliği, kendini layık gördüğü mazoşist hayatı, sürekli patinaj çekerek yaşamayı?
*****
Bir de yarım kalanlar var...
Birçok ayrılığın en yakıcı tarafı da bu değil mi?
Sen "daha yaşanacak çok şey var" derken, hiç hesapta yokken ceketini alıp çıkması ve o kapıdan bir daha hiç girmeyecek oluşunun idrakı.
Boşuna değil ölümle eş değer yakıcılığı...
İkisinde de onu bir daha dünya gözüyle göremeyecek olmanın adamı tartaklayan kabullenişi...
Kimbilir daha kaç 04 Temmuz'da canıma ot tıkayacak bu kabulleniş!
******
Sadece 6 gün önce annesini başka hayata, başka bedene gönderen "canım" şimdilerde herşey normalmiş gibi davranmaya çalışıyor ya, idrak çizgisine arşın arşın uzak oluşundan :(
Ahhh oysa nasıl da isteyecek birilerinin omuzlarından tutup onu sımsıkı sarsmasını; "bu yaşadıkların gerçek değil" demesini, o lanet çizgiden öteye geçince.
*****
Öyle ya da böyle geçiyor hayat.
Geçmesine geçiyor da niye bir tek acılar oluşturuyor bu "idrak etme kapasitesini"?!
Niye aklı başında biri idrak edemiyor "aşk" sandığı şeyin kendi aynasından ibaret olduğunu!
Aynalara bakmadan, beline bağladığı kazakla ayıplı yerlerini örtmeye çalıştıkça sakilleşen sözümona spor hocaları gibi!
Çürük dişli dişçi!
Sen kendi iradene, kendi fiziğine, kendi işine saygı gösterip olman gereken halde değilsen benden dediklerini yapmamı,sana saygı göstermemi bekleyemezsin!
Ne kadar da küçük bir ayrıntı gibi geliyor kulağa!
Oysa bende aşılmayacak bir güvensizlik oluşturuyor; güvenin olmadığı yerde ne saygıdan ne sevgiden bahsedebiliriz, öyle değil mi?
Hayatlarımıza koyduğumuz o aynalar bazen o kadar çok gözümüzün içine giriyor ki idrak körü oluyoruz. Aşkın içindeyiz sanıyoruz yangının tam ortasındayken.
Bir silkelenip kendimize gelsek iyi olmaz mı?!
Niye oluyor tüm bunlar diye düşünsek...
Şuurlu olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
*****
Bir bilebilsem bu dünyadan giden bedenler bir daha hangi bedenin ruhu olarak dünyaya geliyor?!
İşte belki o zaman 04 Temmuz'un üstesinden gelebilirim.
Ama yarın, yarın huysuz, kırgın, takıntılı ve başına buyruk geçecek belli ki!
Nasıl geçmesin?
Kendi bedbahtlığı yetmezmiş gibi üstüne bir de "canımın" gözlerine hüzünlü gölgeler eklenmişken...
Anne’ciğinin, ne kadar isterdim tam da bugün sağ olmasını...
Bu her yerde uçuşan sarımtrak kelebeklerin ona da hayat vermesini :(
Nes, unutamayan
Yazı Tarihi: 04 Temmuz 2010
Bu blog'da okuyacağınız olaylar, kişiler ve mekanlar gerçek olabileceği gibi tümüyle hayal ürünü de olabilir. Bazı yazılar ruh sağlığınızı bozabilir, keyfinizi kaçırabilir, bam telinize dokunabilir. Böyle durumlarda blog yazarı Neslihan Venüs Kılıç Hacıalioğlu hiçbir şekilde yazdıklarından sorumlu tutulamaz, adres gösterilemez. Siz bırakın onu bunu, şunu bilin yeter; "Yapan, yaptıran yalnız Allah'tır", gerisi hikaye...
ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Temmuz 2010 Pazar
23 Kasım 2009 Pazartesi
Hayatın türlü dalavereleri ve sonsuzluğu
2012 filmini henüz beğenen çıkmadı zaten bu saatten sonra izleyen birinin "ben beğendim, süper bir filmdi" demesi için sıkı bir anarşist olması gerekiyor.
