31 Temmuz 2009 Cuma

Akıl defteri- devam

Kemoterapi tedavileri ağız içi kuruluklara, tatsızlıklara ve yaralara sebep oluyor.
Ağız içi yaralar ve aftlar için "Mikostatin" gördüğüm en iyi ilaçlardan; birkaç damlası bile mucizeler yaratmaya yetiyor.
Ağız içi kuruluklar için ise suni tükürük görevini gören bir ilaç/dental spray: "budcotherm". Bunu henüz denemedik ama diş hekimimizin tavsiyesi. Dener denemez izlenimlerimi yazacağım.

yaşadığımız tecrübeler eşiğinde notlarımı yazmaya devam edeceğim...

Yazı Tarihi: 31 Temmuz 2009

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Olağan günlük yaşam aslında olağanüstü güzel-2


Çarşamba ve Cuma'yı sabırsızlıkla bekliyorum.
Sevgililerim geliyor.
5'i birden.
Allah'tan başka ne isteyebilirim,
mutlu olmak için daha ne kadar uzun boylu bir sebebe ihtiyacım olabilir ki?
Bu kadar coşku hem de hepsi aynı anda kalbime sığar mı bilmem...

Haftalar öncesinden evde bir telaştır aldı başını gidiyor.
Geçen hafta İstanbul'daydık, şimdi Ankara'dayız.
Sevgililerin geleceği şehir Ankara.
Bizim hazırlık seremonisi İstanbul'dan başladı; ta Erenköy pazarından.
Zaten öylesine can alıcı bir yerde başlamaması söz konusu bile olamaz.
Pazara girer girmez, görünmez tül bir perdenin arkasına geçiyorum ve orada üzerime ectasy spreyi sıkılıyor bence.
Öylesine bir mutlu maymunluk, öylesine bir şuursuzluk size anlatmam mümkün değil.
Hele hele şu an tam mevsiminde olduğumuz şeftali tezgahlarının önünden geçerken kazara tanıdık birine rastlayacağım da karizma tamamen yerle bir olacak diye ödüm kopuyor.
Yetişkin/erişkin bir insan umuma açık bir yerde böylesine mi kapasite indirimine gider; kendini kaybeder...
Yapacak birşey yok; herkesin bir zaafı/zayıf noktası var; benimkisi de şeftali.
Kokusu, görünüşü, dokunulması ve tadı; hepsi birden fazla baştan çıkarıcı.
Sıradışı, başedilemeyecek kadar enfes bir meyve. Ben bazen yemeğe dahi kıyamıyorum.
Karar verdim bir daha dünyaya gelirsem kesin şeftali olarak gelmek istiyorum :)
Erenköy pazarından gerekli ve hatta gereksiz tüm teçhizatı aldıktan sonra bunların hepsi boy boy sepetlere, çantalara, kolilere konularak Ankara'ya gitmek üzere arabaya yerleştirildi.
Yola çıkmak için kontağı çevirdiğimde istibdat haddi doluluğundan hareket edemeyeceğiz neredeyse kesindi. Alamancılardan tek farkımız arabanın tek boş yeri olan üst tavanına iple bağlamadığımız valizlerimizdi.
Lastikler yarıya kadar kaportaya gömülmüş, yokuş yukarı tüm yollarda zavallı motorumuz kişniye kişniye, öksüre öksüre soluğu zar zor aldık Ankara'da.
Arabayı yüklemek 1 günümü, yollarda aldıklarımızla birlikte boşaltmak 2 günümü aldı.
Şimdi nakil tamamlandı, garnizon karşılama törenine hazırlanıyor.
Koku ve mutluluk nasıl bu kadar içiçe olabilir diye düşünüyorum; sabahları kaynayan marmelat kokusuyla uyanıyorum ve günüm tarifsiz bir şekilde güzel geçiyor.
Düzenli olarak elimde vileda bir yerleri paspaslıyorum.
Cam kapı sürekli açık, ev havalanıyor, içeride şeftali ve bahar esintileri...
Camlar ayna, eskileri çıktı yeni sineklikler takıldı, her odanın likit raid'i hazır, kapılar gıcır gıcır.
Havlular ve nevresimlerin takım olmasına özen gösteriliyor. Sakız gibi olmalı, mis gibi lavanta kokmalı...
Çocuklara vanilyalı, tarçınlı tırtıl kurabiye, büyüklere sarımsaklı Turkish mezeler, kahvaltılıklar, zeytinyağlılar pişiyor, pişiyor, pişiyor da pişiyor...
Hediye oyuncaklar gani, gezme planları gani gani...

Elimde kağıt, bazen kulağımın arkasında bazen saçımda bir kalem yapılacakları, alınacakları, unutulmayacakları sürekli yaz çiz modundayım.
Zannedersiniz ki Dünya Bankası'nın 5 yıllık kalkınma planı bizim evde yapılıyor, ben de Zoellick.
Bazen yapılacakları planlamak bizzat olayın kendisini yaşamak kadar güzel oluyor.
Yalnız ne kadar yazsam çizsem de üstesinden gelemediğim bir durum var.
Sevgililerim her sene 4'tü, bu sene 5 olacaklar. Şaşkınlıktan elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyorum, yutkunmayı unutuyorum.
Başedemediğim kadar heyecanlı bir durum.
Ne zaman heyecansızsın ki diyececeksiniz...
Demeyin.
Heyecandan cevap veremeyeceğim işte!

Nes, Canlı- heyecanlı

Yazı tarihi: 27 Temmuz 2009

24 Temmuz 2009 Cuma

Olağan günlük yaşam aslında olağanüstü güzel

Beni çok katlı bir binanın en tepesine çıkarın.
Gözlerimi, ellerimi bağlayın.
Pencerenin önüne getirin.
Açın camları...

diye başlıyor yazım. Saatlerdir yazıyorum. Henüz sadece ilk bölümünü bitirebildim. Ve gecenin 1,30'u oldu. Gözlerim yanmaya ve kapanmaya başladı. Bitirmeyi çok istememe rağmen yazı bitmedi, benim pilim bitti. Üstelik yarın sabah erken kalkıp çok özlediğim sahilde bisiklete gideceğim. O yüzden bu gecelik benden bu kadar, bana müsade.
Arkası yarınnnn :)

Yazı Tarihi: 24 Temmuz 2009

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Kahrolası radar bırak yakamı(zı)

