31 Ocak 2010 Pazar

Bu hayatta ne yaparsanız kendinize!

Kaç yıl geçtiğini bile hatırlayamayacağım kadar uzun zaman önce Ankara Büyük Tiyatro'da Cüneyt Gökçer 'li "Damdaki Kemancı"yı izlemiştim.
Müzikali hayalmeyal hatırlıyorum ama duygularımı bugün gibi net; olağanüstüydü, enfesti, etkileyiciydi, sanattı.
Ondan birkaç sene sonra da New York'ta Broadway'de yine aynı müzikali (Fiddler on the Roof ) izlemiş; ufkumu, sanat hayranlığımı ve ruhumu genişletmiştim.
Dünyamı, maneviyatımı sanatla beslemenin benim için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu bir kere daha hissetmiştim.
Ve yine yıllar sonra Ankara Şinasi Sahnesi'nde dev oyuncu, güzel kadın Ayten Gökçer 'i Maria Callas 'ın hayatının anlatıldığı tek kişilik muhteşem bir oyunda izlemiştim.
Tek kişilik oyun oynamak, salondaki onca seyirciyi birkaç saat boyunca bir başına sahneye çekmek zor iştir.
Ayten Gökçer'in kudretli oyunculuğu saatler boyunca tüm nefesleri Maria Callas'ta tutmaya muktedir olacak kadar kuvvetliydi. Bugün hala o göz dolduran oyunculuğu, sahnedeki hakimiyeti gözümün önünden gitmez.
*****
Benim de mezunu olduğum Bilkent Üniversitesi Türkiye'nin hiç tartışmasız en iyi üniversitelerinden biri.
Hatta dünyanın...
Cüneyt Gökçer, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nün kuruculuğunu ve bölüm başkanlığını yapmıştır.
Nurlar içinde yatsın...
*****
Ankara'ya her geldiğimde yıllardır tiyatro/opera/baleye gidememenin eksikliğini hissediyordum.
Sonunda, kuzenim Gonca ikimize bir tiyatro oyunu için bilet almıştı.
Oyun önce çocuk oyunu olarak planlanmış fakat sonra büyüklerin de zevkle izleyebileceği bir kurguya büründürülmüştü.
Hiç farketmez, Ankara'da tiyatroysa ne olursa giderim.
Haftaiçi sabah 11'de, Çayyolu'ndaki yeni açılan Cüneyt Gökçer sahnesinde, "Narnia Günlükleri" ne gidiyorduk.
Bir gece önce Gonca, Ceyda ve ben Avatar'a gitmiş, dönüşünde Gonca bizde kalmıştı.
Tiyatro sabahı ikimizde de bir heyecan, bir süs püs sormayın gitsin.
Çünkü öyledir, yani öyleydi.
Ankara'da tiyatroya şık gidilir, kokular sürülür, zarif olunur, özenilirdi.
"Prömiyer" ve "Gala" kavramları vardır Ankara'da.
Çırağan'da 5 yıldızlı düğünden daha özeldir, fiyakalıdır, elittir.
Güzel gidersiniz oralara, şık olursunuz, kadife kırmızı halılardan koltuğunuza oturup o büyülü perde açıldığında oyuncularla gözgöze gelirsiniz.
Onlar sizi tanır, siz onları.
Ses tonları, haykırışları, içli içli ağlayışları, histerik gülme krizleri diken diken yapar sizi. Oturduğunuz yerden çoktaaan havalanır sahnenin içine girip o tozları yutmaya başlamışsınızdır bile siz farkına varmadan...
Şimdi hepimiz Behlül'le Bihter'i tanıyor, onların salınışlarını oyunculuk zannediyoruz ya oyunculuğun asıl master'ı boynuzlu koca Adnan- Selçuk Yöntem -dir.
Daha küçük, küçücük bir kızken hayran kalmıştım ben ona.
"Deli Dumrul" u sahneliyorlardı.
Bir değil, iki değil, üç değil defalarca gitmiştim o oyuna.
Çoğu zaman en önde en ortada otururdum, burunlarının dibinde, gördükleri ilk yerde.
Tabii o zamanlar internetten satış falan hak getire. Bilet çıkacağı ilk gün kar kış demeden gişeler açılmadan önünde dikilirdim en önden bilet almaya, onların şıpır şıpır damlayan terlerinin üzerime düşecek kadar yakınlarında olmaya.
Oyuncuların nefeslerini, mimiklerini, seyirciye çaktırmadan yaptıkları sahne içi laflamalarını, şakalaşmalarını, bakışmalarını yakalamaya.
Hayır ömrümde hiç tiyatroda oynamadım, özel bir hevesim/isteğim de hiçbir zaman olmadı bunun için.
Benim sevdiğim onların bana verdikleri hayat, benim onlara verdiğim ruhumu işleyerek, besleyerek, çoğaltarak geri bana teslim etmeleriydi.
Hepsi o kadar...
ve bu "hepsi" dünyalar kadar...
*****
"Deli Dumrul" un kadrosunda dikkat çeken, enerjisiyle yerinde duramayan bir oyuncu/dansçıydı Sabri Özmener. 
Sabri Özmener, Hakan Vanlı, Ege Aydan, Semih Sergen'in oğulları Burak ve Toprak Sergen, Özlem Ersönmez, Tülay Bursa ve yılların gençleştirdiği muhteşem oyuncu Zerrin Tekindor(Aşk-ı Memnu'nun Matmazel'i) ve daha isimlerini şu an hatırlayamadığım bir dolu müthiş oyuncu aynı ekiptendi.
Hepsi birbirinden başarılı, birbirinden etkileyici oyunculardı.
Her oyundan önce heyecanla aldığım ve bugün itinayla koleksiyonumda sakladığım oyun programlarında bu oyunculardan birkaç tanesinin adını mutlaka görürdüm.
Tanıdık sesler, bildik mimikler, harika duruşlar ve her seferinde yeni bir dünyaya onlarla girmek nasıl da ılık bir duygu yaşatırdı, memnun edici...
Cuma akşamları oyun çıkışı yukarıdaki listede yazdığım enerjisi içine sığmayan bir grup oyuncu Çevre Sokak'taki Replik Bar'a giderlerdi.
Orası sanatçıların mekanıydı.
Ben o zamanlar yaşım tutmadığı için ağabeyimin kalabalık grubu içinde kaynar, aradan sızardım bu bar alemine.
Yok böyle bir eğlence, böyle tadında bir gece hayatı, deşarj olma, mutlu olma halleri.

