28 Ekim 2008 Salı

Tekfen Filarmoni ile 1güfte 12beste

Ankara’lıysanız ve sanata biraz ilginiz varsa klasik müziği dinler, seversiniz.
Ankara’da yaşadığım ortaokul, lise ve üniversite yıllarım boyunca başta Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın özellikle Yeni Yıl Konserlerini ve Bilkent Senfoni Orkestrası’nın birbirinden coşkulu konserlerini kaçırmamaya özen göstermiştim.
Ankara’nın sanata, sanatın Ankara’ya yakışan kimliğindeki bu elegans buluşmadan Devlet Opera ve Balesi’nin görsellik içindeki şölenleri de nasibini alırdı.
İstanbul’a yerleşmeden hemen önce bu şaşalı şehrin göz boyayan neon ışıkları parlaklığında bir sanat hayatı olacağını ümid ederek ne hevesler beslemiştim içimde.
Yerleştikten kısa bir süre sonra üzülerek anlayacaktım ki şehrin yoğun hayatı sanata Ankara’daki kadar vakit ayırma lüksünü bana vermeyecekti.
Ayrıca Ankara’da sanat için yapılan sanat İstanbul’da çoktan ticari kaygılara yenik düşmüştü.
İzlediğim roller rol kokuyor, ne sanatçılar ne sahne ne kostümler ne müzik hiçbiri Ankara’daki gerçekliği yakalamaya yetmiyor, bu konuda güdük kalıyorlardı.
Alternatif çok ama nitelik hep zayıftı.
Birkaç yıl önce bu küskünlük içerisinde kültürel aktivite seyrimi en asgariye çektiğim bir dönemde katıldığım Tekfen Filarmoni Orkestrası’nın konseri beni yeniden Ankara günlerimdeki coşkuya götürdü.
O gün bugündür Tekfen Filarmoni özellerim, gözbebeklerim arasındadır.
23 ülkeden sanatçı ve enstrümanın yer aldığı çok sesli orkestrası tam bir kültür mozaiği.

Ve bu kültür mozaiği bu akşam Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda Cumhuriyetimizin kuruluşunun 85. yıldönümünü kutlamak amacıyla özel bir konser verecek. Aslında tam olarak konser de denemez; Arsen Gürzap, Çetin Tekindor ve Hüseyin Sermet'li konser ötesi bir kurgu.

Ben akşam olmasını ve bu konseri izleyip, dinlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Darısı başınıza :-)

(Yazımın devamı konser tanıtım yazısından kısa bir alıntıdır)

Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücadele Dönemi’nde kaleme aldığı şiirin 12 Mart 1921 tarihinde milli marş güftesi olarak kabulünün ardından bu sözler için açılan beste yarışmasına katılan eserler arasından 12 tanesinin notalarına uzun araştırmalar sonucunda ulaşılmış; Nevit Kodallı, Çetin Işıközlü, Emre Aracı, Hüseyin Sermet, Betin Güneş, Turgay Erdener, Özkan Manav, Ayşe Önder, Ertuğ Korkmaz, projenin sanat danışmanı ve aynı zamanda bestecilerinden biri olan Hasan Uçarsu gibi Türkiye’nin önde gelen bestekarları tarafından bu eserlerin orkestra aranjmanları yapılmıştır.
Şef Saim Akçıl yönetimindeki Tekfen Filarmoni Orkestrası ile birlikte, TRT İstanbul Gençlik Korosu, Şenol Talınlı (tenor), Sumru Ağıryürüyen (vokal) Hüseyin Sermet (piyano), Ercan Irmak (ney), Göksel Baktagir (kanun), ve Yurdal Tokçan (ut) gibi usta isimler de Cumhuriyet konserinde sahne alacaklardır. Kapanışın resmi İstiklal Marşı ile yapılacağı gecede o dönemin atmosferini seyirciye daha iyi hissettirmek amacıyla eserler arası geçişlerde, tiyatro yönetmeni Yücel Erten’in sahneye koyduğu narasyon ve anekdotlara da yer verilecek. Milli Mücadele Dönemi’nin duyguları Arsen Gürzap ve Çetin Tekindor’un anlatımıyla yeniden yaşatılmış olacak. Bilet satışından elde edilecek gelir, Tekfen Vakfı Eğitim Bursu Fonuna kaynak olarak aktarılacaktır.

KONSER KÜNYESİ
Şef Saim Akçıl yönetiminde Tekfen Filarmoni Orkestrası
Yönetmen: Yücel ErtenTRT İstanbul Gençlik Korosu
Arsen Gürzap, Çetin Tekindor - Narasyon
Şenol Talınlı - Tenor
Sumru Ağıryürüyen - Vokal
Hüseyin Sermet - Piyano
Ercan Irmak - NeyGöksel Baktagir - Kanun
Yurdal Tokcan - Ud

http://www.1gufte12beste.com/

http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&Date=22.10.2008&ArticleID=1005799&AuthorID=55&b=&a=Meral%20Tamer

Not: Bu etkileyici konser izlemek isteyenler için 28 Ekim Salı akşamı ve 29 Ekim'de NTV'de yayınlanacaktır. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Yazı Tarihi: 24 Ekim 2008

Blogger Karanlığı

Diyarbakır karpuzları gibi orta yerimden kütürrrrtttt diye ikiye bölüneceğim.
Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum ne bir çare bulabiliyorum ne bir sebep.
Ayaklarım prangalı, ellerim kelepçeli, ağzım bantlanarak köşeye sıkıştırılmış, sindirilmiş hissediyorum kendimi.
İsyan ediyorum ama bu isyanımı tepkiye dönüştüremiyor,
Tepin tepin tepiniyor ama kelimelere hakim olamıyorum.

Geçtiğimiz Cuma gününden bu yana internet benim için kapkaranlık bir yer.
Digiturk’un ligtv maçlarını kaçak yayınlayan bir blog yüzünden kapattırdığı blogger ile benim gibi binlerce kullanıcının ekranı karardı.
Onca insanın emeklerinin bir satırlık yazının altında ezilip gitmesi akıl alır şey değil.
Dünya baş döndürücü bir hızla adeta her gün yeniden yaratılıyor biz gelişime, değişime, paylaşıma giden yolda nefretle, çirkinlikle, hoşgörüsüzlükle mücadele etmeye çalışıyoruz.
Başedemediğimiz, aynı dilde konuşamadığımız her şeyi, herkesi yasaklayarak, geri durarak adam olacağımızı sanıyoruz.
Yazıklar olsun...

***

Madem beni kandırdın
Var git sen biraz da kendini kandır

Anlıyorsunuz değil mi?

Neslihan, kütürttt

Not: Ben bu yazımı 27 Ekim'de facebook'da yazdıktan sonra ertesi gün blog'lar açıldı.
Demek bu yazımı bekliyorlarmış :-P

21 Ekim 2008 Salı

Doğum günüm kısa özet ve Perakende Günleri

Veeee 21 Ekim bitti işte.
Bugün çok değerli, anlamlı, özel ve enteresan bir gün geçirdim.
Aynur'um bana sürpriz yapmış. Öğle yemeğinde ofisten dışarı çıkardı. Levent'teki Garage'a gittik. Otururken içeri Şebo ve daha sonra da Hülya girince şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum.
Bana aldıkları hediye elbiseye adeta taptım. Tam benim tarzımı yansıtan, tiril tiril ve çok zarif bir elbise. Bu elbiseyi giyeceğim ilk fırsatı kolluyorum.
Mutluluğum elbisenin güzelliğine karıştı.
Onlar gibi arkadaşlarım olduğu için öylesine şanslıyım ki.
Ofise döndüğümüzde resepsiyondan aranarak çiçeğim olduğu söylendi. Harika elbisemle yarışacak zarafette bir vazo içerisinde en sevdiğim çiçekler olan beyaz güllerdi gelen. Çiçeğin güzelliği mi, hatırlanmanın duygusallığı mı yoksa kenarına iliştirilen notun anlamı mı bilmiyorum neşe ile karışık bir burukluk yaşattı bana.
Hayat ne hoş, ne anlamlı, ne özel, ne dolu dolu yaşamasını bilene....
Akşamüzeri tekrar Aynur'un kata indim.
Kendi departmanınmda kutlanılmasından özellikle kaçındığımdan onların tüm kat hazırolda beni bekleyerek doğumgünümü kutlamasını yurttan eve dönen öğrencilerin ailesinin yanında hissettiği sıcaklık gibi hissettim.
Samimi, doğal ve sevgi dolu tebrikleri ile mutlu oldum.
Gülcan'ın benim gibi yazı ve not tutma tutkunu biri için aldığı özel hediyeyi görünce sevinçten çığlık atmamak için zor tuttum kendimi.
Burçak'ın Moleskine Paperblanks'inden sonra Gülcan'ın bunu bana hediye alması benim için çok değerli.
Üstelik Gülcan yazılarımda en başından beri benim büyük destekçim.
Bu sebeple özellikle ondan yazarlığımı teşvik edici bir hediye almak çok anlamlı.
Ayrıca Hülya'dan aldığım belki de hayatımın en çok bana değer katan/katacak hediyesi ise kelimenin tam anlamıyla hayatımda yeni bir çığır açacağı için inanılmaz etkiliydi.
Bu konuya önümüzdeki günlerde fazlasıyla değineceğim. Şu an derin bir şok içerisindeyim.
Akşam trafik sebebiyle sporumu aksatmış olsam da Sarp'ın düşünceli sürprizi karşısında fazlasıyla şımararak dileğimi dileyerek pastamın mumunu üfledim. Uzun, uzuuun, upuzun isteğimin bu sene gerçekleşmesini diledim. Üfleme seromonisinden sonra günümü mutlu ve huzurlu bir şekilde kapadım.
Aslında tüm bu yazdıklarımı böylesine çalakalem yazmadan detaylandırmak, arkasında bana hissettirdiklerini sizlere aktarmak istiyordum ama şu an gecenin 12:35'i ve ben yarın sabah 6 civarlarında kalkacağım.
Önümüzdeki 2 gün boyunca tüm sektörün en büyük ve önemli organizasyonu olan 'Perakende Konferansı'na katılacağım.
Bu sene de diğer seneler gibi sabırsızlıkla bekliyorum.
Çok başarılı ve bana katmadeğeri yüksek olan bir konferans.
Bu konferans boyunca alacağım notları da vakit bulduğumca burada yazmaya çalışacağım.
Geçen sene hayran kaldığım Google Pazarlama Direktörü Mustafa İçil'in ve Şef Mehmet Gürs'ün konuşmalarını yazdığım halde buraya koyamamıştım.
Bu sene on-line olmaya çalışacağım.
Bir doğumgünü bitti.
Sırada Perakende Günleri, bekle beni geliyorummm.