Feci bir şey.
Lanet olası bir hadise.
Sevimsiz bir his.
Sıkı, okkalı, sağlam bir sağ kroşe.
Kaş açan, kız kovalayan...
Radardan bahsediyorum.
Kadınların radarından.
Cilveli olmak gibi,
yuvarlak hatlara sahip olmak gibi,
ne bileyim işte topuklu ayakkabıları, ruj sürmeyi sevmek gibi.
Kadınlar dünyasına has, erkeklerin yakınından uzağından geçmeyen bir durum.
Kalıtsal, genetiksel, hormonsal ne derseniz deyin.
Bu da kahrolası huylarımızdan biri.
Var mı var.
Oluyor mu oluyor.
Dünyanın en güzel, en seksi, en alımlı, en hoş kadını salınsın sevgilinizin yanında umrunuz olmaz. Hiç rahatsız etmez.
Bazen...
Ama bazense;
tüm o kalabalığın içinde tutar bulursunuz uzaklardan bakan o gözü.
Radar gibi yakalarsınız.
Vahşi bir hayvan gibi, dişi bir kaplan gibi tırnaklarınız çıkar, boğazınız şişer, nefesiniz takılır.
Çarpışan bakışlar birbirini deler geçer.
Potansiyel tehlikeler, eski sevgililer, çekemeyen kıskanç ruhlar, hiç bilinmese de hissedilen o "diğerleri" radar kapsamındadır kırmızı alarm eşliğinde.
Anlayacağınız "kadın olmak" pek zor bir iştir.
Ya sürekli salağı oynamak, ya da ucu bucağı gözükmeyen engin deryalar kadar geniş bir yüreğe sahip olmak gerekir.
Durum budur...

Yazı tarihi: 22 Temmuz 2009

SON- Can Dündar

Can Dündar'ın 30 Haziran Salı 2009'da Milliyet'teki köşesinden etkilendiğim "Son" yazısını paylaşmak istedim.

SON

Dünyaca ünlü bir fotoğrafçı... Şöhrete ve paraya doymuş. Yaşadığı büyük kentin gürültüsünden, sürekli çalan telefonların sesinden, ha bire “Kendini toparla” diyen sıkıcı öğütlerden sakınabilmek için müzikle tıkıyor kulaklarını...
Arabayla eve döndüğü bir gece yarısı, yine kulağında notalarla keskin bir virajı alırken ölümcül bir kazadan kıl payı kurtuluyor.
Çarpmak üzere olduğu aracın penceresinde ölümün yüzünü görüyor.
Azrail’iyle yüzleşiyor.
Az kalsın tabutu olacak arabasından inip yürümeye başlıyor.
O andan itibaren, kendisini kovalayan ecelin peşine düşüyor.
Ve ölümü kovalarken, yaşamı keşfediyor.
* * *
Hayranı olduğum Alman film yönetmeni Wim Wenders’in son filmi “Palermo Shooting” (“Palermo’da Yüzleşme”), hayatı, ölümü ve kendini sorgulamaya davet ediyor izleyicisini...
Ölümle yüzleşmesinin ardından Palermo’da ikinci hayata başlayan fotoğrafçı, eski hayatını kirli bir elbise gibi çıkarıp atıyor üzerinden... Bu güzelim Akdeniz adasında, kulağında müzikle saatlerce yürüdükten sonra cep telefonuna göz atıyor:
“Yokluğumda 23 kişi aramış” diyor.
“Yokluğum” dediği, “varlığı” aslında...
Belki de ilk kez kendisi için “var” olduğu saatler...
O adada tanışıp sevdiği kıza, “görmediği hiçbir şeye inanmadığını” söyleyince şu cevabı alıyor:
“Bense sadece görmediklerime inanırım:
Tanrı, aşk, yaşam gibi...”
* * *
Filmin bir sahnesinde çobanlık yapan zengin bir işadamı, yeni hayatına doğru yürüyen fotoğrafçıya bir hayat dersi veriyor:
“Bazen bir şeyleri son kez yaptığımızı fark etmeyiz. Belki o yüzü son görüşümüzdür ya da o yoldan son geçişimiz... Bir şarkıya kulak verirken onu bir daha hiç dinleyemeyeceğimizi bilmeyiz; birinde tattığımız aşkı, bir daha hiç yakalayamayacağımızı bilemediğimiz gibi...
“İşte o yüzden, her şeyi son kez yaşar gibi doyasıya yaşamalıyız.”
* * *
Michael Jackson’ın “son konseri”ne hazırlanırken ölüvermesi bana bu sahneyi hatırlattı.
Basın toplantısında kararlı bir edayla “Bu kesinlikle en son konserim olacak” diyordu.
En iyisi olsun diye çabalıyordu.
Bizse, gençliğimizin efsanevi pop starını sahnede son kez izleyebilmek için bilet arıyorduk.
Oysa hayat, kendisine rağmen plan yapılmasından hiç hoşlanmazdı.
Onun, başka bir “son” planı vardı.
* * *
O yüzden, siz siz olun, hiçbir şey için “son” demeyin.
Neyin gerçekten “son” olduğunu bilemezsiniz.
Hayat bazen, sonuncuyu çoktan yaşatmıştır size, esaslı bir finali bile çok görür; bazense “Bir daha olmaz” zannettiğiniz şeyi, ummadık anda karşınıza çıkarıverir.
En iyisi, her şarkıya son kez dinler gibi kulak vermek, her baharı bir dahakini göremeyecekmiş gibi içine çekmek, her dostla, ana babayla son buluşmaymış gibi sımsıcak kucaklaşabilmek, her aşkı en sonuncuymuş gibi doyasıya yaşayabilmektir.

21 Temmuz 2009 Salı

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel İstanbul!

İstanbul'dayım.
Dünyalar güzeli şehrimde, dünyalar özeli duygularımla.
Hani günlerdir sayıklıyordum ya "İstanbul, İstanbul" diye işte sonunda kavuştum.
Evimdeyim,
Fenerbahçe- Bostancı sahilinde sporda,
Boğaz'da Çengel'de denize sıfır balıkta,
Eminönü'nde seyyar satıcıda,
Köprüde; Fatih Sultan, Boğaziçi'nde,
Levent'te Kanyon'da,
Cadde'de voltada,
Kadıköy'de Çiya'da,
Erenköy'de Beyaz Fırın'da, Ethem Efendi'de, dümdüz aşağı inen Marmara Yelken sokağında.
Kendimden geçmiş durumdayım anlayacağınız.
Oturdum bakıyorum etrafıma.
Aptal gibiyim.
Şaşkın, mutlu ve bu şehre yetişemeyeceğimi bile bile herşeyi yapmak ister ruh halindeyim.
Avareyim.
Gecelerim Açıkhava'da Sezen konseri yaşatıyor bana: avaz avaz yüksek hislerde...
İşte bu yüzden;
Beni burada göremezseniz bilin ki kendimden geçmişim,
Hayal alemindeyim.
Geri geleceğim.