Şimdi -nerdeyse hepimizin tanıdığı- şarkıcı Pamela (Spence) o zamanlar Replik'te şarkı söyleyen gencecik bir kız.
Siz bakmayın bu sıralar rocker ayaklarında, bileğinde deri bilekliklerle falan takıldığına...
O zamanlar yıkılıyoooo.
Ama ne güzellik o öyle, o ne seksilik...

Nefes kesici.
Tam bir afet.
Sahneye çıkıyor.
Herkes tıp. Çıt yok.

Onun yaptığına şarkı söylemek falan değil; erkek cinsini toplu hipnotize etmek denirdi.
Hatta kadınları da.
Barın üzerine çıkıp, tek elini tavana yaslayıp bir "Black Velvet" söyleyişi vardı ki offff.
Ben ömrümde sakilleşmeden ve ucuzlaşmadan dişiliğini böyle etkileyici kullanan, bu kadar yüksek seksapeli olan birini daha görmedim, helal olsun.
*****
Yıllaarr sonra Narnia Günlükleri'nde Sabri Özmener'i görünce o yıllara geri gittim.
Sabri "Bay Kunduz"u oynuyordu. Rolü gereği üzerinde kaba, kocaman bir kunduz kostümü vardı.
Siyah beyaz kırçıllı.
Uzatılmış saçları ve sakalı da siyah beyazdı.
Zor tanıdım.
Sesini ve el hareketlerini bu kadar iyi bilmesem uzun süre tanıyamazdım belki de.
Ve yine en ön en ortada oturmasam, gözlerini bu kadar yakından görmesem uzaktan çıkaramayabilirdim.
*****
"Narnia Günlükleri " tek kelimeyle "mükemmel" bir oyundu.
Evet çocuk oyunu ama ben bayıldım.
Dekor, kostümler, müzik, kalabalık ve genç oyuncu kadrosu, konunun şekerliği, oyuncuların enerjisi yıldızlı pekiyiydi.
Ankara'da iseniz sezon kapanmadan bu oyuna mutlaka gidin. Çocukluysanız da çocuğunuzla birlikte bu oyuna illa ki gidin.
*****
Oyun bitti, ben yine ayakta avuçlarım kızarana kadar alkışladım.
Oyun sonrası Gonca'nın arkadaşı olan oyuncu Ünsal Coşar'ı tebriğe kulise gittik.
Bunca yıllık tiyatro seyirciliğime rağmen ilk kez bir kulise giriyorum.
Ünsal hoca bizi alarak Sabri'nin yanına götürdü.
"Vayyy be..." dedim kendi kendime.
Aradan uzun yıllar geçse de, insan gönül gözüyle sevdiklerine karşı duygularını kaybetmiyormuş.
Sabri'nin göz kenarları ve alnı kırışmış, saçları ve sakalları beyazlamış, oldukça da kilo almıştı.
Olsun, umrumda mı?
Hiç değil, hiç farketmez...
Umurumda olmaz...
Bir insanla ruhun bütünleşmesi, hayattaki duruşuna hayran olma, aklını sevme, onun aurasının gizemine kapılma, onu ayakta alkışlama, hem sen hem o bir dolu evreleri atlatıp faz değiştirdikten sonra bile aynı paydada buluşabilme, kısacık bir konuşmada bile kendini iyi hissetme, yukarılara çıkabilme alın çizgilerinin ne kadar gerisinde kalabilir ki?
Kalamaz, kalmamalı.
"Kalabilir"le şekillenenler ahmaklıktan öteye gidemeyenlerdir.
Evet fiziksel beğeni, çarpılma, tersyüz olma çok önemli, olmazsa olmaz.
Ve fakat bir insanı tanımak, onu tanıdıktan, dünyasına girdikten sonra iki ters bir düz olmak, her geçen gün onunla yenilenmek, kendine ve hayata olan bağıyla seni bağlamasına izin vermektir gerçek olan.
Sevme, sevilme, beğenme, beğenilme, anlama, anlaşılma duygularını aşkla, ateşle gün ışığına kavuşturan bunlardır...

Gurur verici, doyurucu olan budur.
Aksi zavallılık, sığlık olur.
Bu sığlığa düştüğünde kurtuluşun yoktur; bi bakarsın ki ormanlar kralı aslanken oluvermişsin herkese madara olan daldan dala atlayan şempanze :D
Bugünlerde bir spor araba, eli ayağı düzgünce bir vitrin ve refah düzeyini yukarı taşıyan herkese yanayakıla aşık oluyor ya genç kızlarımız...
"Hey haaattt" diyorum, tamam sizde bir sinek kadar akıl yok amma o koca koca insancıklara acımayla karışık üzülüyor insan.
Gelin buyrun Ankara'ya, siz ve ben gidelim birlikte Sabri'nin bir oyununa dolambaçlı da olsa anlarsınız belki nasıl pejmürde bir hayatın peşinde olduğunuzu!
Öteki mi?
Ona denilecek tek şey var;
"Aşk mı?"
"Sevsinler..." ;))