Yazı Tarihi: 21&22 Ekim 2008

Kendimden kendime

O gün bugün.
Doğduğum gün. Doğum günüm.
Kutlama adetim yoktur hiç. Partiler, kalabalıklar, hediyeler, yavan şaşırmalar, şaşalar, şampanyalar hiç bana göre değil...
Yapmacık mutluluklar, usulden sarılmalar ve lafola tebriklerin kofluğunu yaşamak istemediğimden pas geçerim ben bugünü genellikle.
Beni gerçekten sevenler ve hayatlarında olduğum için mutlu olanlar hatırlar da arar, seslerini duyarsam benim için dünyalara bedel.
Bugünün bana özel tek yanı bu.
Az sonra annemi arayarak beni dünyaya getirdiği için teşekkür edeceğim.
Arada, kısa devre yaptığım zamanlarda duruma isyan etmişliğim olsa da siz aldırmayın bana. O kendimi bilmezliğimden :-)
Zaten çok zarar ziyan vermeden uslanıyorum, geçiyor, aklım başıma geliyor.
Bugün dualarım, dileklerim, isteklerim için yukarıdan torpilli olabileceğimi düşünüyorum.
Umarım öyle olur.
Zira işleme alınmasını istediğim çok dilekçem var...

İyi ki doğmuşum, tüm sevdiklerimle olacağım harika bir yaş diliyorum kendimden kendime :-)

Yazı Tarihi: 21 Ekim 2008

15 Ekim 2008 Çarşamba

Kızlarda anoreksiya varsa onlarda da bigoreksiya var

Uzun yıllardır hayatım spor salonlarında zayıf olmaya çalışan kadınlar ve bol kaslı olmaya çalışan erkekler arasında geçtiğinden aşağıda alıntı yaptığım haber çok ilgimi çekti ve sizinle paylaşmak istedim.
Kadınların hep daha zayıf olma takıntısı sebebiyle yakalandıkları yeme bozukluğu sendromuna anoreksiya denildiğini biliyordum ama erkeklerin daha adaleli görünme takıntılarının da bir adı olduğunu bilmiyordum. Meğer varmış. Merak ediyorsanız buyrun siz de okuyun.

Yazının tamamını okumak isteyenler aşağıdaki link'ten ulaşabilirler.
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/10094706.asp?gid=59&sz=46704

İyi görünme baskısı sadece kadınların meselesi değil. Erkekler de bu baskı altında. Hastalıklarıyla beraber! Günümüz kadınlarının anoreksiyası varsa, erkeklerin de manoreksiyası var. Üstüne bigoreksik, hatta ortoreksik bile oluyorlar. Hepsinin şikayeti farklı: Kimisi zayıflamasını durduramıyor, kimisi şişmesini. Bir taraf normal yemek yiyemez, hatta yediğini bile çıkarır hale gelirken, diğer taraf daha da kaslanıp şişmek için ek maddeler yutuyor.

Çekilen bunca cefa hep daha iyi, daha iyi, daha iyi görünmek için. Ama neye göre daha iyi? Üstelik, kaptırdıkça, işin ucu kaçıyor. ABD medyasının da bayıla bayıla üzerine atladığı manoreksiya lafı, aslında İngiliz basınının uydurması. Kavramın orijinal adı anorexiaor. İlk kez Leeds kentindeki Yorkshire Yeme Bozukluğu Merkezi tarafından duyuruldu. Merkezin doktoru John Morgan geçtiğimiz günlerde BBC’ye konuştu ve güzel görünme baskısının tıpkı kadınlar gibi erkekleri de etkilediğini açıkladı: Eskiden göbekleriyle rahat bir hayat süren erkekler mutlaka zayıf, fit ve kaslı bir vücuda sahip olmak gerektiğini düşünüyor. Böyle bir görünüm elde etmek için spor salonlarında saatlerce çalışarak kendini hasta edenler var.

MANOREKSİYA
Anoreksiyanın sakallı hali
Genellikle kadınlarla özdeşleşen anoreksiyanın İngilizce man (erkek) sözcüğüyle harmanlanmış hali. Bir çeşit yeme bozukluğu sendromu. Yapılan araştırmalara göre 10 kadına karşılık yaklaşık bir erkek bu hastalığa yakalanıyor. Çok şişmanladığı kanısıyla bir şekilde rejime başlıyor. Önceleri kontrol edilebilen iştah, bir süre sonra tamamen yok oluyor ve zayıflama normal ölçüleri aşıyor. Diyetisyen Selahattin Dönmez şöyle diyor: "Erkeklerde bu hastalığın anlaşılması zor. Çünkü ciddi kas kitleleri var. Türkiye’de erkek vaka örneği çok yok. Klinik olarak Antalya, Bursa ve Ankara’da bir, İstanbul’da iki erkek vakanın olduğu biliniyor."
Bu sendrom biyolojik, psikolojik, sosyolojik veya ailevi nedenlerden ortaya çıkabiliyor. Bir olaya veya kişiye duyulan tepki de neden olabiliyor. Erkeklerin bazı duygularını baskılamak için beden görünümlerinden uzaklaşmak istemeleri de bu girdaba girmelerine başka bir neden.
Dönmez, "İnsanlar çözemedikleri sorunlar için bir yol arıyor. Diyetisyene veya spor salonuna gidiyor. Liposuction bile yaptırıyor. Aslında bu durum psikiyatrik bir bozukluk. Zaten hastalık hiç kimsede yemeği reddederek başlamıyor. Bu hastalığa yakalananlar önce az yemek yiyor. Yürüyor. Kilo vermeye başladığı an, yemeği azaltarak aktivitesini daha da çoğaltmaya başlıyor. Kilo verdikçe, almamak için bir girdabın içine giriyor. Bir bezelye tanesini yediği zaman bile doyduğunu hissederek kalkabiliyor. Bu da aslında patolojik bir olay."
Asıl tehlike ise hastanın yine kendi erkekliğine: Besin yetersizliğine bağlı olarak organ işlev bozuklukları görülebiliyor. Tüylenme artıyor. Bir süre sonra cinsel isteksizlik ya da aşırı seks isteği ortaya çıkıyor. Kemik yoğunluğu azalıyor. Mide normal boyutundan farklı bir boyut alarak makata doğru gidebiliyor.

BİGOREKSİYA
Balonadam hastalığı
Vücut geliştirme hastalığı. Body building, hayatın odak noktası haline geliyor. Bigoreksik erkekler, ne kadar kasları olursa olsun yeterince kasa sahip olmadığı hissine kapılıyorlar. Bazen ağrıları ya da kırık kemikleri olmasına rağmen vücut çalışmaya devam ediyorlar. Spordan geri kalmayayım diye işini kaybedene bile rastlanıyor. Normal bir vücutçu günde bir saat çalışıyorsa bigorek günde 6-7 saatini ağırlık altında geçiriyor. Normal vücut çalışan aynaya dört kere bakıyorsa bu hastalığa yakalananlarda sayı 10’un üzerine çıkıyor. İki dilim pasta yedikten sonra dört saat koşup üstüne 1000 mekik çekiyorlar. Başkaları görüntüsünü beğenmeyecek kadar kaslı olsa bile kişi kaslandıkça kendini iyi ve güzel hissediyor.
Prof. Dr. Abidin Kayserilioğlu, bu hastalığa psikolojik olarak kendini yetersiz görmenin yol açtığını söylüyor: "Düzenli spor zaten bağımlılık yapar. Çünkü spor endorfin hormonu salgılanmasına neden olur. Düzenli spor yapanlar bu rahatlığı özler ve uzak kalamaz. Bigoreksiyada bunun abartılması söz konusu. Özellikle ileri yaşlardaki erkekler kadınlara kendilerini beğendirmek için bu yola sapabiliyor.
"Bigoreksiya hastaları normal besin kaynakları yerine, başka ek ürünlerle kaslanmaya hız kazandırmak istiyor. Besin yerine geçen bu maddelerin hücre ölümünden hızlı yaşlanmaya kadar pek çok yan etkisi var. Kayserilioğlu erkeklik hormonunun türevleri olan androjen ilaçların kullanıldığını söylüyor: "Bu ilaçlar kasları kalınlaştırılıyor. Ama kısırlığa da neden olabiliyor. Örneğin, kas yapmak için protein gerek. Normalde kilolarca et yemek lazım. Onun yerine protein tozları kullanılıyor. Ama bunlar karaciğer ve böbrek yetersizliklerine neden olabiliyor."