Yazı Tarihi: 21 Temmuz 2009

16 Temmuz 2009 Perşembe

Bizim Gizli Bahçemizden, Nermin Bezmen


Ve kitap biter...
"Bizim Gizli Bahçemizden" aşık olmak isteyenler,
olup olmadığını bilemeyenler,
olduğu halde eksik kalanlar,
olamadığı için hep eksik kalacaklar,
olduğu için sarsıla sarsıla ağlamak ve
kendini o aşka vermek isteyenler için eşsiz bir kitap.
Daha önce birçok kitabını okuduğum ve kaleminine hayran olduğum Nermin Bezmen yakın bir zaman önce kaybettiği, 34,5 yıl büyük bir aşk ve tutkuyla evli kaldığı sevgili kocası Pamir Bezmen'le olan tanışmalarını ve aşklarını anlatıyor.
Nermin ve Pamir Bezmen'i tanıdıkça, sayfalarının yani hayatlarının içine girdikçe ortak paydadaki insanların hayatı güzelleştirmedeki güçlerine ve aşka olan inancım bir kat daha perçinlendi.
Ne de olsa bir insanı tanımakla başlar herşey...

Yazı Tarihi: 16 Temmuz 2009

12 Temmuz 2009 Pazar

İstanbullular, Buket Uzuner


"Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer."

Yahya Kemal Beyatlı

İlk olarak çocukluk yıllarımda "İki Yeşil Susamuru- Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri" adlı romanıyla tanışmıştım Buket Uzuner'le.
O yıllarda ne kadar da çok etkilenmiştim o kitabından...
Elinde bu kitabı okurken gördüğüm herkesle aramda bir yakınlık kurar, birine kitap hediye alacak olsam hemen bu kitabı alırdım.
Sonra yaşım ve yaşananlarım ilerledikçe araya başka sevdalar, başka romanlar, başka başka hikayeler girdi.
21-22 yaşlarımda; o zamanlar fiili birliktelik olarak sadece birkaç haftamı ama kalbimin sahipliği olarak aylarımı alan erkek arkadaşım Özgür, İki Yeşil Susamuru'nu bana hediye ettiğinde kitabı tekrar hatırlamış böylesine sevdiğim bir kitabı seçtiği için duygulanarak coşkuyla tekrar okumuştum.
Aslında zaten bu tarz, hayatımızın kimi dönemlerinde çok beğendiğimiz kitapları, üzerinden zaman geçtikten sonra tekrar okuma taraftarıyım.
Bakalım aynı tadı alabiliyor muyuz...
Bakalım zaman bize neler eklemiş, neleri değiştirmiş, neler olduğu gibi bütünüyle aynı kalmış...
Çocukluk yıllarımdaki etkisinden sonra Özgür'lü dönemimde de Buket Uzuner'i çok sevmiş olmalıyım ki daha sonraları "Kumral Ada Mavi Tuna" ve "Gelibolu" yu da okurken büyük tat almıştım.
İlerleyen dönemde bendeki Buket Uzuner'in yerini Nermin Bezmen ve Ayşe Kulin aldı.
Taaaa ki içinde bulunduğum Ankara'da sıkıntıdan çatladığım dönemimde Ankara'nın en eski ve meşhur kitapçısı olan - daha henüz D&R filan yokken varolan- Dost Kitapevi'nin rafında tekrar Buket Uzuner'le karşılaşana kadar.
İstanbul hasretiyle yanıp tutuştuğum bu dönemde kitabın salt başlığı ilgimi celbetmeye yetmişti: "İSTANBULLULAR"
Üstelik artık sadece evde değil, arabada, bankada, markette, kafede otururken, yolda yürürken, kuaförde ve boş olduğum her saniye kitap okuduğum için çanta boyu olması ayrıca hoşuma gitmişti.
Kitabı aldım. Başlarda biraz elimde süründüyse de sonradan ışık hızıyla bitirdim. Kitap hakkındaki tanıtıcı yazıyı Buket Uzuner'in internet sayfasından yine Buket Uzuner'in dilinden aldım ve aşağıya yapıştırdım.

O özetten öte benim sizinle paylaşmak istediğim ayrı bir bölüm var.
Kitabın erkek kahramanı Ayhan'ın kadın kahraman Belgin'e duyduğu aşk Ayhan'ın dilinden anlatılıyor.
Kelimelerden, cümlelerden ve samimiyetten öyle çok etkilendim ki burada kelime kelime aynen yazarak sizinle paylaşmak istedim.
Bi okuyun bakalım, siz de benim gibi bu duyguların artık sadece romanlarda kaldığını düşünüp üzülenlerden misiniz? :(

"Bir insanın yaşamı süresince gerçekten aşık olabileceği birine rastlaması ne kadar ender bir ihtimal, düşünsene Belgin...Bir kere o insanın tenini, kokusunu, dokusunu beğeneceksin, saçını, dişlerini, ayaklarını ve tırnaklarını seveceksin, ses tonunu, ter kokusunu, sivilce ve benlerini kabulleneceksin. Sonra giyinişi, fıkraları, kahkahaları, bakışları ve yürüyüşü sana batmayacak, dünya görüşü, sanat anlayışı, alt ve üst kültürü canını sıkmayacak...Uyurken bacağını seninkinin üzerine koyması, horlaması, saçlarının kepekli olması veya dökülmesi mideni bulandırmayacak... Düşünsene Belgin, birini sevmek için ne çok konuda en azından rahatsız olmamak gerekiyor. Ve birine aşık olmamız için ne derin beklentilerde hayal kırıklığına düşmememiz gerekiyor. Diyelim ki böyle biri var, var da bu sefer de bu özelliklere sahip o birine milyonlarca insan arasında rastlama ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu bir hesaplasana... Çoğu kez insanlar aslında birlikte yaramazlık yapacak, beraber bir ortak dil geliştirecek, yan yana eğlenecek, dinlenecek ve haz alarak sevişecekleri 'o biri'ne hiç rastlayamadan ölüp gidiyorlar. Durum bu kadar vahim yani Belgincim. İşte şimdi bu vahim durumun tam ortasında biz, sen ve ben, Belgin ve Ayhan olarak birbirimize rastlıyoruz. Rastlıyoruz ama ikimiz de korkuyoruz denemekten. Korkuyoruz be kızım! Ayrı kıtalarda hayat kurmuşuz, aşktan ağzımız yanmış, yoğurdu üfleyerek yemekten bile caymışız... Uzun ve düzenli bir beraberlikten sıtkımız sıyrılmış, 'mutlu çift' masallarına karnımız doymu, içimiz cızz etse de, burnumuz sızlasa da sahici bir aşka inanmıyoruz. Aslında inanacak bir şey kalmamış da işimizi, sen genlerine ben taşlarıma olan aşkımla yetiniyor, geçinip gidiyorken...Böyle böyle, 'idare ederekten' yaşarken, takk diye karşılaşıyoruz! Kız Belgin, bak işte sadece bu yüzden denemeliyiz, buyüzden göze almalıyız be... Belki bir daha böyle bir şansımız olmayacak, olamayacak, kim bilir?"