Nes, kendimce

Yazı tarihi: 31 Ocak 2010

26 Ocak 2010 Salı

Bir avuç mavi gökyüzü

Sabahın şafakla yarışan kör vakti.
Ankara'da Sibirya'dan mı Alaska'dan mı nerdense geldiği belli olmayan dondurucu bir soğuk.
Huhhh yapıyorsun nefesin havadayken buz oluyor ve çıtır çıtır kırılarak yere dökülüyor.
Ocak ayının yirmibeşinci günü.
Yıl ikibinon.
Uyandım ama fiziken, sadece fiziken, beyin takımı komple uyumaya devam ediyor.
Birden dank ediyor.
"Uyan kızım, kendine gel, bugün önemli bir gün" diyorum.
Edison'un ambulü gibi klikkkk ederek ışıyorum.
Yüzünü yıka, çayını koy, kahvaltını et, o sırada sabah haberlerini izle, gazeteye şööyle bir göz at.
Evet hava soğuk ama ben daha da soğuğum, pardon soğukkanlığım ya günlük rutini bozmamaya çalışıyorum.
Hesapta "cool" takılıyorum.
Fakat soğukkanlılıkla ağırkanlılığı karıştırıyorum besbelli.
Bir yavaşlık bir yavaşlık...
Yok, soğukkanlılık, cool'luk falan işe yaramıyor.
Etrafa belki ama kendime yediremiyorum numaramı.
Basbaya, eşek gibi heyecanlıyım, içim zangır zangır titriyor.
*****
4.kat 2410 no'lu odaya kendimi içeri atarcasına giriyorum.
Ohhh daha burada, henüz gitmemiş.
Hemen yoklama alıyorum. Tamam, yoklama tamam, herkes burada.
Kalabalığız, kalabalık bir aileyiz, hepimiz burada olmalıydık, işte burada hazıroldayız.
Kimse -güya- birbirine çaktırmıyor ama ortamda felaket bir gerginlik var.
Havada elektrik asılı.
Birbirini tenhada kıstıran herkes "çok korkuyorum, çok heyecanlıyım" diyor, tırnaklarını kemiriyor.
Odaya girer girmez yüzünde güller açıyor, televole esprileri yapılıyor.
*****
Salağım, salağım, salağım!!!
Otoparka bile inerken fotoğraf makinemi yanıma alan ben bugün almamışım. Kafamı nerelere vurayım!!!
Bu anlar, bu hayatta bir kez yaşanan özel dakikalar fotoğraf makinesiz nasıl olur??!! Yemin ederim kendime uçan kafa atmak istiyorum.
*****
Zapzayıffff ve acayip şeker bir kadın odaya giriyor.
Bizler gibi donuk değil sahici sahici gülümsüyor.
Sıcacık bir tebessümü var.
Hemen kendinizi eline bırakmak istiyorsunuz.
Narkozist olduğunu söylüyor ve anne adayına doğumu nasıl yapmak istediğini soruyor.
Epiduralli sezeryan için hazırlıklar başlatılıyor.
Doğumhaneye götürülüyor, epidurali takılmış olarak geri odaya getiriliyor.
"It's a boy" yazan mavi süslemeli kapı, oğluşumuzun tek tek mavi tüllerle sarılmış çikolata dolu süslü sepeti, yine çok süslü ve şık tüllere konulmuş -benim en bayıldığım- küçük lavanta keseleri, camdan dışarı bakarak gözyaşlarını gizlemeye çalışan anne adayının annesi, gözgöze gelmemeye çalışan kardeşler, kuzenler, yeşil  bonesini takılırken anne adayı ve volta atarken baba adayı vs. hepsi doğum fotoğrafçımız Ahu tarafından kare kare çekiliyor.
Ve doğumu yaptıracak hocamız geliyor.
Hazır olup olmadığımızı soruyor.
Nefesler tutuluyor. Ve fakat bir daha bırakılamıyor.
Tamamen şuursuz olan baba adayı doğuma girip giremeyeceğini soruyor. Üstelik handy-cam'le.
"Tabii girebilirsin" diye sırtını sıvazlıyor doktor bey. Kalantor ve aceleci bir adam. Hemen gidiyor.
"Tamam aşkım yanındayım" diye uyuşmaya başlayan kuzenimin elini tutuyor baba adayı.
Surat bildiğiniz kireç beyazı.
Bi kireç, bi domates, bi patlıcana çalıyor damat bey.
Hastabakıcılar geliyor, yataktan alıp hoooop sedyeye koyuyorlar ve biz daha ne olduğumuzu anlamadan odadan götürüyorlar.
Artık kimse kendini tutamıyor, koyveriyor.
En çok anneler ağlıyor, ben yine en ağlamak istediğim yerde donup kalıyorum.
Baba adayının tek eli sevgilisinde, tek elinde kamera -bence tavanı çekiyor- koştur koştur sedyenin hızına yetişmeye çalışıyor.
Dualar, "Allah'a emanetler", "Allah kurtarsınlar", "seni çok seviyoruzlar", el sallamalar ve yutkunmalar...
*****
Onlar gözden kaybolunca herkes birbirine sarılıyor ve başlıyor hıçkıra hıçkıra ağlamaya.
İsterseniz burada bir es verelim. Sizinle birlikte başa gidelim.
Evet biz de tipik bir Türk ailesiyiz ama olay bu kadar basit değil.
Yaşadığımız sadece normal bir doğum anı endişesinden ibaret değil.
*****
Sevgili kuzenimin bu 6. gebeliği.
Diğer 5 tanesinden biri 7.ayında ölü olarak doğurtturuldu.
Allah düşmanımın başına vermesin, bununla imtihan ettiklerine de şifa ve sabır versin, zor bir durum.
Ne kuzenimin kendisinde, ne eşinde herhangi bir kalıtsal sebep olmamasına rağmen ve daha önce ailelerinde kimsede olmamasına rağmen bebekleri "down sendromlu" oluyordu.
Yüzlerce tahlil, muayene, ultrason, yöntem, tedavi, test, iğne, kan, ağrı, aşı, sancı, acı, dert, sıkıntı, hayal ve hayalkırıklığı...
Senelerdir devam eden bu dipsiz süreç.
Her bir umudun sonunda maddi manevi büyük bir yıkım.
Üstelik baba adayı Irak'ta çalışıyor.
Hanımını çok seven ve üzerine titreyen bir eşin telefonun ucundaki çaresizliği.
Birbirleriyle tek kuvvet, tek vücut oluşları, birbirlerine kenetlenişleri, web-cam'den konuştukları şafağı söken geceleri, sonu olmayan sevgileri, umutları ve içlerindeki sınırsız Allah inançları, tevekkülleri.
Hikayelerinin içinde adım adım yaşarken de şimdi satır satır yazarken de tüylerim diken diken oldu.
Ve işte yaklaşık 5 sene süren, tıp dünyasının bile çaresiz kaldığı bu mücadelenin sonunda bu sabah onları doğumhaneye uğurlarken akıttığımız gözyaşlarımızın sulugözlülükten değil de canımızın tam içinden aktığını artık söylememe gerek yok sanırım.
*****
Evet bu sefer tüm testler, ultrasonlar, amniyosentezler herşey yolunda gitmişti ama...
...ama insan bu bilinmezliğe aklının sözünü geçirebilseydi insan olmazdı ya...
*****
20 dakika sonra, hemşirenin kollarında mavi bir ışık geldi odamıza.
Sapasağlam, demir gibi, pamuk gibi, şeker gibi bir bebek Allah'a şükür :)
Herşey iyi, herşey normal, herşey yerinde...
Bi 20 dakika sonra da anneyi getirdiler.
O da çiçek gibi, nurlar içinde maşallah...
Emzirmesi için göğsüne yatırdılar bebeğini.
O an, işte o an... o cefakar annenin gözyaşları içinde oğlunu bağrına basarak koklaması...
...dünyanın en gerçek, en sınırsız, en emsalsiz sevgisi.
Allah isteyen herkese nasip etsin,
Allah yavrusunun kokusunu hiçbir annenin koynundan almasın.