ORTOREKSİYA
Organik yemezsem çürürüm korkusu
Ortoreksiya nervosa, 1990’ların sonunda ortaya çıkan yeni bir yeme davranış bozukluğu. Besin miktarı yerine, hasta bu kez besin kalitesini kafaya takıyor. Sağlıklı bir besini bile sağlıksız bulup yemeyebiliyor. Öğünlerini saf, katkısız, işlenmemiş gıdalardan seçiyor. Çoğu sebze ve meyveleri çiğ yiyor. Şişenin etiketindeki kalsiyum miktarını çok bulup, içmekten vazgeçiyor. Kısacası yaşamları kısırdöngüye giriyor. Bir sonraki öğünü planlamak, sağlıklı yiyecek satan marketleri dolaşmak, ürünlerin etiketlerini dikkatle incelemek, kara listeler hazırlamak hayatın merkezine yerleşiyor. İlerlemiş vakalarda hastalar hızla kilo kaybedebiliyor. Zararlı maddeye karşı duyulan derin korku sebebiyle çok sayıda gıda ve yiyecekten vazgeçiyor. Beslenme listelerinde sadece bir-iki tür yiyecek kalıyor. Vücut günlük alması gereken kaloriden mahrum kalıp güçsüz düşüyor. Selahattin Dönmez, bu konudaki abartmayı şöyle anlatıyor: "Eğer kimyasal katkılı yemeklerden yerse ölüyorum, kalp krizi geçiriyorum, bedenim çürüyor gibi düşüncelere kapılıyor. Her gittiği restoranda organik yiyecek arıyor. Bahçelerinde kendi sebze meyvelerini yetiştirenler oluyor. Bu sorun 10 yıl içinde daha da yaygınlaşacak."

13 Ekim 2008 Pazartesi

Back-liyorum

Konuşmuyorum
Bekliyorum
İki işi bir arada yapamam mı ben?
Bunlardan biri beklemekse hayır.
Konuşurken beklenilmiyor, beklenirken konuşulmuyor.

Tırnaklarımı yiyorum.
Sabırsızlıktan, heyecandan, takılmışlıktan.
Beklemekten.

Takır, takır, takır 5 parmağımı peşisıra atlı koşturur gibi masaya vuruyorum.
Kesmiyor.
Çarpaz simetri aynı anda tek dizimi de sallıyorum kesmiyor.
Sağ tekler bitiyor, sol teklere geçiyorum.
Farkındayım, dışardan çok kıl bir görüntü.
Eksik akıl bir siluet, biliyorum.

Hom hom homurdanıp duruyorum.
Nerde, nerde, nerde kaldı bu?
El, kol, bacak, kafada sürekli bir koordinasyon eksikliği.
Yedi bitirdi bu haller beni
Perdeyi aralayıp camdan bakıyorum. Gördüğüm ne var bilmiyorum ama sürekli bakıyorum.
Evde, ofiste, yolda, toplantıda koltuklar yasak, uygun adım ileri marş.
Bekle, bekle, beklemedeyim.

Telefon kontrol, mail kontrol, sms kontrol, yol kontrol, kapı kontrol, mektup kontrol, araba üstü not kontrol, F9, F9, F9...
Didik, didik, didik kendi hallerimi kontrol
Bekle, bekle, bekle
Siyah çekirdekli Diyarbakır karpuzu sesiyle kütürttt diye orta yerimden ikiye bölüneceğim ama yine de beklemedeyim...

Sıkıldım, gerildim beklemekten. Çaresiz, silahsız, korunmasız sadece yalı kazığı gibi bekliyorum.

Sayın Baylar, bayanlar merdivenden kayanlar!
Bu nedir diye sorarsanız, anlatmam mümkün değil.
Olsun tasalanmayın.
Yakında geçer.
Normale dönerim.
Birşeycikler olmaz.
Ben unuturum, siz de unutursunuz ve samimiyetle itiraf edeyim ki bu hayatın kalbimi yerinden çıkartan beklemeleri olmazsa yaşanmışlığını hissedemiyorum ben.
Varsın bugün de böyle geçsin...
Sağ bek, sol bek, ben giderim küttenek :-)

Neslihan, küttenek

Yazı Tarihi: 13 Ocak 2008

10 Ekim 2008 Cuma

Diyet Günlüğü



“Bayan Neslihan Kılıç içeri buyurun lütfen.”
İsim tanıdık geldi fakat durum baya yabancı.
Bayan Neslihan Kılıç!...Pek havalı, öz Türkçe!
Yarı şaşalamış, yarı endişeli/tasalı/kaygılı olarak buyurdum içeri.
“Lütfen ayakkabılarınızı ve üzerinizdeki metal eşyaları çıkartın”
Peki onları çıkarayım da aklımdaki onlarca düşünceyi de çıkartıp metal eşyalarım gibi bir kenara koyabilecek miyim?
“Tamam, hazırım, çıkardım”
Havaalanı polisleri gibi üzerimde kalan falsolu birşeyleri yakalamak istermişcesine detektör gözlerle süzdü beni baştan ayağa, gerisin geri bir daha ayaktan başa.
Saçlarımın arasında bit kontrolü yaparmışcasına dikkatlice bakarak “hiç tokanız kalmadığından eminsiniz değil mi?” diye sordu.
Ben ufak çaplı bir merinos olduğumdan “bilmiyorum saçlarımın arasında neyin kalıp neyin kalmadığından bazen benim de haberim olamayabiliyor” demeyi aklımdan geçirdiysem de beni henüz tanıyan ve esprisel dünyadan oldukça uzakmış izlenimini bana veren kadıncağızı –henüz- korkutmak istemediğimden onun yerine sadece “evet, sanırım” demeyi yeğledim.
Yaş, boy, kilo, kemik, kas, su, metobolizma hızı, o’dur, bu’dur gibi bilumum ölçümlerimi yaptıktan sonra Aysun hnm’ın yanına alınmaya hazırdım.
“Bu kapıdan buyurun ltf, Bayan Aysun hnm sizi bekliyor. Şimdi size sizi buraya getiren sebebi soracaktır” diyerek arkamdan kapıyı örttü.
İçses: “Bakın arkadaşlar, benim olayım öyle pek ciddiye alınacak boyutta değil, maksat bilinçli olsun birşey yapacaksak, cidden başka bir derdim yok, büyütmeyelim bu kadar...”
ve
a) Geçiyordum uğradım
b) İnanın hiçbir fikrim yok
c) Arkadaş tavsiyesi
d) Hay gelmez olaydım
e) Kendini bilmezlik

Şıkları bana sufle yapmaya başlasalar da bunları dememek üzere kendimi dizginledim tabi böyle ciddi bir ortamda...
Onun yerine beni buraya getiren sebep olarak:
Boğazımı temizleyerek günah çıkarmaya gelen bir suçlu misali “fazla kilolarım” diyebildim sadece, kendimi ciddiyete davet ederek.
“Değerleriniz olmanız gereken sınırların içinde, hatta alt sınırlara bile yakın, tam olarak kaç kilo olmak istiyorsunuz?”
“49”
Evet hedef bu işte 49kg olmak istiyorum.
Madem işi büyüterek bir diyestiyenin kapısına geldik, girdik bu işe, en optimumu olsun, değil mi?
Yani tam tamına 6 kilo vereceğim.
Onda da ne var ki demeyin.
Olduğum kilolarda ve zaten alt sevilerdeki yağ oranımda ve de sürekli dikkatli ve kontrollü beslenen bünyemde bu kilolar öyle kolay kolay verilmiyor. Gram gram ilerliyorsunuz. 500gr civarları süper iyi birşey.

Böylelikle ilk diyet günlüğüm bu senenin Mayıs aylarında başladı.
Mayıs’ta 55.3 kg gösteren kantarı Ağustos’ta 51.0’a kadar indirebildik.
Aradaki onlarca tatil hem metabolizmamı hem de ister istemez benim diyet listemdeki sıkı uygulanabilirliği bozduğu için 49’u bir türlü göremedik.
Aysun hnm bu tuzaklar olmasa bendeki bu iradeyle çoktaaan 49’a düşmüş olabileceğimi söyledi. Hoş o 49’a inmemden yana değil, en fazla 50’de beni bıraktırmak istiyor ama ben 49 olursam 1 kg. kendime pay bırakarak 50’ye inip çıkabilme rahatlığında olmayı istiyorum.

Şimdi hazır tüm tatiller bitmişken hedefime ulaşmak üzere tekrar kolları sıvadım.
2.kür zor ve aç günler geçtiğimiz cmt. başladı. Yarın kontrole gittiğimde 1 haftalık süre geçmiş olacak. Bakalım tam olarak kaç gram verebilmişim.
1 hafta boyunca ne yediğimi merak edenlere liste aşağıda.
Yalnız bu listenin kişiye özel olduğunu ve aylardır sıkı profesyonel gözetim altında değiştirilerek yapıldığını özellikle belirtmek istiyorum.
Sağlıklı beslenmek zayıf olmaktan çok daha önemli.
Kilo vermek isteyenler varsa lütfen bu listeyi uygulamaya kalkmasınlar.
Bu benim değiştirilmiş hiç yoksa 10.listem.
Gözünüzü seveyim hataya kapılayım demeyim.