************

Ve kitabın bütünün konusunu merak edenler için Buket Uzuner'in sitesindeki kendi tanıtım yazısı:

Yaz 2005. Yalnızlıklar ve imkânsız aşklar şehri İstanbul. Atatürk Havalimanı. Belgin, Ayhan ve diğerleri. Sonunda artık hiçbirinin eskisi gibi olmayacağı 4 saatlik serüven.

İstanbullular romanı, Atatürk Havalimanı dış hatlar terminalinde, sevse de sevmese de hepsinin İstanbul' la gönül, iş, ekmek, yurt ve/veya kimlik bağları olan, 15 kişinin hayatla, kendileriyle, hiç beklenmedik büyük bir tehditle ve İstanbul' un kendisiyle yüzleşmelerinin hikâyesini anlatıyor.

İstanbul'un kendisinin de bir anlatıcı- karakter olduğu roman, modernitenin ve şehrin sınırında; genetik bilimciden-gurbetçi işçiye, taksi şoförunden-ünlü bir heykeltıraşa, tuvalet temizlikçisinden-mimarlar odası eski başkanına kadar İstanbullu 15 kişinin yollarının kesiştiği bir ortamda, yüzyılımızın göçlerle genişlemiş İstanbul' undan, dolayısıyla Türkiye' sinden bir kesit sunuyor. Bir İstanbul romanının en olmazsa olmazı aşksa elbette baş köşede yer alıyor!

13 yıl önce hayatını değiştiren trajik bir olayı İstanbul'la özdeşleştirerek şehri terk edip New York'a yerleşen Bebekli bilim kadını-akademisyen Belgin Gümüş'ün (41), orada bir sergi açılışında tanıştığı ünlü Türk heykeltıraş Ayhan Pozaner'e (38) aşık olur. Birlikte yeni bir hayat kurmak üzere İstanbul'a dönmekte olan Belgin hamiledir ve bebeği doğurma konusunda kararsızdır. İstanbul'a ve Ayhan'a olan aşkı, her türlü ihanetten çok çekmiş biri olarak onu ürkütmektedir.

Aslen Adanalı pamuk işçisi bir çiftin yedinci çocuğu olarak doğan, müstehcen bulunduğu için sürekli parçalanan Maçka Parkı'ndaki heykellerini tekrar tekrar onarmasıyla tanınan heykeltıraş Ayhan Pozaner, kendi 'İstanbul Rüyası' nı gerçekleştirebilmiş ender bir 'İstanbullu'dur. Darüşafaka Lisesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar mezunu, 'kendi kendini yetiştirmiş' bir insan olan Ayhan, kendisinden yaşça büyük, kültürel/sınıfsal olarak farklı bir burjuva kızı olan Belgin'e sırılsıklam aşıktır ama tıpkı İstanbul'a duyduğu ürpertili hayranlık gibi bu aşktan da ürkmektedir.

Aynı havalimanı çatısı altında pasaport kontrol çizgisinin iki yanında bekleyen Ayhan ve Belgin, aşktan ve İstanbul'dan korkarak, kararsız, tedirgin; özlemle ve suçlulukla yanarak, her an birbirlerinden, İstanbul' dan kaçmayı düşünmektedirler.

Bu sırada dış hatlar terminalinde bir dijital arıza nedeniyle bütün uçuşların iptal edildiği ANONS edilir. Herkes bu ANONS'un bir bomba ihbarıyla ilgili olduğundan kuşkulanır ve ölüm endişesiyle iç hesaplaşmaya girer.

Tuvalet temizlik işçisi varoşlu Hasret Sefertaş, pasaport polisi şoven Üzeyir Seferihisar, taksi şoförü İstanbullu Kürt Hamo Türk, Duty Free müdürü İstanbullu laik Yahudi Jak Sarfati, Moskova'dan dönen liberal işadamı Mehmet Emin Entek, onun genç sevgilisi ve asistanı Tijen Derya, türban yasağı nedeniyle Amerika'da üniversite eğitimi almaya giden türbanlı Aleynâ Gülsefer, Cannes'da bir festivale giden ünlü sinema yazarı İstanbullu Levanten Anna Maria Vernier, Fransa'da okuyan kızını ziyaretten dönen Fransızca öğretmeni İstanbullu Ermeni Ayda Seferyan, yurtdışında yaşayan kızı ve torununu ziyaretten yaşadığı Büyükada'ya dönen emekli tarih öğretmeni Kemalist Ulviye Yeniçağ, Barcelona'daki bir mimarlık konferansında Türkiye'yi temsil eden İstanbullu aktivist, ünlü mimar Erol Argunsoy, onun genç sevgilisi havalimanı barmeni İ. Baturcan Uzunçay, Atina'ya göçmüş akrabalarını ziyarete giden Boğaziçi Üniversitesi çevre bilimci İstanbullu Rum Prof. Yannis Seferis, San Francisco'daki ailesini ziyarete giden İstanbullu turizmci Susan Constance Berlin'den tatile gelen Alevî işçi Sabriye Bektaş ve Belgin'i karşılamaya gelen dadısı, dert ortağı, eski besleme İstanbullu Kete...

Bütün bunları seyrederek bizlere aktaransa, imparatorluklar şehri; Pagan, Hıristiyan ve Müslüman kültürüyle yoğrulmuş, görmüş geçirmiş, soylu, dünyanın 2700 yıldır menopoza girmemiş tek dişisi, güzeller güzeli, şehirler ecesi İstanbul'un kendisidir.