Haşmet Babaoğlu kıyamet fikrinin insanları neden bu kadar heyecanlandırdığını yazmış:
"Kötülük karşısında ne zaman mutlak biçimde çaresiz hissetsek kendimizi... Ne zaman dünyadan umudu kessek... Alttan alta karanlık bir dilek büyür içimizde: Kopsun kıyamet, bu kahpe dünya altüst olsun!"
Ayşe Arman akut üyesi, endüstriyel dağcı Serkan Kaya'yla röportaj yapmış. Soruyor:
AA:"Bu işin hayati riski yok mu? Korkmuyor musunuz? Adrenalin falan?"
SK: " Bir kere 100 metre yanıma yıldırım düştü. O hakikaten kötüydü.Düşmekten beterdi. Müthiş bir ses ve ışık. Aynı anda elektrik çarpması gibi bir şey oluyor, öldün zannediyorsun, sonra nefes aldığını fark ediyorsun. Burnuna yanık kaya kokuları geliyor. Yaşadığım en dehşet şeydi, ama sonra üzerini silkip ayağa kalkıyorsun, yola devam ediyorsun...
Yapacak birşey yok. Hepimiz sonunda öleceğiz, bir bardak su içerken de boğulup ölebilirim."
Melike Karakartal "Nyotaimori" geyiğini(çıplak kadın üzerinden suşi yeme) harika bir anlatımla ti'ye almış.
Hikayenin hijyen tarafına takmış ve böyle bir hadiseye prim veren erkeğin kafasına oklava indireceğini belirtmiş. Alkıışşş benden :)
Yazının tamamı çok eğlenceli, okumak isteyenler aşağıdaki link'e buyursunlar:
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=13004520&tarih=2009-11-21
"Mavi Senfoni" adlı tablosu 2.2 milyona satılan Burhan Doğançay olay oldu.
Resmi alanın Murat Ülker olması açıkçası beni fazlasıyla şaşırttı.
Bu rekor satışla, çağdaş Türk resmi büyük bir sıçrama yaptı.
Koleksiyonerlik prim yapmaya ve bugünün en iyi yatırımının "resim" olduğu konuşulmaya başlandı.
Türkiye'deki rekor halen Oryantalist Osman Hamdi Bey'in 1906 ve 1907'de 2 farklı versiyon olarak çizdiği "Kamplumbağa Terbiyecisi"nde.
1906 versiyonu 2004 yılında Pera Müzesi'ne Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan 5 mioTL'ya satıldı.(2009 değeri 10-15mioTL)
1907 versiyonu ise Belma Simavi Koleksiyonu'nda.
Ayşe Kulin'in "Tek ve Tek Başına Türkan" adlı kitabını biran önce okumak için ölüyorum. Türkan Saylan'ın ömrü boyunca yaşadığı zorlukları öğrenince insan kendinden utanıyor. Bana sunulmuş bu şahane hayatımdaki tamahsızlığımın tokadını yüzüme atmak için kitabı su gibi okumak gerekiyor, anlaşıldı.
Şu an okuduğum Paulo Coelho'nun "Kazananlar Yalnızdır"ına kuma geliyor anlaşılan...
Daha 3-4 hafta önce şu haberle yatıp kalkıyorduk:
"Düşünebiliyor musunuz, bir adamla 14 yıldır evlisiniz, birliktesiniz, çılgınlar gibi aşıksınız, dışarıdan algılanan imaj öyle ama sonra bir gün öğreniyorsunuz ki, adam sizi bunca yıldır aldatıyor.
"İnsan kondurmak istemezse kondurmuyor” diyor, “Kimse beni uyarmadı. Bir de çok ilgili davranıyordu, en değerli varlığıydım, hep el üstünde tutuyordu. Evet, şüphelendiğim oldu. Ama hep inkâr etti. Her seferinde ona inandım. Belki de işime geldi. İnsan düzeni devam ettirmekten yana oluyor, hele çocukları varsa. Ama bir yere kadar..."