Sabah: 1 ölçü peynir(30 gr yağsız)
1 dilim ekmek(1 dilim rus çavdarının yarısı)
Ara öğün: 1 adet diyet karper peyniri
2 adet grissini
Öğlen: 1 kase çorba
3 adet diyet etimek
İkindi: 1 ölçü peynir
1 dilim diyet ekmek
1 adet diyet yoğurt(tekli küçüklerden)
1 adet muz(spor öncesi)
Akşam: 1 porsiyon et v.b.(120 gr)
1 porsiyon salata
2 kaşık pirinç(yağsız lapa)
1 kase komposto(1 elma veya şeftaliden yapılma)

Sağlıklı ve zayıf ve mutlu günlere.

Yazı Tarihi: 10 Ekim 2008

Not: Bugün 11 Ekim. Veee tartıldım. Veeee nihayet 50.5 kiloyum. 1 hafta daha yukardaki zorlu diyete devam edebilrsem haftaya şu anda Mayıs'ta hedeflediğim kilo olan 49'a düşmüş olabileceğim kısmetse. Hi hoyyytttt. Yupppiiiii :-)

Yukarıda sağdaki fotolarda en soldaki profilden gözüken kırmızılı benim; diyete başlamadan önceki 55.3 kg 'Dursine Şirin' halim. Soldaki fotoğrafta ise 51 kg'ım. Öncesi ve sonrası yani :-))

Anları Planla

Az kalsın unutuyordum.
Dalıp gitmişim.
Sallan yuvarlan takılıyordum.
Hemen silkinip kendime gelmem lazım.

Ekim geldi Ekimmm.
Yılın en güzel ayı.
Plan yapmak lazım.
Plan program.
Hemen.
Gün gün, tek tek ay sonuna kadar.
Güzelim aya, en güzelinden planlar.
İlk 10 gün gitti bile, tüh.
Elde kaldı 21.
Zaten konu da o.
Ekim 21.

Kaç tane var ki başka?
Yok, 1 tane.
Senede bir.
Bir gün.
Benden kaç tane var?
O da bir.
E öyleyse daha ne duruyorum?
Farklı birşeyler düşünmek
Onları yaşamak için planlar yapmak lazım.

Durdum yeteri kadar durduğum yerlerde.
Yattım, kalktım, işe gittim, çalıştım, spora gittim, zorlandım, yoruldum, tükendim eve geldim.
Yattım, kalktım, işe gittim, çalıştım, spora gittim, zorlandım, yoruldum, tükendim eve geldim.

Şimdi tek bir gün için de olsa zinciri kırmak lazım.
Ne duruyorum?
Senede bir gün
Benim günüm
Mutluluk,
Hayat,
İstek, dilek, mum üfleme, farklılaşma, doyasıya yaşama günüm
Aleaddin gelsin
Ve bana derin bir ‘ohhh’ getirsin
Dilek benim değil mi?
O bir “ohhh” getirsin;
Giyeceğim kıyafeti
Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı, nereye gideceğimi, nerede kalacağımı, yaşayacağım geri kalan tüm anları ben planlarım.
Ne kaldıysa!
Yanılıyor muyum?
Hayat planlardan ibaret değil mi?
Yoksa anlardan mı?
Carpe Diem.
Anı yaşa yani.
Ne dersiniz?
Neyse bozmayın doğumgünü çocuğunu.
Cevabı o da biliyor da bilmezlikten geliyor.
Ssshhhttt çaktırmayın ;-)

Yazı Tarihi: 10 Ekim 2008

Sabit telefonlarda ön numara

Telefonla aram iyi değildir pek.
Konuşmalarım hem az sayıda hem kısa sürelidir.
Bir tek kuzenimle konuşuruz diğerlerine göre daha uzunca. Onla da birkaç günde bir.
Yani telefon insanı değilimdir.

Hele hele son aylarda iyice duruma karşı yabanileştiğimi hissediyorum. Cep telefonum hayatımdan bütünüyle çıkmaya başladı. Çoğu zaman nerede olduğunu bile unutuyorum. Veya gün ortasında bir bakarım daha telefonu açmamışım.
Bazen de varlığını o kadar unutuyorum ki çalınca birden garipsiyorum ve huzursuz oluyorum.

Uzun lafın kısası bu sebeplerle telefon ücretlendirmelerinden ve tarifelerinden pek haberim yok. Hem ev hem cep telefonum otomatik ödemeye bağlı olduğundan fatura tutarlarını bile çok net bilmiyorum. Ay sonunda hesaplarımı kontrol ederken şöyle bir göz atıyorum ne kadar ödediğime o kadar....

Annem son bir kaç haftadır “1045”ten bahsediyordu bana.
Hem beni, hem yurtdışında yaşayan abimleri ararken numaranın önüne “1045” eklediğini söylüyor, benim de aynısını yapmamı salık veriyordu.
Daha önce yurtdışında bu tarz ön numaraların kullanıldığını ve tarifeyi çok ucuza çektiğini biliyordum ama az konuştuğumdan bu ön numaraya pek oralı olmadım.
Fakat yoğun televizyon reklam kampanyası ve gündem sebebiyle kayıtsız kalamadığımdan yavaş yavaş ben de bu numarayı tuşlayarak aramalarımı yapmaya başladım.
Üstelik bu servisi veren başka firmalar da varmış ve bu pazarın gelişmesiyle daha da olacağa benziyor.
Geçenlerde konuyla ilgili yazılan aşağıdaki haberi okuyunca olay hakkında bilgi sahibi oldum.
Yazıdan alıntıları aşağıya yapıştırıyorum, detay için link'i tıklayabilirsiniz.


http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10007329&yazarid=18

Sabit telefonda 'ön numara' 400 milyon dolarlık pazar yaratıyor

Uygulamada sabit hatlı telefondan yapılan uluslararası görüşmelerin dakikası 12.5 YKr'tan 5.5 YKr'a, cep telefonlarında ise dakikası 39.89 YKr'tan 19.9 YKr'a iniyor.

Alternatif operatörlerin uygulamaya koyduğu yeni tarafelerle şehirler ve milletlerarası görüşmelerin dakikası, KDV hariç 5.5 YKr'a kadar geriliyor.

Sabit hatlı telefonlardan yapılan aramalarda, alternatif operatörlerin 4 haneli (10XX) numaralarının başa eklenmesiyle gerçekleşen cep telefonu görüşmelerinde ise tarife, 19.9 YKr'a iniyor. Oysa, Türk Telekom'un sabit telefonlar üzerinden yapılan uluslararası görüşmelerde dakikada 12.5 YKr, şehirlerarası görüşmelerde ise 9.5 Ykr ödeniyor. Bu, cep telefonu aramalarında 39.9 YKr'a kadar çıkıyor.

5 firma rekabet ediyor. Bu kuruluşlardan Millenicom, 1045, Koçnet 1056, Turknet 1095, Doğan Telekom 1038, Superonline da 1099 numaraları üzerinden hizmet veriyor.

Doğan Telekom da ise işleyiş biraz farklı. Firma, 1038 numarasıyla sadece Smile ADSL abonelerine hizmet veriyor. Görüşme ücretleri ve Smile ADSL internet erişim ücreti de tek bir fatura ile aboneye ulaşıyor.

Hangi operatörde görüşme ne kadar

1045: Millenicom hizmeti olan 1045, şehirlerarası ve Avrupa Birliği ülkeleri, ABD, Kanada, Rusya ve Çin dahil 40'tan fazla ülkedeki ev ve iş telefonlarını dakikası 7 Kuruşa (KDV dahil, ÖİV hariç) aramak mümkün oluyor. Ev ve iş telefonunu kullanarak Türkiye'deki cep telefonlarını aramanın dakikasını ise (KDV dahil, ÖİV hariç) 25 Kuruş olarak faturalandırılıyor.

1095: Turknet hizmeti olan Netone Telekom'un 1095 ön numarasıyla ABD, Kanada, Rusya, Avusturya, Çin ve Almanya'yı aramanın dakikası, 6.9 kuruştan hesaplanıyor. Şehirlerarası ve Kuzey Kıbrıs aramalarında ise yüzde 19 oranında tasarruf sağlanıyor. Turkcell, Vodafone, Avea, Kuzey Kıbrıs Turkcell, Kuzey Kıbrıs Vodafone aramalarında standart tarifede dakikası 39.9 Ykr olan görüşme bedeli de 25 kuruşa düşüyor. Romanya, Gürcistan, Ermenistan, Lübnan, Pakistan, Irak da ise yüzde 50'ye varan fiyat avantajları kazanılıyor.

1056: Koçnet'in alternatif operatörü 1056 ön numarasıyla hizmet veriyor. Buna göre şehirlerarası aramaların dakikası vergiler hariç 6.2 Ykr, GSM numaralarını aramanın dakikası 25.7 Ykr, uluslararası aramalarda ABD ve Avrupa ülkeleri için aramanın dakikası ise 8.1 Ykr üzerinden faturalandırılıyor.

1038: Doğan Telekom Smile ADSL abonelerine 1038 ön numarasıyla sunduğu hizmetde ise şehirlerarası ve yurtdışı konuşma ücretlerinin dakikası 5.5 Ykr, cep telefonu görüşme bedelinin ise dakikası 19.9 Ykr olarak faturaya yansıyor. Faturayı, Türk Telekom değil, Smail ADSL düzenliyor.

1099: Superonline hizmeti olan 1099 ile aramalarda ABD, Almanya, Çin, Fransa, Hollanda, İngiltere, İtalya, Rusya, Bulgaristan'ı aramanın dakikası 6.8 Ykr, GSM operatörlerini aramanın dakikası 27 Ykr, şehirlerarası sabit hat aramanın dakikası ise 8.7 Ykr üzerinden hesaplanıyor.