Yazı Tarihi: 12 Temmuz 2009

10 Temmuz 2009 Cuma

Bir kadının kütüphanesi(Ertuğrul Özkök)



Ertuğrul Özkök'ün 10 Temmuz 2009'da Hürriyet gazetesindeki köşe yazısı.
Sırf dış görünüşleri sebebiyle haklarında sahip olduğumuz yargılar,
hayatımıza aldıklarımız
veya almayı şiddetle reddettiklerimiz için sıkı bir yüzleşme yazısı.
Tabii eğer cesaretimiz varsa...?

*********************

DÜN Türk basınındaki en güzel iş, Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap ekinin kapağıydı.
Ekin kapağında, Marilyn Monroe’nun kitap okurken çekilmiş bir fotoğrafı vardı.
Üzerinde siyah-beyaz bir bikini, ayağında aynı renk ayakkabılar.
Cumhuriyet Gazetesi’nde bu fotoğrafı kapağa koymak acaba nasıl karşılanmıştır diye merak ettim.
Kitap ekinin yönetmeni Turhan Günay’a açıp, okur olarak teşekkür ettim.
"İçim açıldı, helal olsun" dedim.
Daha önce, kitap okuyan kadınların tablolarını kapağa koyuyormuş.
İlk defa bir fotoğraf koymuş.
Kapağa koyduğu fotoğraf, Eve Arnold’un çektiği bir fotoğraf.
/_np/4276/8374276.jpg
Daha önce de görmüştüm.
2000’li yıllarda "Poets and Writers" dergisi bu fotoğrafı kapağına koymuştu.
* * *

Tabii en ilginci, Monroe’nun okuduğu kitap.
İrlandalı yazar James Joyce’un "Ulysses"i.
Yani ancak çok sıkı, gerçekten çok sıkı bir entellektüelin okuyabileceği bir kitap.
Bunun üzerine Google’a girip, "Marilyn Monroe-James Joyce" yazdım.
105 bin parça bilgi geldi.
Monroe’yu birçok insan gibi ben de, çok güzel sarışın bir kadın olarak bilirdim.
İlk gençlik yıllarımda filmlerini hayranlıkla seyrederdim.
Ancak onun entellektüel yanını çok geç fark ettim.
Hoş, entellektüel olmasa ne fark ederdi, ben de Truman Capote’nin Greta Garbo için söyledikleri gibi düşünürdüm.
"Entellektüel olmuş olmamış ne fark eder. Bu güzellik yetmez mi?"
Yeni Hayat dergisi 1954 yılında nisan ayında Marilyn Monroe’yla ilgili bir makale yayınlamış.
Orada Monroe’nun Freud’la ilgili bir cümlesine yer verilmiş.
Cümle aynen şöyle:
"Freud beni tanısaydı, cinsiyet hakkındaki nazariyesini değiştirirdi."
Bu bana, sıradan bir magazin cümlesi gibi görünmüştü.
Ancak onunla ilgili başka bazı şeyleri okuyunca, yanıldığımı anladım.
Kişiliği ile ilgili ilk somut bilgileri, ölümünden sonra bir teyp bandında bulunan hatıralarından okumuştum.
Orada James Joyce’tan söz ederken, "Kadın ruhunu çok iyi anladığını" söylüyordu.
* * *

Marilyn Monroe’nun evindeki kitaplığında 400 kitap varmış.
Bu kitaplar 1999 yılında Christie’s’te satıldı.
Christie’s, Monroe’nun özel eşyaları üzerine bir de kitap yaptı.
Kütüphanesindeki kitaplara baktım.
"Beat" neslinin en büyük şairi Jack Keruac’ın "On The Road" (Yolda), Ralph Ellison, "Invisible Man" (Görünmez adam), William Styron, "This House on Fire", Scott Fitzgerald, "Great Gatsby", "Alice Harikalar Diyarında", Tolstoy ve Mark Twain’in çeşitli kitapları.
Peki Monroe bu kitapları okumuş muydu?
Yazılanlara bakılırsa, kitapların bazı sayfaları işaretlenmiş, bazı satırların altı çizilmiş.
Yani okumuş olduğuna dair kuvvetli işaretler var.
* * *

Monroe hüzünlü bir kadındı.
Öldüğünde 36 yaşındaydı.
Bizler onu çok güzel, seksi bir kadın olarak tanıdık.
Kimimize göre o sadece "Sarışın, güzel ama aptal bir kadındı".
Oysa aradan geçen yıllar bize, onun içinde bambaşka bir kadının gezindiğini öğretti.
Şimdi geriye bakıyorum da, o aynı zamanda muhteşem bir oyuncuymuş.
Ve hayatının en başarılı rolü "aptal sarışınmış".
İçindeki entellektüeli saklayan muhteşem bir oyuncu.
Sonra şunu da düşündüm.
Acaba bizler, başka insanlar hakkında ne biliyoruz?
Her gün yargıladığımız, yerden yere vurduğumuz insanları ne kadar tanıyoruz?
Acaba Monroe’yu tanıdığımız kadar mı.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12042142.asp?yazarid=10&gid=61

Yazı Tarihi: 10 Temmuz 2009

Daha iyi bir hayat için 3 (Prof.Dr.Osman Müftüoğlu)

Prof.Dr.Osman Müftüoğlu'ndan yine harika bir yazı. Sadece 'Yaşlılık'la ilgili kısmına katıl(a)mıyorum. Henüz...

Daha iyi bir hayat için (3)


Hayatı iyileştirmenin ve sağlığa doğru, etkili ve kalıcı yatırımlar yapmanın yolu öncelikle beyinden geçiyor. Eğer işin “düşünsel ve ruhsal” yönünü halledebilirseniz bedensel yanı kendiliğinden geliyor.

Beyni olumlu, yapıcı ve umut verici duygulara adapte etmek şart! “Beyni iyi şeylere adapte etmenin” en kolay yolu ona iyi duygular yüklemek, olumlu-pozitif bir bakışı alışkanlık haline getirmek, hoşgörülü, paylaşımcı biri olmak, affedebilmek, az eleştirip çok övmektir. Ayrıca “cömert ve yardımsever bir yapılanma” da beyne en az Omega-3 ve ginkgo kadar iyi geliyor.
“Olumlu düşüncenin gücü” zaten biliniyordu. Yeni çalışmalar da iyi yaşayıp güzel yaşlanmanın olumsuz düşünceleri azaltmakla yakından ilişkili olduğunu doğruluyor. Olumlu düşünmek kanserden ülsere, reflüden kolite pek çok sorunun da en etkili ilacı gibi görünüyor.