Veee Mehmet Baran Özgen, dünyamıza, bize, yuvamıza hoşgeldin, hoşluklar getirdin.
Bahtın güzel olsun, Allah gönlünü dertte bırakmasın, anneni, babanı, sevdiklerini senden ayırmasın.
*****
Günün birinde anne olmak bana nasip olursa genel anestezi isterim diye düşünürdüm hep.
Bugün vazgeçtim; insanın içinden bir can çıkartması kadar mucivezi bir şey olamaz, bunu mutlaka görmeli, yaşamalı diye düşünüyorum.
Ve bebeği göğsüne koyduklarında canlı ve bu duygularının idrakında olmalısın.
Bugün başka bir fikrimi daha değiştirdim;
babaların doğuma girmesi taraftarı değildim.
O sahneyi görmenin onlara travma yaşatacağını düşündüğümden, onu kan tutacağını düşündüğümden, anneyi öyle acı çekerken görmek istemeyeceklerini düşündüğümden, sonrasında hani anlarsınız ya eski heyecanlarının kalmayacağını düşündüğümden...
Yanlışmışım, yanılmışım.
Şekilciymişim.
Çok yüzeysel düşünmüşüm.
Bu o kadar kuvvetli bir paylaşım ki esas babayı doğuma sokmamak ona büyük haksızlık olur.
Zaten araya perde konuluyor.
Baba arkaya geçiyor, elini tutuyor ve kulağına güzel şeyler söyleyerek seni rahatlatıyor.
Bir yaz akşamı, deniz kenarı bir barda senle flört eder gibi
Ve 9 ay boyunca içinde olan o minik şeyi karnından çıkarıp havada tuttuklarında seninle birlikte ağlıyor.
Seninle birlikte ilk kez sesini duyuyor.
Ve onunla birlikte harika bir iş çıkartıyorsun, yanyana duruyorsun.
Artık biliyorsun ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Hayatta bir kademe daha atlamış oluyorsun...
Tabii bu arada biraz kafayı da yiyorsun!

*****
Sevgili Mehmet Baran, güzel annesi ve güzel babası; karanlık bir 2009'dan sonra 2010'da gökyüzü oldunuz bize.
Bugün annemin sağlığıyla ilgili endişe verici sonuçlar almış olsam da bir kez daha anladım ki sen elinden gelen herşeyi yaptıktan sonra gerisi tevekkül...

Sevgiyle ve tevekkülle...