Yazı Tarihi: 10 Ekim 2008

9 Ekim 2008 Perşembe

Ne zaman birşeye özenir bezenirsem bilin ki olay patlamaya mahkum.
Aksi görülmedi, yaşanmadı, ispatlayanı da bizzat alnından öperim.
Henüz bu kuralın şaşmışlığı yok.
Bir de bünyede heyecan varsa seyreyleyin cümbüşü :-)

Hiç unutmam bir kere heyecandan ve aşktan öldüğüm bir anda tam da aklımdan onu geçirirken küt diye karşımda görmüştüm.
Hayalet mi gördüm sandım neyse artık bir anda beynim uçtu.
Beyin uçtuğuyla kalmadı aynı zamanda bir insanın kalbinin saniyenin yüzdebiri hızıyla nasıl ağzına gelebileceğini de bizzat yaşadım.
Böyle durumlarda; vücuttaki tüm dengemin sarsılmasından olsa gerek ilaveten bi de maksimum seviyede şuursuzluk yaşıyorum çoğunlukla.
Hiç kurtarır yanı yok anlayacağınız.

Yanımdan geçerken “Selam, naber?” gibilerinden birşey söyledi.
Ben daha cevap veremeden de –beni giderken görmüştü- “erken gidiyorsun” gibi bişeyler...

Göya karizma takılıcam ya, heyecanımı sesime yansıtmıycam çok “cool”um ya ama o esnada bunlar kafadan altyazı geçiyor diye doğallıktan eser kalmadı ya...
“İRMİK” dedim cevap olarak düşünebiliyormusunuz?
Ama herhangi bir irmik değil, dünyanın en bed, en tiz, en cibiliyetsiz, karaktersiz, neydüğü belirsiz ses tonu ile.
Hiiiiii....
“irmik” ya, bu nasıl bir cevap, neresinden toplarsın? :-(
Yer yarılsa da içine girsem....

***
Yer yarıldı mı, ben n'oldum, irmik n'oldu, bir daha görüştük mü, şimdi bunları buraya niye yazdım...?
Hepsinin cevabı yine burada, pek yakında.
Yazmaya devam edeceğim... ;-)

Yazı tarihi: 09 Ekim 2008
Not. Fark ettiyseniz yazım şu an 'başlıksız'. Hele bir tüm yazı çıksın, başlığını da o zaman bulur yazarız.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Şehre caz geldi duyuyor musunuz?


Televizyonda seyretme şansınız oldu mu bilmiyorum ama hala izlemediyseniz de bir süre daha devam edeceği için Akbank'ın sponsorluğundaki 18. Uluslararası Caz Festivali'nin reklam filmini izlemenizi kuvvetle öneriyorum.

Ben bayıldımmm.

Piyano yaya kaldırımları, davul çöp bidonları ve daha benzer birsürü görsellik çok yaratıcı ve şehrin caz hali konsepti ile çok uyumlu.
Bütünlük ve sanatsallık harikaaaaa. Arka fondaki caz tınısı enfes.

Ayrıca çok eğlenceli ve izlettirici.

Şimdi burada daha fazla anlatmayayım ama cazın sesi ve Akbank'ın yenilikçi gücünü sergilemek için biçilmiş kaftan.

Neyse, reklam bir yana şehre böylesine güzel bir Caz Festivali gelmesi hayli keyifli.
İstanbul yaşamaya, nefes almaya, şehri bizlere yaşatarak kendine hayran bırakmaya devam ediyor.
Caz geliyor; İstanbul değişiyor. Ben de bu değişimin bir parçası olma çabamla, en istediğim konser olan "Ron Carter" konserine az önce bilet aldım.
" Tüm zamanların en iyi caz müzisyenlerinden biri olarak kabul edilen ve 60’lı yıllardan bu yana dünya çapında tanınan bascı ve viyolonselist Ron Carter, hafızanızdan silinmeyecek bir performans için Akbank 18. Caz Festivali’nde olacak "olarak tanıtımı verilen Ron Carter'ın konseri 18 Ekim Cumartesi Cemal Reşit Rey'de performe edilecek.

Bu yıl cazın tüm ustaları şehrin büyülü mekanlarında izlenebilecek.

Şehre caz geliyor...
ve ben de sizlere caz dolu günler diliyor.


Festival ve programı hakkında detaylı bilgi edinmek istiyorsanız:


Akbank 18. Uluslararası Caz festivali, her yıl olduğu gibi bu yıl da caz müziğinin ustalarını ve yeni sanatçıları şehrin büyülü mekanlarında cazseverlerle buluşturuyor. Caz geliyor; İstanbul değişiyor. Bu değişimin bir parçası olmanız dileğiyle, caz dolu günler...
Stephan Micus
30 yıl boyunca Amerika, Avrupa ve Asya’da yüzlerce konser veren Stephan Micus’un, bir müzik seyyahının geleneksel ezgileri kalıplarının dışına çıkaran performansına hazır olun.
Akbank 18. Caz Festivali: I Led 3 Lives
I Led 3 Lives’ın şiddetli, hoş, gürültülü, özgür ve güzel olarak tanımlanabilecek müziğine hazır olun!
Çıplak Ayaklı Kontes; Rhoda Scott
Sanatçı orgun başına ilk oturduğu andan itibaren pedallarına çıplak ayakla bastığından ‘Çıplak Ayak Kontes’ lakabıyla anılıyor.
Akbank 18. Caz Festivali: Smadj feat. Ibrahim Malouf & Talvin Singh
Doğru zamanda doğru yerde yakalanan sessizlik ya da sesi bularak tatlı, melodik, romantik son derece ağır tempoda ilerleyen müzikleriyle gönülleri fethediyor.
James Carter
Hiçbir caz stilinin taklidi olmayan yeteneği ile James Carter caz Festivali'nde...
Ron Carter
Tüm zamanların en iyi caz müzisyenlerinden biri olarak kabul edilen ve 60’lı yıllardan bu yana dünya çapında tanınan bascı ve viyolonselist Ron Carter, hafızanızdan silinmeyecek bir performans için Akbank 18. Caz Festivali’nde olacak.

AYA İRİNİ MÜZESİ PROGRAMI
Bu yıl da Akbank Caz Festivali'nin açılışına evsahipliği yapacak olan Aya İrini caz dünyasının iki önemli ismi "Stephan Micus" ve "Rhoda Scott"u ağırlayacak. ...
AYA İRİNİ MÜZESİ PROGRAMI
Bu yıl da Akbank Caz Festivali'nin açılışına evsahipliği yapacak olan Aya İrini caz dünyasının iki önemli ismi "Stephan Micus" ve "Rhoda Scott"u ağırlayacak.
CEMAL REŞİT REY PROGRAMI
Festivalin önemli konser merkezlerinden biri de Cemal Reşit Rey Konser Salonu. Mekan bu yıl "James Carter Quintet", "Tomasz Stanko Band", "Jason Moran & The Bandwagon" ve "Ron Carter 'Dear Miles'”...
CEMAL REŞİT REY PROGRAMI
Festivalin önemli konser merkezlerinden biri de Cemal Reşit Rey Konser Salonu. Mekan bu yıl "James Carter Quintet", "Tomasz Stanko Band", "Jason Moran & The Bandwagon" ve "Ron Carter 'Dear Miles'” konserlerine evsahipliği yapacak.
BABYLON PROGRAMI
Babylon festival boyunca yine çok hareketli olacak. Cazın önemli isimlerini ağırlamanın yanı sıra, farklı projelere, cazın diğer müzik türleriyle harmanladığı konserlere, partilere de evsahipliği yapa...
BABYLON PROGRAMI
Babylon festival boyunca yine çok hareketli olacak. Cazın önemli isimlerini ağırlamanın yanı sıra, farklı projelere, cazın diğer müzik türleriyle harmanladığı konserlere, partilere de evsahipliği yapacak olan Babylon festival süresinde festivalin sesini şehre yansıtacak.
GHETTO
Festivalin yeni mekanı Ghetto'da, kökenlerine olan bağlılığıyla tanınan, dünya müziğinin önemli isimlerinden Bonga cazseverlerle buluşacak....
GHETTO
Festivalin yeni mekanı Ghetto'da, kökenlerine olan bağlılığıyla tanınan, dünya müziğinin önemli isimlerinden Bonga cazseverlerle buluşacak.
TALİMHANE TİYATROSU PROGRAMI
Festivalin yeni mekanı Talimhane Tiyatrosu "Büyükberber – Klein Electro Acoustic Duo", "Şenol Küçükyıldırım – Ways" ve "Jonas Knutsson Quartet" konserlerine evsahipliği yapacak....
TALİMHANE TİYATROSU PROGRAMI
Festivalin yeni mekanı Talimhane Tiyatrosu "Büyükberber – Klein Electro Acoustic Duo", "Şenol Küçükyıldırım – Ways" ve "Jonas Knutsson Quartet" konserlerine evsahipliği yapacak.

Yazı Tarihi: 08 Ekim 2008

Maximum Cardio


Oh be nihayet başladık.
2008-2009 kış sezonuna yani. Beni tanımayanlar öğrenci veya eğitimci olduğumu düşünebilir şimdi. Yok öyle düşünmeyim, değilim.
Sezon dediğim eğitim-öğretim sezonu değil, bizzat hayatın ta kendisinin sezonu.
Fark ettim ki artık hayatlarımız sezonlara göre yön alıyor.
Şahsen ben yaz sezonumda daha avare bi insan oluyorum.
Tamam yazın çalışmıyor değilim ama ister istemez tempo daha düşük oluyor. İşimin tabiatı zaten öyle; birlikte iş yaptığım firmalardaki tüm kontaktlarım tatilde oluyor, e otomatikman işler azalıyor.
Yaz boyunca, 12 ay yaptığım sporumu da aksatmamaya özen gösteriyorum fakat araya giren tatiller ve katılmazsam gönül koyan :-) şehirdeki sosyal aktiviteler düzeni bozduğundan motivasyon haliyle azalıyor.
Üstelik yazın spor salonlarındaki grup derslerinin birçoğu da kalkıyor veya devam edenlere katılım çok azaldığından ‘görsel katılım’ın pek de ötesine gidilemiyor.