Şahane eğitimi, şahane fiziği, şahane anneliğiyle müthiş bir “vitrin”, bir erkeğin yanında taşımaktan gurur duyacağı bir varlık..."
Evet bildiniz Eren Talu ve Defne Samyeli hadisesi. Sahi n'oldu onlar, boşandılar mı?
Aldatan erkeklerin durumu bence bir tür ruh hastalığı, psikiyatrlık.
Mide bulandırıcı!
Görünce kusmak istiyorum!
Psikiyatrlık demişken:
Hipotalamus, limbik sistem ve ön loblarda olan hasarlar, aşırı saldırganlık ve vahşete sebebiyet veriyormuş, bunu da bugün öğrendim. Bizim ülke toptan ağır hasarlı desenize!
Bu ilginç bilgiden gelelim komiğe...
Dizi izliyor musunuz? Yok öyle "Ezel", "Aşk-ı Memnu" falan değil. Ecnebi ve yüzonaltıbinsekizyüzkırksekiz bölüm sürenleri kastediyorum. Onların manyağıysanız yandınız. Hergün bir öncekinden daha popüler bir dizi furyası peydah oluyor. Hayır insan işi gücü bırakıp 7*24 dizi seyretse bile yetişemez. Bunun tuvaleti var, yemeği var, uyuması var.
De ki yetiştiniz o zamanda gözlerin biri "kalk gidelim, diğeri halt yeme otur" der!
Gündemde çılgınca bir "Flash Forward" olayı dönüyor. Benim afagan takımım o kadar TV karşısında oturmaya müsait değil ama ucundan azcık seyretmeyi deneyeceğiz bakalım.
Yılmaz Özdil'den sonra izlediğim favori köşe yazarı Kanat Atkaya Flash Forward'la ilgili harika bir yazı yazmış.
Henüz okumadıysanız mutlaka okuyun derim. Ben gülmekten koptum okurken, arşivime aldım bile :D
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12984952&yazarid=25&tarih=2009-11-19
Şimdiiiii efendim sanki bana "böyle de eften püften, ortaya karışık bir yazı olur mu?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Yahu boşveriiin, hayatı bu kadar ciddiye almayın... Onun rahat, neşeli, boş anları da vardır, olmalı.. Bunu hem söylemek, hem uygulamak lazım gelir.
Yoksa benim gibi duygu budalısı, hop terelleli moduna doğru emin adımlarla yolalan biri olur çıkarsınız. Hep birlikte biraz hayatın içine daldık, fena mı oldu?
Madem birlikte girdik bu dalışa o zaman size bir itirafta bulunmam gerek:
Bu budalalığım hafiften işe yaramaya başladı galiba.
Sanırım büyümekteyim.
Üstelik şaşılacak şey evet, laf dinlemeye bile başladım.
La havle başımıza her an taş yağabilir. Kaçılıın!
Budalalık kendinden başka birine inanıp, sevmekle başlıyor.
Biliyorum sevginin/aşkın karşıtı nefret değil.
Ama ah! Budala ben mi yoksa söz dinleyen ben mi bu nefreti tanımaya başlıyor işte onu henüz bilemiyorum.
*****
Bugün babamın bana ve bu hayata veda etmeden sonsuzluğa gidişinin 6. yıl dönümü.
Oysa ne çok sevgi vardı içinde, ne çok severdi beni.
Böyle küt diye gideceği hiç aklıma gelmezdi.
Yakıştıramadığı durumları kabüllenemekte güçlük çekiyor insan.
Bocalıyor, afallıyor, dümdüz oluyor.
Allak bullak kalıyor.
Cayır cayır yanıyor.
İçini soğutacak birşey için didiniyor kavrula kavrula.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor...
Herşey nafile.
Hepsi palavra!
Sadece saçmalıyor.
O anda bir taş yutmuş gibi oluyor...
İçi ufalanıyor.
Bir şey kopuyor bedeninden.
Sanki biri elini içine sokuyor ve ciğerini söküyor alıyor.
Kolu, bacağı gidiyor...