Nes, the Tevekkül

Yazı tarihi: 25 Ocak 2010

21 Ocak 2010 Perşembe

Hiç güzel hareketler değil bunlar

Serdar Turgut'u tanır mısınız?
Bir ara Hürriyet'te yazıyordu. Siyaset, ekonomi, life-style... özel bir konuya/tarza yoğunlaşmış değildi.
Bence yazıları acayip komikti.
Nükteli esprilerine, ince zekasına ve kalemine hayrandım.
Sürekli gözlerinin şehla olması ve karısı Rana ile ilgili harika espriler yapardı.
Hiçbir yazısını atladığımı, hiçbir yazısından sıkılıp yarım bıraktığımı bilmem.
Müptelasıydım.
Velhasılı Serdar Turgut okumak bir güzellikti benim için, kendim için.
Sonra Hürriyet'ten ayrıldı, Akşam'da yazmaya başladı.
"Akşam" sıklıkla okuduğum, kimi yazarlarını beğendiğim bir gazete olsa da diğerleri gibi günlük okuma alışkanlığım olduğunu söyleyebileceğim bir gazete değil.
Bir, iki derken baktım adamakıllı unutmuşum Serdar Turgut'u ve yazılarını.
Aralarda açıp okuduğumda da eski tadı vermez olmuş, anlaşılan birşeyler gitmiş; ya o ya ben değişmişiz bu süre zarfında.
Boşuna dememişler gözden uzak, gönülden uzak diye...
Sonra 31 Ekim 2009'da köşesinde yazdığı bir yazıda "Kürt kızı Rojin'i dağa kaldırıp seks kölesi yaparım" dedi ve tüm şimşekleri üzerine çekti.
Olmadı, bu laf ona yakışmadı.
Büyük bir gaftı.
Çevirmesi, geri dönüşü yoktu.
Ha nedir, ben hala Serdar Turgut'u okumaya ve akıllı bulmaya devam ediyorum, bu yaptığı salakçaydı o kadar...
*****
Çetin Altan.
Nasıl desem?...
Yok n'apsam ne etsem yeteri kadar diyemem.
Mevzu Çetin Altan olunca benim gibi dünkü çocukların yorum yazması pek bi haddini bilmezlik olur.
Herhangi bir yazısını 2 dakikada okuyorsam 20 saat kendime gelemiyorum.
Feci çarpıyor.
Her yazarın, düşünürün, üretenin gelebileceği son nokta o bence.
Bir tarih, bir çınar, yaşayan ve yürüyen google :)
Peki tüm bunlara rağmen nedir?
Hayır, her düşüncesiyle hemfikir değilim.
Ondan daha iyi bildiğimden mi? Elbette ki o da değil...
Ama şu üç kuruşluk hayatımda benim de kendime göre bir dünya görüşüm, az da olsa bildiklerim, inandıklarım, aile kültürüm var.
Olmazsa, kan tutmazsa tutmaz, zaman zaman Çetin Altan'a bile...
*****
Ertuğrul Özkök...
Hürriyet'in 20 yıldır Genel Yayın Yönetmeni(GYY) idi.
Geçenlerde görevinden ayrıldı.
Onun da yuhaladığım da ayakta alkışladığım da görüşleri, yazıları olmuştur.
Ama, amaaaa birşeyi var ki onun adına ben bile tevazu gösteremem:
"Pazar yazıları"
İnanılmaz...
Nefes nefese okuduğum
Her Pazar yazısında kalemine, yaşadıklarına, anlatıma hayran kaldığım.
Birçok satırını arşivime geçirdiğim, yeni bir dolu bilgi, kelime, deyiş öğrendiğim
veee artık beni biraz tanıdınız, bu kadar etkilendiysem duygu dünyamı tam 12'den vurduğu Pazar yazıları.
*****
Güneri Civaoğlu, Hasan Pulur, Taha Akyol, Can Dündar, Mehmet Ali Birant, Hurşit Güneş, Ece Temelkuran, Güngör Uras, Oktay Ekşi, Mehmet Yılmaz, Sedat Ergin, Ahmet Hakan, Yılmaz Özdil, Cüneyt Ülsever, Hadi Uluengin, Kanat Atkaya, Ayşe Böhürler, Fatoş Karahasan, Mehmet Barlas, Engin Ardıç, Nihal Bengisu Karaca, İclal Aydın, Hasan Bülent Kahraman, Nazlı Ilıcak, Yavuz Donat, Hasan Celal Güzel, Hakkı Devrim, Doğan Hızlan, Haşmet Babaoğlu, Hıncal Uluç, Mahfi Eğilmez, Figen Batur, Gila Benmayor, Mine Kırıkkanat, Nuray Mert... ve daha adını şu an hatırlayamadığım bir sürü yazar...
Olabildiğince takip etmeye çalıştığım bu yazarlarla görüş ayrılıklarım, farklı düşüncelerim illa ki var. Ve bundan tabii daha ne olabilir ki?
Hepsi nitelikli birer aydın, hepsi Türkçe'yi nefis kullanan insanlar.
*****
Birini bütünüyle sevmek ya da yaradılışındaki hiçbir şeyi sevmemek ancak gönül gözüyle bakıldığında olabiliyor sanırım. (Bu konuya girersek çıkamayız, bunu ayrı bir yazı konusu yapalım, bana hatırlatın olur mu?)
Diğerleri için tüm duyguları aynı bünyede toplayabiliyorsunuz. Birbirini ezmeyen, birbirine hükmetmeyen düşünceler...
Oluru var, gideri yok :)
*****
Yılmaz Erdoğan, Mustafa Erdoğan, Gülben Ergen...
Gelelim bu aynı familyadan olan 3 nadide sanatçımıza
Yok, yukarıdaki yazarlar gibi şimdi de takip ettiğim sanatçıları tek tek yazacak değilim.
Bu yazının fikri bu üç şahsiyetten çıktı fakat gördüğünüz üzere ben henüz girebiliyorum...
Sevenleri, beğenenleri varsa şimdiden kusura bakmasınlar ama benim bu üçüyle de aram hiç iyi değil.
Elbette onların da yaptıkları güzel işler vardır ki bunca hayranları, bunca tanınmışlıkları, populariteleri süregidiyor.
Misal Mustafa Erdoğan "Anadolu Ateşi" gibi eşi benzeri daha önce yapılmamış, yıllardır kendini geliştirerek büyük başarılara imza atan ve Türkiye'nin yurtdışındaki gururu olan olağanüstü bir işin yaratıcısı.
Şapka çıkarır, ayakta alkışlarım.
Tersine konuşanın alnını karışlarım.
Kişiliği, inançları, fikirleri, tavırları, bıçkın delikanlı, aşiret ağası nidaları bana terstir o ayrı.
Ve tencere kapak zevcesi Gülben Ergen.
Iyyyy adını bile duyunca tüylerim diken diken oluyor.
Girin google'a, yazın şımarık ve kendini beğenmiş, direkt karşınıza Gülben'i çıkartır.
İnsanların geçmişlerine bakmadan, kumaşlarına bakmadan herkesi aptal bir tek kendilerini zeki sanan kraliçe edalarına bürünmeleri beni çileden çıkarıyor.
Sözüm yok, kadın çok çalışkan, dur durak bilmiyor, sesini ve şarkıcılığını çok geliştirdi, üstelik cilveli, şen şakrak, oldukça güzel bir Türk kadını ama be güzelim neden kendi kulvarında koşmaz, hakettiğin saygıyı orda bileğin hakkıyla almazsın?!
Neden sürekli bel altı vurur, gündemde kalmak için milletin gözünü çıkartırsın?
Neden sürekli burun deliklerin şişik şişik gezer, gözlerinden hırs fışkırtırsın?
Neden iki bacağını kırıp biraz beyinin dizinin dibinde oturmaz da sürekli en şımarık halinle kahkahalar atar, atar ve tepemizin tasını attırırsın?
Bir diğer sevilmeyen giller ise abilerin abisi Mükremin Çıtır abisi.
Tamam, o, o zaman için iyi bir işti.
Halk sevdi, iyi tuttu, reytingleri yuttu ama devir değişti be Mükremin abi.
O dünya bitti, gitti, kül oldu.
Dağa kaçtı, kedi fareyi yedi, fare dağ doğurdu...
Di mi yani?
Artık diyorum, bu Mükremin Çıtır şanını yürütme sevdandan vazgeçip, şu herkeslere adından bile fenalık getiren deli saçması "çok saçma hareketler bunlar" durumlarını bitirsek diyorum.
Miadı doldu diyorum.
Etrafta kişiliğini bulmaya çalışan, tüm gün boş boş karşılarındaki aptal kutusuna bakıp ordan öğrendikleriyle erginleşmeye çalışan beyinler var.
Onlar da ana kuzusu
Yazık günah değil mi?
Sonra orda burda senin gibi ağır abilerin suratını avuçlayarak kedi yavrusu sevdiğini sanan ablalar,
bey abilerin omzuna kolunu atarak asker arkadaşıyla foto çektirdiğini sanarak gezinen yengeler,
masalar üstünde şıngır şıngır döktürüp gecenin bilmem kaçında zatıallerini Obama arayacağı için tek varlığı/şahsiyeti iphone'nunu elinden düşürmeyen gelincikler
ve bilumum "hiç de güzel hareketler değil bunlar" silsilesi içinde şaşkın şaşkın kıvranan nesiller yetişiyor.
Ben diyeceğimi dedim;
Bir insanın yaptığı bazı şeyler salakça olabilir, bu onu bütünüyle sevmek veya sevmemek sebebi olmayabilir
de....
Sen kendini düşün
Bu giller sizin bitirim gillere benzemez, adama yapıştı mı ne olduğunu anlamadan kancayı takar ocağına incir acağı dikerler valla
İşin günahı da sevabı da senin boynuna
Sonra senin gibi bitirim delikanlılara bi bakmışsın "yandı, bitti, kül olduuu" yoluna Niyazi olmuşlar
Geride ne "hareketi" kalmış, ne "çok güzel"i...
Geride kalan herşey sadece ama sadece Niyazi olmuş be Çıtır abi, ayıp olmuş, yazık olmuş, günah olmuş...