Yaz tatiliydi, sonrasında Ramazan’dı, Şeker Bayramı’ydı derken avareliği bir türlü sonlandıramamıştık.
Şimdi hepsinin bitmesiyle nihayet bu hafta başında kış sezonunu açabildik.
Bendeniz spor tutkunu biri olarak yaklaşık 12 yaşımdan beri düzenli olarak spor yapıyorum...
En yoğun ve yorgun olduğum zamanlarda bile sporu hayatımdan çıkarmamaya çabalıyorum ki beni yukarı taşıyabilecek birşey olsun.
Nice sürünerek girdiğim spor antremanlarımdan maraton koşacak kadar enerjik çıktığımı bilirim. Yıllardır tecrübe ettiğim bu deneyimde yine bilirim ki esas olay hep o ‘gitmek’tedir. Oraya gitmek her zaman, herkes için zordur.
Bir kere spor salonuna girip, üzerini değiştirebilirsen gerisi kolay, devamı gelir...

Spor salonları pek çok farklı alternatifler sunarak sporu bizler için zevkli hale getirmeye çalışıyor. Eğer spor yapmak istiyor ama motivasyon eksikliği veya üşengeçlik veya tembellik yaşıyorsanız grup egzersizleri tam da bu noktada imdadınıza yetişiyor.
Tek başına yapılan sporun çok daha üzerinde motive edici, sonuç odaklı ve etkili oluyor.
Zevkinize, ihtiyacınıza ve modunuza göre hangi çeşit derse girmek istediğinizi seçtikten sonra zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile.
Sakin bir gününüzse yogayla zihin ve beden dinginliğine, deli bir gününüzse de Cardio dersleriyle enerjinizin dibine kadar gidebiliyorsunuz.

Yaklaşık 4 senedir üyesi olduğum ve birçok hizmetinden oldukça memnun kalarak devam ettiğim ‘Hillside City Club’bu hafta başında 2008-2009 kış sezonu derslerini başlattı.
Ve ben de bu Salı akşamı ilk dersi yapılan sezonun en yeni dersini kaçırmadım tabi ki.
Dersin adı: “Maximum Cardio”
Adından da anlaşılacağı üzere yüksek tempolu, cardio bazlı bir ders.
Maximum hareket, maximum tepinmece, maximum t-shirt ıslatmaca.
Ağırlık, bosu ve glide (2 ayağınızın altına yerleştirdiğiniz 10 cm çapındaki kaygan bir materyal-bu sayede zeminde çok hızlı ve kayarak hareket ediyorsunuz) ile yapılan ileri seviye bir ders.

Bu ilk ders alıştırma/ ısındırma mahiyetinde olmasına rağmen dersin eğitmeni Erhan Hoca bizdeki cardio/ nabız durumunu tavan yaptırdı.Dersin temposunda hoca her ne kadar önemli bir etken olsa da esas belirleyici katılımcılar.
Her ne kadar kalp atışlarımız kulaklarımızdan çıktıysa da eski kurtların hamlığı-ben gibi- ve yeni gelenlerin düşük temposu sebebiyle bu ilk ders önümüzdeki hedefler düşünüldüğünde biraz light kaldı.
Bana sezon boyunca yakamı rahat bırakmayacağı sinyallerini veren sakat sol dizim ve problemli her iki ayağıma rağmen yine de kendi adıma iyi bir ders çıkardım diyebilirim.
Önümüzdeki derslerin daha tempolu geçeceğine eminim.
Ders sonunda Erhan hoca’ya bu dersi haftada 2 istediğimizi söyledim.
“Ekip oturursa neden olmasın” dedi.
Ben istedim, o da neden olmasın dedi de, bu derse de 2 kere gelirsem sırf Hillside’da haftada 5, +1 Cumartesi sabahı outdoor sporumla da haftada 6 spor yapmış olacağım ki, adama yuh derler, başka hayatın yok mu senin? :-)
Hadi bakalım hayırlısı, hoş geldin 2008-2009 kışı. Bakalım benim için ne planların var...

Yazı Tarihi: 08 Ekim 2008

Evlilik Yıldönümü


Bugün 08 Ekim.
08 Ekim 2008.
Babam hala yaşıyor olsaydı bugün anne ve babamın evlilik yıldönümlerinin tam 41. yılı olacaktı.
Dile kolay kocaaaa kırkbir yıl. Bir ilişki için bir ömür, bir ömür için sadece bir dönem.
Kadere karşı çıkılmıyor, olacakla öleceğin önüne geçilmiyor.
Babam 5 yıl önce bizlere ve bu hayata veda etmeden sonsuzluğa gittiğinden beri annem zor günler geçiriyor.
Kabullenemedi, toparlanamadı.
Fiziki ve ruh sağlığı, görünüşü, hayat sevinci bir anda uçtu gitti...
Bu sene Ekim ayının başından beri de oldukça gergin ve keyifsiz.
2 gün sonra yani 10 Ekim doğumgünü.
Aslında 10 Ekim’de evlenmek istemişler ama o gün dolu olduğu için Evlendirme Dairesi 2 gün önce evlenmek isteyip istemeyeceklerini sormuş.
Annem de “önce olsun da sonra olmasın, 2 gün sonrasını bile bekleyemem” demiş.
Bir arkadaşları tanıştırmış ve güzel bir flört döneminden sonra büyük aşkla evlenmişler.
41 yıl önce bugün ”İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta…Ölüm bizi ayırana dek...” diyerek de yemin etmiş ve birbirleriyle hayatlarını birleştirmişler.

Allah’ın yazgısını sorgulamak bize düşmez ama babamın yokluğunu hissettiğim ve onu gün be gün daha çok özlediğim her an ömrümün sonuna kadar bu özlemle nasıl başa çıkabileceğimi kendime sormadan edemiyorum.

Avuntum; onunla ilgili tüm hatıralarımın çok güzel, sevgi dolu ve onun kızı olmakla gurur duyabileceğim kadar onur verici olmaları.
Ayrıca onu daha küçük yaşta kaybetmiş olsaydım belki de yaşadıklarımız ve hatırlayacaklarım daha az olacaktı, şimdi o kadar çok paha biçilmez anım var ki....

Bu özel günde evlilik yıldönümlerini artık kutlayamasak da iyi ki evlenmişler diye düşündüğümü dillendirmenin bir zararı olmadığı görüşündeyim.
İyi ki evlenmişler ve iyi ki beni ve abimi dünyaya getirmişler.

Evlilik ve aile bana göre h@l@ bu dünyadaki en kutsal, en güzel şeylerden biri...

Yazı tarihi: 08 Ekim 2008

6 Ekim 2008 Pazartesi

Ey Aşk sen nelere kadirsin!

Dün uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla buluştum/k.
Buluşma öncesi telefonlaşmamızda bize vereceği yeni ve güzel müjdeleri olduğunu, buluşmamızın eğlenceli geçeceğini söyledi.

Çok sık görüşmediğimiz ama görüşünce saatlerce susmadığımız, sırayla incik-cıncık herşeyimizi birbirimize anlattığımız, gürültümüzün sesinden etrafın belli bir zaman sonra cık-cıklamaya başladığı, bizim de kahkahalarımızdan tüm göz makyajımızın aktığı ve 90,000 mekik çekmişcesine karınlarımızın kasıldığı arkadaşlıklar, buluşmalar bizim yaşadığımız.
Dün, ilk kez bu kadar spontan bir şekilde 1 saat sonra buluşmak üzere karar verdiğimizde karanlık ve yağmurlu Pazar öğleden sonram birden bire ışıklandı.
Buluşunca önce çok kabaca genel havadisler, hava ve yol durumu, yemek siparişi ve benzeri gereksiz detayları hallederek esas muhabbetin sahasını temizledik.
Hiç bölünmeden, araya reklam almadan sahneyi yalınca konu kahramanına bırakmayı istiyorduk.

Ve beklenen an geldi. Bizimki ısındıra ısındıra konuya girmeye başladı.
Hoş, gözlerini ilk gördüğümüzde uzun zamandır olmayan ama şimdi güneşe eş parıltısı ile ufukta sağlam bir aşk olduğunu sözlerini duymadan önce de anlamıştık zaten.
“Harika bir şey yaşıyorum, aslında hep hayalini kurduğum, kafamda yarattığım, dualarıma koyduğum ve istediğim gibi birine aşık oldum; o da bana, o kadar mutluyum ve o kadar güzel bir ilişki yaşıyoruz ki uçacak gibiyim. Sanki o hep hayatımda vardı ve doğru zamanda o hayatın içine sızıvererek beni kanatlandırdı...”
Benzer cümleleri peşisıra birbirini izledi. Yaptıkları en basit, doğal ve hayatın içinden herhangi birşeyi o kadar güzel anlatıyordu ki elimiz çenemizde, ağzımız kulaklarımızda kaç saat onu öyle dinledik farkında bile değilim.
Sözleri, gözleri, eli, kolu, saçı, başı hep saf aşk konuşuyordu, aşk kokuyordu, aşk parıldıyordu.
İçinde karamsarlıktan, korkudan, yılmışlıktan, yorgunluktan, endişeden, soru işaretlerinden eser yoktu.
“Ben”den, “bize” geçmişti.
Ve önündeki yaşayacağı güzel günler, tatil planları, yurt dışı gezileri, akşam yemekleri, birlikte yapılacak kültürel ve spor aktiviteleri, izlenilecek filmler, ev oturmaları, yeni mekan keşifleri, kış konserleri, önce bizler sonra diğer arkadaş, eş-dost, aile-akrabalarla tanıştırma seremonilerinin ve daha nicelerinin sabırsızlığı ve heyecanıyla hayat doluydu.
Dolu dolu, uçuş uçuş, sim gibiydi...
Anlatacakları bitmiyor, ışıltısı eksilmiyordu.