Öyle hissediyor.
Öyle kalakalıyor.
Eksiliyor.
Bir daha hiç tamam olamayacağını düşünüyor.
Ve üzerinden sayısız gece kararıp gün ağarsa da hesaplaşması, sorgulaması, acısı bitmiyor.
İşte böylesi bir düellodan sonra hiçbir terkediş, hiçbir sevilmeyiş, hiçbir yanlış seçiş, yalnız kalış koymuyor.
Ne koyması be baba, dokunamıyor bile!
Anlatabiliyor muyum?
*****
Mekanın cennet, ruhun şad olsun babam.
Huzur içinde ol, ben iyiyim, büyüyorum!
Sizin hiç babanız öldü mü?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Cemal Süreyya
Yazı tarihi: 23 Kasım 2009-2003
Haşmet Babaoğlu kıyamet fikrinin insanları neden bu kadar heyecanlandırdığını yazmış:
"Kötülük karşısında ne zaman mutlak biçimde çaresiz hissetsek kendimizi... Ne zaman dünyadan umudu kessek... Alttan alta karanlık bir dilek büyür içimizde: Kopsun kıyamet, bu kahpe dünya altüst olsun!"
Ayşe Arman akut üyesi, endüstriyel dağcı Serkan Kaya'yla röportaj yapmış. Soruyor:
AA:"Bu işin hayati riski yok mu? Korkmuyor musunuz? Adrenalin falan?"
SK: " Bir kere 100 metre yanıma yıldırım düştü. O hakikaten kötüydü.Düşmekten beterdi. Müthiş bir ses ve ışık. Aynı anda elektrik çarpması gibi bir şey oluyor, öldün zannediyorsun, sonra nefes aldığını fark ediyorsun. Burnuna yanık kaya kokuları geliyor. Yaşadığım en dehşet şeydi, ama sonra üzerini silkip ayağa kalkıyorsun, yola devam ediyorsun...
Yapacak birşey yok. Hepimiz sonunda öleceğiz, bir bardak su içerken de boğulup ölebilirim."
Melike Karakartal "Nyotaimori" geyiğini(çıplak kadın üzerinden suşi yeme) harika bir anlatımla ti'ye almış.
Hikayenin hijyen tarafına takmış ve böyle bir hadiseye prim veren erkeğin kafasına oklava indireceğini belirtmiş. Alkıışşş benden :)
Yazının tamamı çok eğlenceli, okumak isteyenler aşağıdaki link'e buyursunlar:
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=13004520&tarih=2009-11-21

Resmi alanın Murat Ülker olması açıkçası beni fazlasıyla şaşırttı.
Bu rekor satışla, çağdaş Türk resmi büyük bir sıçrama yaptı.

Türkiye'deki rekor halen Oryantalist Osman Hamdi Bey'in 1906 ve 1907'de 2 farklı versiyon olarak çizdiği "Kamplumbağa Terbiyecisi"nde.
1906 versiyonu 2004 yılında Pera Müzesi'ne Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan 5 mioTL'ya satıldı.(2009 değeri 10-15mioTL)
1907 versiyonu ise Belma Simavi Koleksiyonu'nda.
Ayşe Kulin'in "Tek ve Tek Başına Türkan" adlı kitabını biran önce okumak için ölüyorum. Türkan Saylan'ın ömrü boyunca yaşadığı zorlukları öğrenince insan kendinden utanıyor. Bana sunulmuş bu şahane hayatımdaki tamahsızlığımın tokadını yüzüme atmak için kitabı su gibi okumak gerekiyor, anlaşıldı.
Şu an okuduğum Paulo Coelho'nun "Kazananlar Yalnızdır"ına kuma geliyor anlaşılan...
Daha 3-4 hafta önce şu haberle yatıp kalkıyorduk:
"Düşünebiliyor musunuz, bir adamla 14 yıldır evlisiniz, birliktesiniz, çılgınlar gibi aşıksınız, dışarıdan algılanan imaj öyle ama sonra bir gün öğreniyorsunuz ki, adam sizi bunca yıldır aldatıyor.