İLİŞKİ DETOKSU ŞART

İyi bir hayat için “kalabalıklaşmak” tabii ki önemli ama kalabalıklaşacağım derken çevrenizi kirletmemeye de özen göstermeniz gerekiyor! Gereksiz ilişkileri sonlandırmak -ilişki detoksu da deniyor-, anlamsız ilişkileri temizleyip ayıklamak zaman zaman yapacağınız birikmiş evrak temizliği kadar önemli bir uygulama olmalı. Sizi aşağı çeken sorun, stres, kavga, gerginlik yükleyen ilişkileri temizlemezseniz duygusal bagajınızı da boşaltmanız mümkün olmuyor.
Daha sık seyahate çıkmak, yeni ve farklı ortamlar, yaşamlar, mutfakların farkına varmak değişimin önemli araçlarından biri. Sürekli aynı yerlere gitmek yerine farklı yerlere yolculuk yapmaya özen gösterin. Bunu yaparken de güvenlik ve konfor gibi temel faktörleri gözden kaçırmayın.

DUANIN GÜCÜNDEN İSTİFADE EDİN

Bütün araştırmalar “duanın ruhsallık, yani inanç gücünün hayatı iyileştirip güzelleştirdiğini, ömrü uzattığını” doğruluyor. İlahi güçlere inanmak, olan biteni başka güçlerin varlığına bağlamak zayıflığınızı kabullenmenizi, yardım istemenizi kolaylaştırıyor. Kendinizi güvende hissetmenizi, endişe ve korkuyla daha kolay mücadele etmenizi sağlıyor. Dua etmek de başlı başına bir tedavi edici gibi görünüyor. İnanç dünyası güçlü olanlarda psikosomatik hastalıklara, depresyon, panik bozukluk ve benzeri ruhsal sorunlara, bağışıklık bozukluklarına daha az rastlanıyor. Bu grupta yer alanların hipertansiyon, kalp damar hastalıkları, kanser gibi sağlık sorunlarıyla mücadele etmeleri, hastalandıkları zaman da daha çabuk iyileşmeleri dikkati çekici gözlemler.

YAŞLANMAYI KABULLENİN

Önemli bir nokta da iflah olmaz bir “yaşlanma düşmanı gibi davranmamak”tır. Yaşlılığı hayatın olması gereken bir bölümü gibi kabul etmek, onun ruhsal ve fiziksel değişimlerini kabullenmek, hatta kazanılmış bir servet gibi görebilmek önemlidir. Abartılmış estetik girişimler, tekrarlanan kozmetik prosedürler, dalga geçilecek boyutlara ulaşan kas geliştirmeler, ölçüsünü yitirmiş antrenman, egzersiz tutkuları bedeni değilse bile ruhu kesinlikle yoruyor. Gençleştirmek bir yana daha erken yaşlandırıyor. Yaşlanmaktan değil, sağlıklı yaşlanamamaktan korkmak, iyi ve güzel, huzurlu ve keyifli yaşayamamaktan endişe etmek en doğru yaklaşımlar olarak gösteriliyor.

BAĞIŞLAYIN

Biri bana en sevdiğin ilk on cümleyi yaz dese “bağışlamak unutmaktır” bunların içinde mutlaka yer alırdı. İyi yaşlanmak istiyorsanız affetmeyi de öğrenmek zorundasınız. Bununla da kalmamalı, affettiğiniz şeyi-kişiyi daha o anda unutmalısınız. Kin tutanlar, öfke duygusundan sıyrılamayanlar kalp damar hastalıkları, kanser, depresyon ve benzeri sorunlarla daha çok ve sık yüzgöz oluyorlar.

http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/12041343.asp?yazarid=95&gid=61

Yazı Tarihi: 10 Temmuz 2009

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Cam gözlü, orta yaşlı adam

Cam gibi gözleri var.
Turkuaz mavi.
Harika.
Işık ışık.
Işıl ışıl.
Parıl parıl.
Pırıl pırıl.
Kayboluyorsun.
Bakınca gözbebeklerine ateş gibi parladıklarını görüyorsun.
Orta boylu, orta kiloda, orta yaşta, orta yakışıklılıkta bir adam.
Ama gözlerine bakınca hiç ama hiç ortalama olmadıklarını farkediyorsun.Çakılıyorsun. Gidemiyorsun. Gider gitmez tekrar dönmek istiyorsun.
Kapının eşiğinde kapıdan dönmek gibi.

Kafasını oturduğu koltuğa yaslamış.
O turkuaz mavisi güzelim gözleri ağırlaşmış, zaman zaman kapanıyor.
Belli yorgun.
Belli halsiz.
Belli keyifsiz.
Belki biraz da umutsuz.
Hatta çaresiz.
Gözleri kapanıyor çünkü o kapatmak istiyor.
Yaşadıklarına gözlerini kapatıp, olanlar hafızasında yer etmeden olay yerini terk etmek istiyor.
Ve bu yaşadıklarını hiç yaşamamış olmayı dileyerek.
Oturduğu geniş, rahat TV koltuğunda elindeki kumandayla koltuğu geriye doğru yatırıp altını açarak ayaklarına dayanak yapıyor.
Biraz sonra bir tepside bir tost ve ayran getiriyorlar. Tek eliyle bunları yemeye çalışıyor.
Henüz hiç konuşmamış olmamıza rağmen bize de ikram ediyor."Buyurmaz mısınız siz de?" diyor.
Bu kısacık, içi dolu cümlede kalıyorum.
Daha iyi nasıl ifade edebilirdi tek bir cümleyle beyfendiliğini...
Tam tahmin ettiğim gibi.
Ses tonu da gözleri gibi naif.
Huyu da bakışları gibi kibar.