Yaşadığı aşk; kendini de, ruhunu da, gönlünü de *Fibonacci Serisi gibi öncesindeki herşeyi toplayarak, arttırarak güzelleştirmişti.

Canım arkadaşımın anlattıkları uzun süredir bu konuya dair yitirmiş olduğumuz inancımızı geri getirerek kelebek vadisi aşklarının sadece romanlarda değil gerçek hayatta da hala yaşanabilir olduğunun kanıtı oldu bize.

Kaynatmamız sırasında ne güzel bir coşku yaşadık anlatamam.
Ve bu halimiz acayip hoşuma gitti.

***
Aynı günün sabahında bir gazetenin Pazar ekinde okuduğum köşe yazısı dünyanın en yakışıklı adamlarından biri olan Lost’ün ünlü aktörü Sawyer'in -Josh Hollaway- kendisi kadar hoş bulunmayan karısına olan aşkını didik didik ediyordu.
Gazeteci trikleriyle adamı tongaya düşürerek ağzından falsolu bir laf yakalanmaya çalışılıyordu.
Hani ona bütün dünya hayran ya nasıl olur da o kendisi kadar etkileyici olmayan karısına o kadar aşık ve sadık olabilirdi...?
Adam karısın bayıldığı özelliklerini sıralarken öyle cevaplar vermiş ki bana göre okuyan herkesi küt diye vuracak kadar doyurucuydu.
Dediklerini aşağıdaki paragrafta aynen yazıyorum:
Karım vitrin eşi değil. O tutkulu bir kadın. Ve basiretli. Ve müthiş bir muhakeme yeteneği var. Bir de onurlu. Ve adaletli. Böyle söylemek tuhaf olacak ama onun sayesinde ben daha iyi bir insan oldum. Daha dürüst, daha onurlu bir adam...”

Bu sözleri söylemekten ve söyletmekten daha gurur verici kaç hissiyat var tadılabilecek, ben bilmiyorum :-)

Aşk, kapılarını açana verdiği erdemle nice nişanlar yüklüyor elini değdiklerine...
Alıp başımızı göğe, onurumuzu, gururumuzu, yaşam heyecanımızı, anlamlarımızı ve alınlarımızı arşa değdiyor karşılıklı yaşandığında.

İsteyen istemeyen, şimdiye kadar tadan tatmayan herkeslere en güzelinden, enfes bir aşk diliyorum.
Ne diyelim, inşallah diyelim....

* Fibonacci Serisi: Kendisinden önceki 2 sayıyı toplayan seri

Yazı tarihi: 06 Ekim 2008

Rahmet

04 Ekim’de Şemdinli’nin Aktütün köyündeki karakol saldırısında vatanı uğruna şehit düşen 15 askerimiz ve üç çocuğu ile birlikte Edremit’te kamp çadırının sele kapılması sonucu hayatını kaybeden Kemer Country’nin sahibi Esat Edin için tarif edilemez bir üzüntü içerisindeyim. Hepsine Allah’tan rahmet, geride kalanlarına sabırlar diliyorum.

Yazı Tarihi: 06 Ekim 2008

Not: Bugün(07 Ekim'de) verilen haberlerde kayıp olan 2 askerin de şehit düştüğünün bilgisi verildi. Böylelikle şehit asker sayısı 17'ye yükseldi.

2 Ekim 2008 Perşembe

'Secure Drive Shuttle' fiyaskosu!



www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)

Yeni yazım çok yakında burada...

Eğer siz daha önce 'Secure Drive Shuttle'i duymadıysanız, ben yazımı yazana kadar, aşağıda adresini verdiğim web sitesinden ön bilgi edinebilirsiniz.

http://www.securedrive.com.tr/

Yok, 'uğraştırma beni elin web siteleri ile diyorsanız' merak etmeyin, sadık bir müşterinin ağzından gerekli bilgilendirmeleri çok yakında burada okuyabileceksiniz.

Bis dann Aufwiedersehen ;-)
Yazı Tarihi: 02 Ekim 2008

Ve işte yukarıdaki 'teaser'dan sonra yazdığım yazımı aşağıdaki satırlarda okuyabilirsiniz.

www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)

***
Çogu zaman okuduğum, izledigim, seyrettigim şeylerde sevdiğim, sevmediğim, daha iyi olmasını istediğim konular hakkında görüşlerimi iletmeyi seviyorum.
Kendim de eleştiri almayı seviyorum. Bu sayede insan kendi kabından çıkarak başkalarının gözüyle bakmayı bir nebze de olsun başarabiliyor.
Ayrıca eleştiri esnasında objektif olmayı başarabilirse -ki bunun çok zor olduğunu biliyorum- kendine birçok yeni yollar açarak ufkuna ışık tutabiliyor.
Yukarıdaki intro’mdan anlayacağınız üzere bu yazımda “Secure Drive” adlı firmanın verdiği havaalanı transfer hizmetinden bahsederek iyi-kötü yanlarıyla eleştirmeye çalışacağım.

Bildiğiniz gibi son birkaç senedir havayolu taşımacılığında Türk Hava Yolları tekelinin sonlanıp rakip firmaların sektöre girmesiyle bu alandaki rekabet ciddi anlamda kızıştı.
Bu rekabetin sonucunda bilet fiyatları dip yaptı. Bununla birlikte diğer ulaşım yollarındaki şirketler de fiyatlarını aşağıya çekmek zorunda kaldılar.
Ve biz bunca zamandır ne kadar pahalıya hizmet aldığımıza mı yoksa şu an ne kadar ucuza gidebildiğimize mi daha çok şaşıracağımızı bilemedik.

Hem bu sayede hem de yeni birçok rotanın açılması sebebiyle birçok Türk vatandaşı uçak ile tanıştı. Daha önce tanışıklığı olanlar ise kullanım tercihlerini diğer yollardan havayollarına kaydırarak neredeyse aynı fiyata uçar hale geldiler.
Üstüne üstlük uçuş ve kredi kartı programlarının mil kazandırma fırsatları sayesinde uçuş masraflarını bedavaya getirenlerin sayısında da ciddi artış oldu.
Ben de hem işim icabı bu sektörün içinde hem de mil puanlara duyarlı bir tüketici olarak seyahat programlarımda ucuz uçak biletlerinin cazibesine çoğunlukla kapılır ve bu şekilde seyahat etmeyi tercih eder oldum.
Burası işin güzel tarafı.

Yalnız havayolu ulaşımında –hele hele sıklıkla gidiyorsanız- değinilmesi gereken başka bir konu daha var ki bunun hesaplı bilet fiyatlarına sekte vurabilecek nitelikte bir sorun olduğu görüşündeyim.
Bu sorunun havaalanına ulaşımdaki zorluklar olduğunu söyleyebiliriz.
Eğer gece tarifesine kalmışsanız veya tek arabaya sığmayacak kadar kalabalıksanız taksi kullanımı hesaplı olamıyor.
Kendi otomobiliniz ile gider ve aracınızı havaalanına park etmek isterseniz 3 günden fazla kaldığınız takdirde otopark ücretleri el yakıyor.
Otomobilini başka birine emanet etmek istemeyenler için yine kredi kartlarının sunduğu Vale hizmeti de bir çözüm oluşturamıyor.
Birinin sizi her seferinde alıp bırakması veya yurtdışındaki gibi kolay, çabuk ve rahatça sizi alana ulaştıracak toplu taşıma araçlarının mevcudiyeti de söz konusu değilse ufağından birazcık içiniz şişiveriyor.
Ama durun şişmeyin.
İşte tam da bu noktada Secure Drive’in transfer hizmeti yardımınıza hızır gibi yetişiyor.