"İnsan kondurmak istemezse kondurmuyor” diyor, “Kimse beni uyarmadı. Bir de çok ilgili davranıyordu, en değerli varlığıydım, hep el üstünde tutuyordu. Evet, şüphelendiğim oldu. Ama hep inkâr etti. Her seferinde ona inandım. Belki de işime geldi. İnsan düzeni devam ettirmekten yana oluyor, hele çocukları varsa. Ama bir yere kadar..."
Şahane eğitimi, şahane fiziği, şahane anneliğiyle müthiş bir “vitrin”, bir erkeğin yanında taşımaktan gurur duyacağı bir varlık..."
Evet bildiniz Eren Talu ve Defne Samyeli hadisesi. Sahi n'oldu onlar, boşandılar mı?
Aldatan erkeklerin durumu bence bir tür ruh hastalığı, psikiyatrlık.
Mide bulandırıcı!
Görünce kusmak istiyorum!
Psikiyatrlık demişken:
Hipotalamus, limbik sistem ve ön loblarda olan hasarlar, aşırı saldırganlık ve vahşete sebebiyet veriyormuş, bunu da bugün öğrendim. Bizim ülke toptan ağır hasarlı desenize!
Bu ilginç bilgiden gelelim komiğe...
Dizi izliyor musunuz? Yok öyle "Ezel", "Aşk-ı Memnu" falan değil. Ecnebi ve yüzonaltıbinsekizyüzkırksekiz bölüm sürenleri kastediyorum. Onların manyağıysanız yandınız. Hergün bir öncekinden daha popüler bir dizi furyası peydah oluyor. Hayır insan işi gücü bırakıp 7*24 dizi seyretse bile yetişemez. Bunun tuvaleti var, yemeği var, uyuması var.
De ki yetiştiniz o zamanda gözlerin biri "kalk gidelim, diğeri halt yeme otur" der!
Gündemde çılgınca bir "Flash Forward" olayı dönüyor. Benim afagan takımım o kadar TV karşısında oturmaya müsait değil ama ucundan azcık seyretmeyi deneyeceğiz bakalım.
Yılmaz Özdil'den sonra izlediğim favori köşe yazarı Kanat Atkaya Flash Forward'la ilgili harika bir yazı yazmış.
Henüz okumadıysanız mutlaka okuyun derim. Ben gülmekten koptum okurken, arşivime aldım bile :D
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12984952&yazarid=25&tarih=2009-11-19
Şimdiiiii efendim sanki bana "böyle de eften püften, ortaya karışık bir yazı olur mu?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Yahu boşveriiin, hayatı bu kadar ciddiye almayın... Onun rahat, neşeli, boş anları da vardır, olmalı.. Bunu hem söylemek, hem uygulamak lazım gelir.
Yoksa benim gibi duygu budalısı, hop terelleli moduna doğru emin adımlarla yolalan biri olur çıkarsınız. Hep birlikte biraz hayatın içine daldık, fena mı oldu?
Madem birlikte girdik bu dalışa o zaman size bir itirafta bulunmam gerek:
Bu budalalığım hafiften işe yaramaya başladı galiba.
Sanırım büyümekteyim.
Üstelik şaşılacak şey evet, laf dinlemeye bile başladım.
La havle başımıza her an taş yağabilir. Kaçılıın!
Budalalık kendinden başka birine inanıp, sevmekle başlıyor.
Biliyorum sevginin/aşkın karşıtı nefret değil.
Ama ah! Budala ben mi yoksa söz dinleyen ben mi bu nefreti tanımaya başlıyor işte onu henüz bilemiyorum.
*****
Bugün babamın bana ve bu hayata veda etmeden sonsuzluğa gidişinin 6. yıl dönümü.
Oysa ne çok sevgi vardı içinde, ne çok severdi beni.
Böyle küt diye gideceği hiç aklıma gelmezdi.
Yakıştıramadığı durumları kabüllenemekte güçlük çekiyor insan.
Bocalıyor, afallıyor, dümdüz oluyor.