Boğazıma bir yumru oturuyor.
Titrekleşiyorum. Ne diyeceğimi, ne tarafa bakacağımı şaşırıyorum. Herşey sıradanmış gibi davranmaya çalıştıkça normallikten uzaklaşıyorum.
Ona bakmamaya çalışıyorum.
Bakarsam bakışlarında çok şey göreceğimi biliyorum. İçim hiçbirini kaldırmaz onu da biliyorum.
Nasıl, nasıl, nasıllll üzülüyorum, bu halimi anlatmaya kelime bulamıyorum.
"Anasını sattığımın dünyası" diye iç geçirerek hayıflanıyorum.
Ben bu duygularla boğuşurken içeriye doktor geliyor.
Hastalarının hatrını soruyor. Hepsinin çok iyi olduğunu söyleyerek moral depolamaya çalışıyor.
Oysa alın yazılarını lazer okuyucuyla okurmuşçasına okuyabiliyor o.
Bu kemoterapi odasında tedavi alan hastalardan kiminin kaç gün, kaç ay, kaç yıl daha ömrü kaldı biliyor.
Cam gözlü, orta boylu, orta kiloda, orta yakışıklılıkta, orta yaşta olan adamın daha yaşanacak kaç yılı var, gerçekten ortasında mı hayatın yoksa...
o benden çok daha iyi biliyor... :-(

Yazı Tarihi: 08 Temmuz 2009

7 Temmuz 2009 Salı

Pop'un kralına veda


Dostları Michael Jackson'u şarkılarıyla uğurluyor

Şu anda NTV canlı yayında 25 Haziran 2009'da, 50 yaşında hayatını kaybeden pop'un kralı Michael Jackson'un Los Angeles'taki cenaze törenini canlı olarak izliyorum.
Bir devrin, dönemin kapınışına canlı olarak şahit oluyorum.

Bir çok ünlü isim, aile yakını ve önemli şahsiyet onun ölümü sonrasında duyduğu üzüntülerini, onu ne kadar çok özleyeceklerini, yerinin ne kadar doldurulamaz olduğunu, onunla ilgili hatıralarını ve onun sıradışı özelliklerini dillendiriyorlar.
İkonik ve ironik ay yürüyüşünün (moonwalk)her birinin üzerinde bıraktığı büyüleyici etkiden bahsediyorlar.
M.Jackson'ın 10 yaşında çıktığı bu serüvendeki daha önce hiç kimsenin cesaret edemediği her şeyi başarmadaki üstün çabası ve çalışkanlığından ne kadar etkilendiklerinden dem vuruyorlar.
Michael'in sahnede "öl ya da öldür" düşüncesini benimseyerek sahnede devleştiğini ve yaşamış, gelmiş, geçmiş en büyük sanatçı, en büyük şahsiyet olduğunu anlatıyorlar.
Michael'i keşfeden müzik yapımcısı, onun üzerinde birçok oyun oynamasına rağmen babasından daha çok sevdiği iddia edilen kişi uzun ve duygulu bir konuşma yapıyor.

Şimdi de Stevie Wonder konuşuyor. İlk cümlesi: "bu öyle bir an ki keşke böyle bir ana hiçbir zaman tanıklık etmeseydim"
Ve Stevie Wonder Quincy Johns'a yazdığı ve Michael'in daha önce inanılmaz güzel seslendirdiği şarkıyı piyano eşliğinde seslendiriyor. Hem sözler hem melodi oldukça duygulu.
Sonrasında ise NBA'in bu seneki şampiyonu LA Lakers'ta top koşturan ünlü basketbol oyuncusu Kobe Bryant Michael'le ilgili bir kaç cümle söylüyor, efsane basketbolcu Magic Johnson ise onun dehasını övüyor.
Onlardan sonra sahneye zencilere özgü kuvvetli ve muhteşem sesiyle Jennifer Hudson çıkarak arkasındaki büyük koro ve Michael'in sahneye yansıtılan görüntüleriyle "Will You Be There"i söylüyor.
Bence daha önce çıkan Mariah Carey ve Lionel Richie'den daha etkileyeci bir atmosfer yaratıyor. Söylediği şarkının sözleri çok etkileyici. Bir bölümünü aşağıda sizinle paylaşmak istiyorum:

In our darkest hour
In my deepest despair
Will you still care?
Will you be there?
In my trials
And my tripulations
Through our doubts
And frustrations
In my violence
In my turbulence
Through my fear
And my confessions
In my anguish and my pain
Through my joy and my sorrow
In the promise of another tomorrow
I'll never let you part
For you always in my heart

Bu anlamlı ve hüzünlü Michael şarkısından sonra ise bir general edasıyla ve tansiyonuyla bağrış çağrış konuşan kişi Rahip Al Sharpton oluyor. Bu heyecanlı amcanın az önce yakalanan duygusal havaya hiç yakışmadığını düşünüyorum. Her zaman her ortamda ayrık otlar olabiliyor :)

Benim de çocukluğumun bir kısmında olan ve sonrasında müzik kulağım, zevkim ve seçimlerim oturmaya başladıkça da dinlediğim 'Oldies but Goldies' lerde Michael'in yeri benim için de çok özel olmuştur.
En çok hangi şarkısını sevdiğim konusunda ayrımcılık yapamıyorum. Yine de ilk aklıma gelen şarkısı nedir diye sorarsanız 'Dirty Diana', 'Librarian Girl' ve 'The Way You Make Me Feel'in mutlaka ilk sıralamalara girdiğini söylemeliyim.

Nihayet rahip amcanın konuşması bitti ve yine sahnedeyiz. Favori sanatçılarımdan olan John Mayer gitarını konuşturarak "Human Nature"i söylüyor. Thriller albümünün en güzel şarkılarından biri: soft bir ses, soft bir şarkı...

Offf şimdi ise gelmiş geçmiş en güzel kadınlardan biri olan Brooke Shields mikrofunu aldı. Bakalım neler diyecek...
Michael ile tanıştıklarında 13 yaşında olduğunu ve o günden bu yana dostluklarının hep büyüdüğünü, nerede olurlarsa olsunlar birlikte çok eğlendiklerini, çok güldüklerini ve aralarında kuvvetli bir bağ olduğunu belirtiyor.
Her ikisinin de çok küçük yaşta spot ışıklarıyla tanışmalarının birbirlerine yakınlaştırdığını söylüyor. Michael'in herşeyi kalbiyle gördüğünü ve sevdiğini belirtiyor. Sözlerini bitirirken duygulanıyor ve gözyaşlarını zor tutuyor.

Brooke Shields'ten sonra sahneyi Micahel'in kardeşi onun en sevdiği şarkı olan 'Smile' şarkısını gözyaşları içinde seslendiriyor.

Ve şimdi de Marin Luther King III'nin oğlu konuşuyor. Bu tarz konuşmalar aynı rahibinki gibi duygusallıktan uzak şov amaçlı geldiği için anında diğer kanallara zaplıyorum...