Son model Volkswagen Transporter marka araçları tertemiz, klimalı ve konforlu.
Şoförlerinin hemen hemen hepsi inanılmayacak kadar güzel, bilinçli ve edepli araba kullanıyorlar.
Üstün değerlerde kibar, saygılı ve nazikler. Her durumda hadlerini bilerek “müşteri velinimetimizdir” ve “müşteri her zaman haklıdır” düsturuyla hizmet veriyorlar.
Arabaları ve huyları gibi kendileri de temizler :-)
Ana harterlere hakimler ama bilmedikleri detay noktalar için navigasyon cihazından yardım alıyorlar veya gerekirse sürekli kontakt halinde oldukları İstanbul merkeze bağlanarak adres hakkında süpervizörlük alıyorlar.
Araçta ben şimdiye kadar genellikle tek kişi olarak yolculuk ettim ama 2, bilemediniz 3-4 kişiden daha fazlasını almıyorlar.
Bu servisi kullanan tüm müşterilerin sosyal statüleri yüksek, profilleri düzgün kişiler.
Ücretler tek kişiyseniz taksiye göre daha uygun. 2 veya daha çok kişiyseniz ucuz bile denilebilir. Üstelik taksilerdeki gibi gece 12’den sonra farklı bir tarife uygulanmıyor.
Bence bu hizmette kontrolü en zor değişken zaman.
Özellikle İstanbul’daki öngörüsü sağlanamaz trafik ve de maalesef ki henüz zaman ve toplumun diğer fertlerine saygı kavramı yeteri kadar oluşamamış diğer müşterilere rağmen bu konuda şaşırtıcı derecede başarılılar.
Sizi adresinizden alıp havaalanına götüreceklerse 1 gece önceden cep telefonunuza sms gönderiyorlar ve saniyesini şaşırmadan verdikleri saatte kapınızda oluyorlar.
Havaalanından karşılanacaksanız da valizini aldıktan sonra Call Center’larını arıyorsunuz ve 5-10 dakika içinde sizi alıyorlar.
Bu hizmet İstanbul, İzmir ve Ankara’da veriliyor.
Ben her 3 ili de sıklıkla kullanıyorum.
İstanbul trafiği ve mesafaleri ve İzmir’de özellikle İzmir-Çeşme ulaşımları için bu hizmet ballı börek.
Saydığım bunca olumlu tarafıyla birlikte Ankara koordinasyonunda ciddi problem var.
Özellikle havaalanından karşılanacaksanız her seferinde mutlaka çok rötarlı olarak teşrif edebiliyorlar.
En son geçtiğimiz Şeker Bayramı için gittiğim yolculuğumda İst. Sabiha Gökçen’den Esenboğa’ya 35 dakikada inmemize rağmen alanda bu servisi tam 50 dakika bekledim.
Üstelik Ankara’da yaşadığım bu kabül edilemez ölçülerdeki rötar ilk de değildi. 3’te 3 yapmışlardı.
Bu gidişimde Ankara’da yetişmem gereken bir yer olduğundan -valiz bile beklememek için- el bagajı almış, üstüm başım ve topuklu ayakkabılarımla hazır halde uçaktan inmiştim. Ve indiğim gibi de Shuttle’i aradım.
Aracın alanda hazır olduğunu, 5 dakika içerisinde bana yönlendireceklerini belirttiler.
Bu konuşma üzerine ben de alandan çıkarak kapıda beklemeye başladım. Topuklu ayakkabılarım ve birbirinden ağır 2 el valizim ile birlikte Ankara’nın kararmış ve buz kesmiş akşam soğuğunda...
Bana söylenilen 5 dakika tam 45 dakika olmuştu ve Secure Drive hala ufukta bile yoktu.
Beklemem esnasında arayarak aracın hala gelmediğimi söylediğimde hemen nerede olduğunu öğrenerek bana bilgi vereceklerini belirtmelerine rağmen ne bir daha arayan oldu ne de ekranlarında gözüken cep telefonumu açan.
Ankara’da yaşadığım 3.gecikmede çok net olarak bildiğim gibi 3.kez aynı davranışı sergilemişlerdi. Müşteriye eksik hizmet verdiklerinde ulaşılamaz olmayı erdem saydıklarından olsa gerek...
Tüm satırlarda okuduğunuz üzere bunca zamandır oldukça beğenerek hizmet aldığım Secure Drive firması Ankara servislerindeki düzeltemedikleri sorun sebebiyle oldukça düşük not alıyor.
Bu sebeple ben şu anda Secure Drive’i size methedip, yermekle
Tavsiye edip, şikayet etmekle
Onu hayatımda tutup, çıkartmakla
Hala sevip, kızmak arasında kararsızım.
Bu eleştirimde de yeteri kadar objektif olup olmadığımdan da emin değilim.
Belki de insana hizmet veren bir serviste insani duygularımın işin içine karışması çok da abesle iştigal değil, ne dersiniz?

www.NeVital.com (Hayat nefes, hayat nefis...)

Yazı Tarihi: 04 Ekim 2008

1 Ekim 2008 Çarşamba

Hillside Trio'da Çamur Eğitimi


15 Aralık 2007’de Hillside Trio’da Çamur Eğitimi’ne katıldım. Böylelikle uzun zamandır aklımda ve yapılacaklar listemde olan Avanos’ta çarkla çanak-çömlek yapma hevesimi bir nebze de olsa köreltebildim.
Kütahya Üniversitesi’nde öğrenci olan eğitmenlerimiz Murat ve Duygu çalısacağımız malzemeleri hazırlamış ve bize getirmişlerdi.
Öncelikle üzerinde çalışacağımız ‘Rölyef’lerimizi yani sert ve deforme olmayacak 45x35cm’lik dikdörtgen ve içine su geçirmemesi için üzeri çöp torbası ile kaplanmış tahtalarımızı verdiler.
Çamurun dışarı taşmaması için etrafı çerçevelenmiş bu rölyeflerimizin üzerine bir hayli sert ve kıvamı yoğun olan çamurlarımızı bütünden kopartarak yaymaya başladık. Yayma sırasında çamuru hava almayacak şekilde yerleştirmek önemli çünkü hava alan çamur fırınlanma esnasında çatlıyor ve çirkin bir görüntüye sebep oluyor.
Çamur tüm rölyefe yayıldıktan sonra hava almayacak kadar sıkı yerleşmesi için avucunuzun alt kısmı ile yumruklanıyor.
Daha sonra düz bir yüzeye sahip olması için demir testereden kesilme bir parça ile rölyefin üstü sıfırlanıyor.
Bu işlemden sonra calışmanızı yüzey üzerinde yükseltme veya çökertme tekniği ile şekillendirebiliyorsunuz.

Burada işin en güzel tarafı yapıp-bozup-yeniden yapmanın çok zevkli ve kolay olması.
Kaba çalışmanız bittikten sonra ‘Modelaj Kalemleri’ ile çok ince detaylara girebiliyorsunuz.
Bu da bitince nemli bir bezle üzerini örterek 3 hafta kadar oda sıcaklığında bekletiliyor.
4-5. günler civarı isterseniz müdahele edilerek üzerinde minor değişiklikler yapılabiliniyor. 3.haftanın sonunda renkli boyalarla sırlanarak 1050 C’de fırına giriyor.
Sonrasında ne çıkacak, işte onu ben de çok merak ediyorum...
Yazı Tarihi: 15 Aralık 2007

Hillside Trio'da Çini Eğitimi


08 Aralık 2007’de Hillside Trio’da bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olan Çini Sanatı’nın Eğitimi’ne katıldım.
Kil ve toprağın fırınlanarak bir nevi tabak haline getirildikten sonraki adı: ‘Bisküvi’. Çalısacağınızı desenler daha önceden parşomen kağıtlara çıkarılıyor. Bu parşomenleri bisküvinizin üzerine yerleştiriyorsunuz. Üzerinden de kalın kadın çorabının içerisine konulmuş kömür tozları ile baskı geçerek deseni bisküvinize çıkarıyorsunuz. Desen çıktıktan sonra eşek kılından yapılmış incecik fırça ile desenlerin etrafından kontör geçiyorsunuz. Yalnız, kontör deyip geçemiyorsunuz :-) Bunun da bir tekniği var. Çizim yapmadığınız eliniz ile bisküvinizin tam altından kavrayıp sadece bir yanı masaya temas edecek şekilde sürekli havada tutuyorsunuz. Çizim yaptığınız elinizin küçük parmağını bisküvinin üzerine denge sağlaması ve titremeyi engellemek için dik olarak koyuyorsunuz. Kontörleri çizmeye mutlaka merkezden başlayıp kendinize doğru çekiyorsunuz. Bu kurallara uyarak fırçayı kaldırmamak ve tek hamlede bitirmek esas olan. Bence en zor kısmı da bu çünkü tek hamlede bitirebilmek için hem elinizin çok yatkın olması hem de fırçanıza alacaganız boyanın miktarini ve kıvamını çok iyi ayarlamaniz gerekiyor. Boyayı çok alırsanız çizginiz kalın oluyor, az alınca da tamamlamaya yetmiyor.
Kontörleme bittikten sonra desenlerin içini renklendiriyorsunuz.
Renklendirme için özel bir fırça kullanılıyor. Fırçanın tam ortasındaki kıllar etrafındakilere göre yaklaşık yarım cm. daha uzun.Bu uzun tarafla desenin üst kısmına boyayı koyup titreterek sonuna kadar indiriyorsunuz. Dalgalı olmaması için de daha ince bir çalışmayla ikinci katı geçiyorsunuz.
En hassas renk kırmızı çünkü kırmızıyı diğer renklerden farklı olarak sulandırmadan ‘sek’ kullanıyorsunuz ve hemen kuruyor. Ayrica siyah kontörleri kapatabilen tek renk kırmızı. Bu yüzden kırmızı en son kullanılıyor. Yalnız bisküviler sırlanıp fırınlandıktan sonra o an gözükenden çok farklı renkler çıkabiliyor.
Boyama bittikten sonra bisküviler sırlanıyor.
Sır hem yüksek ısıda boyaların toprak içine karışarak pişmesini engelliyor hem de yüzeye parlaklık katıyor.
Yaklaşık 900C’lik fırında 8 saat pişen bisküviler sonrasında sanat eseriniz ortaya çıkıyor.
Biz de yaptıklarımızı Kütahya Üniversitesi’nde okuyan eğitmenlerimize verdik. Haftaya pişmiş olarak alacağız, bakalım ne çıkacak.
Ayrica yanımıza yedek bisküvi, desen, kömür tozu ve boya verdiler. Sevdim bu işi, evde çalışmalarıma devam edeceğim :-)

Yazı Tarihi: 9 Aralık 2007