Allak bullak kalıyor.
Cayır cayır yanıyor.
İçini soğutacak birşey için didiniyor kavrula kavrula.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor...
Herşey nafile.
Hepsi palavra!
Sadece saçmalıyor.
O anda bir taş yutmuş gibi oluyor...
İçi ufalanıyor.
Bir şey kopuyor bedeninden.
Sanki biri elini içine sokuyor ve ciğerini söküyor alıyor.
Kolu, bacağı gidiyor...
Öyle hissediyor.
Öyle kalakalıyor.
Eksiliyor.
Bir daha hiç tamam olamayacağını düşünüyor.
Ve üzerinden sayısız gece kararıp gün ağarsa da hesaplaşması, sorgulaması, acısı bitmiyor.
İşte böylesi bir düellodan sonra hiçbir terkediş, hiçbir sevilmeyiş, hiçbir yanlış seçiş, yalnız kalış koymuyor.
Ne koyması be baba, dokunamıyor bile!
Anlatabiliyor muyum?
*****
Mekanın cennet, ruhun şad olsun babam.
Huzur içinde ol, ben iyiyim, büyüyorum!
Sizin hiç babanız öldü mü?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Cemal Süreyya
Yazı tarihi: 23 Kasım 2009-2003
29 Eylül 2008 Pazartesi
Beş ve bir sene öncesi bu akşam

5 sene önce bugün aslında 23 Kasım’dı.
Geçen sene bugün ise 28 Eylül bir Cumartesi’ye denk düşmüştü.
İkisi de duygularımın, içgüdülerimin, sezgilerimin ve sevgilerim doruğa çıktığı günlerdi.
2003 senesinin 20 Kasım’ında HSBC’nin İstanbul Levent’teki Genel Müdürlüğü’ne hain bir terör saldırısı düzenlendiğinde ben 20 günlük HSBC çalışanı idim.
Önceleri farklı bir şirket olan fakat sonraları HSBC tarafından satın alınarak banka bünyesine katılan iş dalım Levent’teki Genel Müdürlük binasına taşınmak üzere gün sayıyordu. Evraklar kolilenmiş, personel Genel Müdürlük binasına yerleşmek üzere bekleyişe geçmişti.
20 günlük HSBC’li olan ben işe başlamamdan birkaç gün önce doğumgünümü kutlamak üzere İstanbul’a gelen anne babama çalışacağım bina olarak Levent’in tam göbeğindeki bu mavi camlı, banyoları mermer kaplı binayı çoktan göstermiştim bile.
Onlarca masum insanın ölümüne ve yaralanmasına sebep olan bombalı terör saldırısı gerçekleştikten birkaç saniye sonra patlamanın haberini Maslak’taki binamızda almıştık. Olayın vehametini henüz bilmediğimiz ve idrak edemediğimiz için haberden hemen sonra ben çalışmaya devam etmiştim. Birkaç dakika içinde ofiste bir panik havası oluşmuş ve iş arkadaşlarım yakınlarını arayarak iyi olduklarını bildirmeye başlamışlardı.
Haber almak üzere ofisteki televizyonu açar açmaz verilen canlı yayın olayın trajedisini ve önemini kavramamıza yetmiş hatta umduğumzdan çok daha büyük birşeyle karşılaştığımız için korku içinde donmamıza sebep olmuştu.
Patlama olan binada arkadaşları, tanıdıkları olanlar gözyaşlarına ve ağıtlara engel olamıyordu.
Genelde soğukkanlı olmama rağmen gördüklerim, duyduklarım ve yaşadıklarım karşısında ben de tedirgin olmaya başlamıştım.
Sürekli dolu olmasına özen gösterdiğim cep telefonumun şarjı aksi gibi çok azalmış ve telefon hatları kitlenmeye başlamıştı ki Ankara’daki yengem arayarak beni merak ettiklerini, iyi olup olmadığımı sordu. Patlamanın bizim binada olmadığını ve anne-babama iyi olduğumu iletmesini söylememi takiben de tüm iletişim hatları kesilmişti.