Bu esnada evin telefonu çalıyor. Arayan yurtdışında yaşayan abimler.
Önce yengemle konuşuyorum, sonra da hasreti burnumda tüten 6 yaşındaki yeğenlerim Zeynep ve Alp'le. Önce Zeynep'le uzun uzun, kız kıza sohbet ediyoruz. Daha doğrusu etmeye çalışıyoruz. Çünkü ikizi enerji küpü Alp arkadan gelen çığlıklarıyla bizi rahat bırakmıyor.
Zeynep sohbetimizi sürekli bölerek Alp'i fırçalıyor sonra da bana tam bir lady kibarlığıyla geri dönerek az önceki sinirli ve cadaloz sesinden eser kalmadan yüksek bir cilveyle 'Sorry' diyor ve sohbetimize devam ediyoruz.
Allah kısmet ederse 20 gün sonra gelecekleri Ankara seyahatlerinde birlikte neler yapacağımızı konuşuyoruz. Bu sene çalışmıyor olduğum ve ful zaman onlarla olacağım için çok mutlular. Zeynep'in herhalde hayatında en çok güldüğü şey olan 'Recep İvedik'in filmi üzerine konuşuyoruz. Daha önce büyük bir şaşkınlık içinde, İngiliz aksanıyla sorduğu "Is there really such a person?" sorusunun cevabını ona anlatmaya çalışıyorum. Sohbet şenlikli bir şekilde devam ediyor...
Telefonu kapatıp NTV'ye döndüğümde "We're the World"ün söylenildiğini görüyorum. Sahnedeki herkes elele, kilise korosu gibi bir o tarafa bir diğer tarafa sallanarak. Hem tebessümle hem gözyaşlarıyla. Gerçekten mitleşmiş bir şarkı. Tüm zamanlarda da öyle kalacağından hiç şüphem yok.
Şarkı bittiğinde Jackson kardeşler siyah kıyafetler ve siyah gözlükler içinde veda konuşması yapıyorlar.
Acılarıyla ilgili birşeyler söylemeye, anılarını anlatmaya çalışıyorlar. Tüm törene damgasını vuran en acıklı sahne ise son sözü titrek sesi ve gözyaşları içerisinde babasının ne kadar mükemmel bir baba olduğunu ve onu çok sevdiğini söyleyen kızı Paris oluyor.
Hüzünlü bir sahne.
İlk başlarda hiç idrak edilemese de bir insanın başına gelecek en büyük acı ailesinden birilerini kaybetmesi.
Etinden et kopuyor.
Bu ancak zaman geçtikçe hissediliyor.
Bu acıya dayanamama zaman içinde ağırlaşıp gerçek yükünü hissettiriyor.
Yakınının acısını yaşayan herkese Allah'tan sonsuz güç ve sabır diliyorum.

Ve Michael sen, huzur içinde uyu, tüm sevenlerinin dediği gibi; Tanrı seni korusun.


Yazı Tarihi: 07 Temmuz 2009

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Çıplak fotoğraf(lar)

Birini özlediğimde – eğer varsa- fotoğrafına bakıyorum.
Fotoğrafına baktığımda –eğer görebiliyorsam- gözlerini yakalamaya çalışıyorum.
Gözlerinde kalıyorum birkaç uzun saniye.
Objektife bakarken kimlere bakmayı isteyerek poz verdiğini anlamaya çalışıyorum bakışlarından.
O fotoğrafta, o karede, o anda, o bakışlarda ne kadar mutlu, ne kadar hüzünlü, ne kadar flörtöz, ne kadar depresif veya ne kadar hepsi olduğunu tartmaya çabalıyorum.
O durağan hali gerçek mi yoksa poz vermeden birkaç dakika önce aslında tam tersi bir modda mıydı, gözlerinin tam elifine soruyorum...
Fotoğraf çekildikten hemen sonra ilk ne yaptığını ölesiye merak ediyorum.
İlk dediğini bilmek istiyor, sesini duymaya şiddetli bir ihtiyaç duyuyorum.
Karnı aç mıydı, bir yeri ağrıyor muydu, yarası var mıydı, midesinde kelebekler mi uçuyordu, kelepçeler mi takılıydı ne çok merak ediyorum aslında.

Birini “sadece” özlediğimde değil onu “deli gibi” özlediğimde,
özlemekten göğsüme ağrılar girip,
orta yerimden yarılıp,
sağda solda onu, onun yüzünü gördüğümü, sesini duyduğumu sandığımda ve
halüsinasyonlar dünyasında yaşamaya başladığımda
varsa eğer onun fotoğraflarına bakıyorum.
O fotoğrafları hayalimde canlandırıyorum;
ya elimdeki hatıralarla ya da hayalimdeki kurgularla gün boyu konuşuyorum.
Elimdeki yaşanmışlıklar, hayaller ve halüsinasyonlar birbirine girdiğinde ben de fotoğrafın içine giriyorum.
O anı onun gözleriyle görmeye uğraşıyorum. Sanıyorum ki dünyaya onun gözlerinden bakarsam özlemim az biraz azalır belki de.
Onun gözlerinden, onun dünyasından öyle etkileniyorum ki...
Etkilenmek ne kelime, büyüsüne kapılıyorum.
Dünya o andan, o fotoğraftan ibaret zannediyorum.
Avuç içlerimden, ayaklarımdan, kalbimden çivilenip kalıyorum.
Dünya dönüyor, ben o fotoğrafın içine, onun gözlerine mıhlanıyorum, dönmüyorum.
Fotoğrafın dışına çıkmayan kokunun, nefesin, sesin, ten sıcaklığının içindeki mistik bir semada kaybolmaya başlıyorum.
İlk başlarda boş, çıplak, yalın, kimsesiz, sahipsiz gibi gözüken bir fotoğrafın artık içinde olduğumu anladığımda yüreğimi kontrol altında tutamayacağımı hissediyorum.
Rüzgar sandığımın fırtına olduğunu görüyorum.
Farkına bile varmadan, bir bakıyorum ki, karadan çoktan uzaklaşmışım. Okyanusun tam ortasındayım.
Okyanusun tam ortasında,
küçücük bir kayıkta,
gözlerim kapalı,
elimdeki ve zihnimdeki fotoğrafı göğsüme bastırıyorum.
Yalın, sade, basit ve çıplak bir fotoğrafa özlemimi dayanılır hale getirebilme görevini atfediyorum.
İşte o yüzden, bu gece baktığım onlarca fotoğrafın içine süzülüverince kendime aldığım mahrem notların bu kadarını da sizinle paylaşmak istedim.
Böylesine yalın, sade, çıplak ve basit bir sebepten...

Yazı tarihi: 06 Temmuz 2009