Nesss, the düşünen, düşündüğünü söyleyen

Yazı Tarihi: 21 Ocak 2010

19 Ocak 2010 Salı

Sevene kadar


Bu kızı sevip sevmediğimi bilmiyorum.
Henüz anlayamadım.
Onu da kendimi de...
Bir bakıyorum bir yazısını çok beğenmiş, okurken duygulanmış, uçmuşum...
Bir bakıyorum fazlasıyla içi boş, lakırdı, gündem yaratma sevdalısı diyerek yaftayı yapıştırmışım...
Bazen bazı hali tavrı snop, uçarı, fazlasıyla hodkam
Bazense alıp başını omzuma yaslayıp teselli etmek istiyorum "geçecek Ayşe hepsi geçecek, üzme kendini" diye...
Ayşe Özyılmazel'den bahsediyorum.
Sabah ve Günaydın'daki köşesi, Haşmet Babaoğlu ve Okan Bayülgen'in eski sevgilisi, Neco'nun kızı oluşu derken şimdilerde yaptığı ilk müzik albümüyle gündemde.
Türkçe radyo, hele hele Power Türk'ü dinliyorsanız sıklıkla gerçekten enerji dolu "Enerji" şarkısını duyuyorsunuzdur.
Kıza tüm burun kıvırma çabama rağmen itiraf etmeliyim ki şarkısı hiç fena değil.
Soğuk, kapalı, bunalım, uzun kış günlerinde çilekli meyve kokteyli gibi...
*****
Bu akşam tembelliğim üzerimde, canım hiçbir şey yapmak istemez öyleee camış camış otururken Tweeter'da Ayşe Özyılmazel'in Saba Tümer'in programına katılacağı tweet'ini gördüm.
Iyyy aman Allah'ım, hiç ama hiççç sevmiyorum şu Saba Tümer'i.
Resmen içinde pil var ve düğmesine basar basmaz gülen oyuncak bebekler gibi.
Her saniye, her şeye gülebiliyor kadın, tabi o garip sesler topluluğuna gülmek denirse.
O nasıl bir akortsuz kahkahadadır öyle.
Kadına yakışır mı hiç öyle 32 diş yüksek perde?
Nerede zarafetin, nerede gizemin, nerede dişiliğin, edan, cilven hani?
İnsanı kahkaha atmaktan soğutuyorlar.
Nasıl bir frapanlık, nasıl ekrana yakışmamak, nasıl gereksizlik, nasıl nasıl nasıl...
Kadın herşeye rağmen reyting rekorları kırıyor ya ben anlamıyorum bu işi.
E o zaman adama ne derler?
"Sen git derdini Marko Paşa'ya anlat" derler.
Neyse biz bırakalım Marko Paşa'yı da kendimize dönelim.
Dedim ya biz de pek matah sayılmayız, camışlık diz boyu, zarafet merafet hak getire bu akşam özelinde.
Bahsettiğim özrüm itibariyle aktualite seviyem en direkt serbest vuruşla Saba Tümer'in programına zaplattı beni bile.
Program konuğu Ayşe.
5, 10, 15 dakika derken sohbet baya sarmaya başladı beni.
Evet kız çok şımarık ve evet yukarıda söylediklerimin hala arkasındayım snop, hodkam, kimi zaman gereksiz...
ama bir şeytan tüyü var çeken beni kendine
Bir kere süper komik
Kendiyle ve yaşadıklarıyla harika dalga geçiyor
Kadınlığını iyi kullanıyor
"Yandım, bittim, acıdan kavruldum, kül oldum" diyor ama bunu arabesk değil Sezen Aksu diliyle söylüyor.
"Beni mahfetti o aşk, entrikalar, stratejiler, oyunlar kahretti" diyor yine de "ocağın yansın, kurşunlara gelesin" demiyor.
"Yeni bir aşka yelken açtım" diyor yine de eski aşkının büyüklüğünü, önemini, özelini, ezelini inkar etmiyor.
"O iz içimde ömür boyu kalsa da ben yeniden ayağa kalkmayı, başkasına güvenmeyi, huzur bulmayı ve mutlu olmayı becereceğim" diyor.
"Çünkü ben bunu hakediyorum. Çünkü ben bütünüm ve tamım. Ben kendimi seviyorum. Ve ben başkasına ihtiyaç duymadan güzelim ve değerliyim" diyor.
Ve başlıyor bir şarkısını okumaya.
Sözlerini duydukça " Vaayyy be, beni anlatsa bu kadarını yazamazdı" diye içimden geçiriyorum.
Kahkahasına feci tilt olduğum başka biri; Hıncal Uluç bakın neler yazmış bu şarkıyla ilgili:


Ayşe'nin hem sözünü yazıp, hem müziğini yaptığı "Sevene kadar" hani nasıl derler, damardan vurdu beni..
"Neden değilim kimsenin
Değilim kimseli.
Çoktan gitmişsin sen benden
Çok olmuş biz, biteli.."
"Yanlış" dedim Ayşe'ye.. "Yanlış.. O gitti diye, 'Biz' bitmez.. Biz içinde yaşar insanın.. İki kişi gerekmez biz olmak için.. Onu tek başına sen yaratırsın.. Bu yüzden, o gitse de, geride 'Ben' kalmaz, 'Biz' kalır hâlâ.. O yüzden kimsenin olamazsın.. O yüzden kimseli olamazsın, bir türlü.. Uzun sürer o bizi çıkarıp atmak.. Yıllar sürer bazen.. O sürdükçe de, bir başka 'Biz'e yer olmaz ki.. Biz bitmez ki!.."
Ayşe gözlerime baktı.. Ne dediğimi, niye dediğimi ikimiz de biliyorduk..
"Haklısın" dedi, çıktı, gitti...


Kahkahasını ve kendini hiç sevmesem de bu akşam içime su serpti, camışlığıma tercüman oldu Hıncal Uluç, teşekkür ederim.
Ve sana da teşekkür ederim Ayşe, her ne kadar şımarık olsan da enerjini sevdim, aldım kabül ettim, aldım kabül ettim, aldım kabül ettim; ben de güzelim, bütünüm ve değerliyim!
Siz de...


Ness, the Güzel :)
Yazı Tarihi: 18 Ocak 2010

16 Ocak 2010 Cumartesi

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti, Pehhh!

Bugün 16 Ocak 2010.
İstanbul bugünden sonra 1 yıl boyunca Avrupa'nın kültür başkenti olacak(mış)!
Okuyorum okuyorum bu cümle bana bişey ifade etmiyor.
Hani bazen hiç beklemediğiniz bir anda sizi çok sevindiren ya da tam tersi çok üzen birşey görürsünüz, gözlerinize inanamazsınız, şoke olur, "kal gelir", gözün gördüğünü beyin algılayamaz, aradaki bağlantı kopar, kablolar yanar, öyle boş boş, seme seme bakarsınız ya benimkisi de o hesap.
Cümleyi okudukça semeliğim artıyor.
Okumayı yeni öğrenmişler gibi kelime kelime gitmeyi deniyorum;
İstanbul 2010 Avrupa kültür başkenti
İstanbul
2010
Avrupa
Kültür
Başkenti

Vallahi de olmuyor, billahi de olmuyor.
Tık yok
En ufak bir ışık bile yok.
Soğuktan belki de...
Yollar kapandı, arıza ekipleri yolda kaldı, trafolar patladı, tüm beyne elektrik gitmiyor ve bu arızanın ne kadar daha devam edeceği bilinemiyor.
Önümüzdeki bir yıl boyunca giderilmesi olası gözükmüyor.
Arıza çok ciddi.
Allah şehirdekilerin yardımcı olsun.
Bu durum hiç ama hiç parlak gözükmüyor.
*****
Derdimi anladınız değil mi?
Tarkan konseri, Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ve devlet büyüklerimizin değerli teşrifleri, Haliç'te deniz üstünden Pekin Olimpiyatları ekibi olan Fransız EF grubunca hazırlanan ışık gösterisi, 7 büyük noktadaki etkinlikler, havai fişekler onlar bunlar...
*****
Taksim'de yıllar boyu yapılmaya çalışan yeni yıl kutlamalarında çıkan olayları, Avrupa'lı kızlara layık görülen muameleleri hepimiz biliyoruz değil mi?
E napalım kocccaaaa İstanbul'un, hani şu Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul'un başka meydanı mı var? Serseriler, tinerciler, gidecek başka yeri olmayan ayaktakımı, eğlenmeyi içmek, kopmak ve şuursuzca kendinden geçmek olarak bilen berduşlar, kazık kadar olduğu halde okumak için eline aldığı tek şey abuk sabuk dergiler olan, kendi pis, ağzı pis, beyni pis olan reziller,  sanattan, kültürden, dünyadan, spordan, kibarlıktan, adamlıktan zerre kadar haberi olmayan varoşlar...
Daha hangi birini sayayım, halimizi kimlere anlatayım, ne diyeyim...
Şu anda kendime kızıyorum, bu yazıyı yazmaya harcadığım vakti heder ettiğime...
Neymiş efendim?
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olacak(mış)
Şaşalı gösteriler oluyormuş.
Bir cumartesi günü, zaten bal gibi akan İstanbul trafiğinde birsürü ana harter kapalıymış.
Google bile bugün logosunu Boğaziçi Köprüsü ve Kız Kulesi yapmış.
Logonun üzerine tıklayınca bütün haberler dökülüyormuş.
Mış, muş, müş...
Biz de inandık.
Adama ne derler biliyor musunuz?
"Git bu zırvalıklarını başkasına anlat. Komik oluyorsun.
Şimdi hadi ordan, yıkıl karşımdan!"
*****
Aşağıda Hürriyet yazarlarından Mehmet Y.Yılmaz'ın harika bir yazısı var. (Selam yalnızlık, ben geldim )

Lütfen okuyun, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.
(Yazının başları bana Jack London'un Ateş Yakmak kitabını, sonları ise İstanbul'un kültür başkenti oluşunu düşündürdü!)


 http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13491933.asp?yazarid=148

Selam yalnızlık, ben geldim!