Tüm ekip acil durum aksiyonu alarak hemen binayı terkederek kapı önündeki boşluk alanda toplandık. Birkaç kişi; birarada hareket etmemizi, diğer birkaç kişi de toplu halde kalarak hedef oluşturduğumuzu, acilen ayrılarak evlere dağılmamız gerektiğini söylüyordu.
Evlere dağılalım dağılmasına da Maslak- Levent arası tüm yollar araç trafiğine kapanmıştı. Anadolu yakasında oturanlar için eve gitmenin tek yolu İstinye üzerinden sahile inerek deniz yolu ile karşıya geçmek olacaktı.
Maslak- Levent gidişindeki yolun kapalı olması gibi Levent-Maslak geliş yönü de araç trafiğine kapalı olduğundan uzun süre 10-15 kişi olan bizi sahile götürecek bir ulaşım aracı bulamamıştık.
Sanırım yaklaşık 45 dakika kadar sonra gelen boş bir dolmuşa doluşarak soluğu Yeniköy sahilinde aldık.
Buradan Üsküdar’a kalkan motor da yaklaşık bi 45 dakika kadar bekledikten sonra bir 20 Kasım gününde, İstanbul Boğazı’nda dalgalar eşliğinde, sallana sallana, bata-çıka Üsküdar’a varabilmişti.
Ben yengeme haber vermiş olduğumdan içim nispeten rahat olsa da hem şarjımın bitmesi hem de zaten tüm hatların ulaşılamaz olması sebebiyle anne-babamla konuşamamış olmanın huzursuzluğu içerisindeydim.
Deniz ortasında biryerlerde kalan son şarjımda telefonumun çaldığını duydum. Arayan babamdı. Çoğunlukla soğukkanlı olan babamı ömrümde ilk kez bu ses tonunda duymuştum.
Sesindeki endişe ve üzüntü aramızda 450 km ve bir de İstanbul boğazı olmasına rağmen tam içime işlemişti. Beni bu kadar merak etmiş olabileceğini tahmin etmezdim. O ana kadar aklımda sabah televizyonda gördüğüm görüntülerin üzüntüsü varken bir de babamın o sesi sebebiyle kalbimin acısını çok net olarak hissedebilmiştim.
Onunla sadece birkaç saniye konuşabildikten sonra hatlar tekrar kesilmişti. Bu konuşmanın üzerinden ancak bir iki saat sonra evime varabildiğimde ilk iş babamı aradım.
Endişesi, belki de hayatında ilk kez apaçık belli ettiği korkusu, yanımda olamamasının verdiği çaresizlik hepsi telefonun ucundan içime sızabiliyordu.
Karşımdaki televizyonda izlediğim dehşet dolu görüntüler ve aynı görüntülere bakarak durumu yorumlamaya çalıştığımız canım babamın sesi karşısında gözyaşlarımın yanaklarımın süzülmesine söz geçirememiştim.
İçimi limitsiz bir korku, bir isyan, bir yanlızlık duygusu kaplamıştı.
O gün 20 Kasım Çarşamba idi, Ramazan ayı.
5 gün sonra Şeker Bayramı gelecekti.
Yani 25 Kasım Salı Bayramın 1. günü, 24 Kasım Pzt Arife günü olacaktı.
Bu vahim patlamanın ertesi gün HSBC Türkiye, İstanbul merkez bina ve tüm şubeleri ile birlikte çalışmaya devam edeceğini açıklamıştı.
Ben de her zamankinden daha çok işe gitme isteği ile görevimin başına gitmiştim, anne-babamın gönlü buna hiç razı gelmese de...
Zaten Prş-Cuma ve takip eden Pazartesi yani Arife günü yarım gün daha çalışacak ve Arife iş çıkışı Ankara’ya gidecektim.
Her sene olduğu gibi, her bayram olduğu gibi...
Ve yine her Ankara’ya gittiğimde olduğu gibi babam beni karşılayacaktı.
En son Pazar akşam konuşmuştuk; kaçta Ankara’da olacağımı ona söylemiştim ve o da her zamanki gibi beni karşılayacağını...
5 sene önceki bugün gibi Arife gününden 1 gün önce Pazar’a denk geliyordu ve o Pazar içimdeki huzursuz ruh benim canımı okuyordu.
Bayram tatili olması sebebiyle tüm arkadaşlarım bir yerlere gitmişlerdi ve ben evde sıkıntıdan patlamak üzereydim.
Ne bir şey okuyabiliyor, ne TV seyredebiliyor, ne de herhangi birşeyle ilgilenebiliyordum.
Sıkıntım her geçen saniye artıyor, duvarlar üstüme üstüme geliyor, boğulacak gibi oluyordum.
Tipik Pazar akşamı sendromu diye büyütmemeye çalışıyordum ama bu sefer hiçbir avuntu fayda etmiyordu.
Bir offf çeksem dağlar, duvarlar delinecek kadar kederliydim.
Bu dünya üzerinde ne arayabileceğim biri, ne de içimi ferahlatabilecek hiçbirşey yokmuş gibi hissediyordum.
Çok sonradan anlayacaktım ki bu hayatımın en kötü gecesi duygularımın, içgüdülerimin, sezgilerimin ve sevgilerim doruğa çıktığı gece olacaktı.
Birini kalbinde hissetmenin, farklı boyutlarda ama aynı yaşanmışlığı tecrübe etmenin onu çok sevmekten geçtiğini çok sonraları anlayacaktım.
Sıkıntımın doruğa çıktı bir anda dışarıdan gelen bir silah sesiyle irkilerek yine bir magandanın kendi sevincinin bir masumun hayatına mal olacağını çırpıntıdan ağzımdan çıkacak olan kalbimle hissettim.
Ve yine çok sonradan hatırlayacaktım ki canım babamın bu hayata veda ettiği an tam da benim o sesi duyduğum saatlere denk gelecekti.
5 yıl önce, tıpkı bu akşam gibi soğuk ve yağmurlu bir Pazar akşamı, Arife gününden ve benim Ankara’ya gitmemden 1 gün önce...
5 sene önce bugün aslında 23 Kasım’dı...
Geçen sene bugün ise bir Cumartesi idi.
2007’nin 28 Eylül’ü bugüne tezat, sıcağı bol, güneşi çok, yazdan kalma bir gündü.
Sevgili yeğenimin doğumgününü güzel bir restoranda kutlamış, aile meclisi ve yakın dostlarla geçirilmiş güzel bir gecenin sonunda evime dönüyordum.
Semtime geldiğimde içimden gelen bir ses beni yolumdan çevirdi.
Hiç aklımda yokken, konunun üzerinde daha önce hiç düşünmemiş, planını yapmamışken içimdeki mutluluk beni o yola çekti.
Ve ben yine sonradan anlayacaktım ki o gece duygularımın, içgüdülerimin, sezgilerimin ve sevgilerim doruğa çıktığı 2.gece olacaktı.
NSL’m ile birlikte o gece vakti daha önce hiç gitmediğimiz ve neresi olduğunu bilmediğimiz bir yere doğru yol aldık. İçimdeki o doruk sanki benim GPRS’imdi. Ben birşey yapmıyordum, o beni götürüyordu tanımadığım sokaklarda. 3 dakika içerisinde ömrümde ilk kez bulunduğum bir yerdeydim ve biliyordum ki orası doğru yerdi.
Hiç tereddütsüz aşağı inip karşıma baktığımda aradığım ya da aramadığım ama olmak istediğim yerin tam önündeydim. 7 numara gözlerimin önünde bana bakıyordu.
Birini kalbinde hissetmenin, farklı mekanlarda ama aynı yaşanmışlığı tecrübe etmenin onu çok sevmekten geçtiğini çok sonraları anlayacaktım.
Birkez daha çok ve saf sevginin ruhumda yarattığı fırtınalar karşısında donakalacaktım.
Başka diyeceğim yok!
Not: Ayşe Arman'dan aynı güne dair bir yazı: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=185210&yazarid=12
Yazı Tarihi: 28 Eylül 2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)