GEÇEN cumartesi günü 66 derece 32 dakika 35 saniye kuzeydeydim.
Yani Kuzey Kutup Dairesi üzerinde!
Kimseyi ve özellikle Ertuğrul Özkök’ü kıskandırmak için söylemiyorum ki eşsiz bir deneyimdi.
Çocukluğumda kutupların keşfini ve kâşifleri büyük bir merakla okumuştum. Benimkisi onlara benzemiyordu tabii.
Uçakla önce Helsinki’ye, sonra Rovaniemi’ye uçtum, bir dört çekerli araç ile yarım saat yol aldım, sonra da Huskylerin çektiği bir kızak ile 2 saate yakın yol aldım ve oradaydım!
Issızlığın, sessizliğin ve uçsuz bucaksız bir buz tabakasının ne anlama geldiğini de orada anladım. Elbette gerçek soğuk havanın ne demek olduğunu da!
Sıfırın altında 32 dereceye dayanmak üzere tasarlanmış titanyum giysilerim ve botlarımın içinde titrediğimi, ayak parmaklarımı hissedemez hale geldiğimi de söylemeliyim.

Ama çok güzeldi.

Bu günlerde orada güneş bizim bildiğimiz anlamda doğmuyor. Güneş varken bir “alacakaranlık” yaşanıyor ve o da ancak dört saat kadar sürüyor, gerisi zifiri karanlık!
O karanlığın içinde bir bilinmeze doğru sürüklendiğini hissediyor insan. Köpeklerin havlamalarını, kızağın altında ezilen buzun sesini duyuyor ve yüzünüzde rüzgârı hissedebiliyorsunuz sadece.
Benim gibi yalnızlığı ve ıssızlığı seven bir insan için bile fazlasıyla boş bir evrenin içindeymiş gibisiniz.
Teknolojinin son ürünü giysilerimin içinde sadece 2 saatte hissettiklerimi anlatabilmem çok zor. Keşke iyi bir yazar olsaydım ve anlatabilseydim.
Kutupları keşfe çıkanlar bu yolculuğu haftalarca yaptılar. Üzerlerinde sadece ayaklarına ve vücutlarına doladıkları hayvan postlarıyla hem de!

Kutup kâşiflerine hayrandım zaten, bu yolculuktan sonra bir kez daha arttı hayranlığım ve saygım. Bilindik turistik rotalardan sıkıldıysanız, bu deneyimi yaşamanızı öneririm.
İnsanın kafasındaki her türlü problemi unutup, sadece doğa ile mücadele ettiği bir yolculuk bu.
Elbette “turistik” yönleri de var. Günümüz ekonomik gerçeklerinin dayattığı bir kaçınılmazlık bu. Ama her halde dünyanın herhangi bir yerinde plastik sandalyelerde oturup, sıradan yemekler yemekten daha ilginç bir yolculuktu!

Noel Baba’yı buzlara hapsetmişler!

LAPONYA’nın en büyük kenti Rovaniemi yakınlarında Noel Baba’nın “köyü” var.
Bir postane, hediyelik eşyalar satan mağazalar, kahveler ve Noel Baba’nın evinden oluşan bir tür “Disneyland” bu. İçeri girerken biletleri satan genç kadın onların deyişiyle Santa Claus’u tanıyıp tanımadığımı sordu. “Kendisini tanırım. Antalya’dan hemşerim olur, bizim Demre’dendir” diye yanıtladım, mavi gözleriyle boş boş bakmakla yetindi.

O güzelim Akdeniz kentinde doğan bir insana “ev” olarak eksi 27 derecede yaşanan bir yerin seçilmiş olmasına üzüldüğümü söylemeliyim
.

Bu da kültür emperyalizminin bir başka sonucu! Zavallı Noel Baba’ya kimse sormamış tabii nerede yaşamak istediğini.
Sahip olduğumuz şeylerin değerini bilemiyor ve kullanamıyor olmamızın bir örneği daha diye düşündüm.
Buzlar içindeki o küçücük köyün postanesinden her sene 12 milyon mektup postaya veriliyor. 10 Euro’dan çarpıp, işin hacmini siz bulun isterseniz.

Ve bizim Demre’nin Belediye Başkanı’nın yakınmalarını hatırladım. Turistler gelip, Noel Baba’nın doğduğu yeri görüp, beş kuruş bırakmadan gidiyorlar diye yakınıyordu.
İşini bilen buzlardan bile para kazanıyor, işini bilmeyen o şahane Demre’de meteliğe kurşun atıyor!


Yazı tarihi: 16 Ocak 2010
Nessy, the kültürzede

Not: Ben yukardaki yazımı 16 Ocak'ta yazdıktan sonra ertesi gün müthiş yazar Yılmaz Özdil  tırışkadan teyyare başlıklı "cuk" bir yazı yazmış. Ellerin dert görmesin Yılmaz ağabey, ellerinden öperim :))

14 Ocak 2010 Perşembe

Bedestenler, duygular, gerçekler ve galiba saçmalıklar...

Havada egzotizm bulutu asılı.
Müthiş etkileyici bir yer.
Benzersiz.
Adrenalin uçuşuyor.
Herkesin gözü ışıl ışıl.
Mistisizm sınır tanımıyor.
Dünyanın merkezinde,
başdöndürücü bir habitat burası.
360 derece bir kamera seni merkeze alarak hayatı etrafında dönüyor.
Ağır ağır...
Görüntüler silik, yüzler kayıyor, sesler uğultulu ve ekolu sanki yüzyıllar öncesinden geliyor.
Hepsi içiçe geçmiş...
Durduğun noktadan önüne, arkana, sağına, soluna hele hele yukarıya tavana bakınca ne kadar küçük olduğunu hissediyorsun.
Dev bir labirent, dev bir kalp, dev bir beynin içindeyiz.
O nasıl bir ihtişam, ne heybet!
Gözlerini kapatsan bile bu yüzyıllık tavanın haşmetini aklından silemiyorsun...
Sen saydamlaşıyorsun üzerinden ruhlar, insanlar, bin yıllık hayaller ve yaşamlar geçiyor.
Kımıldayamıyorsun, yalnızca hissediyorsun.
Gitsen, hep gitsen bile yine de burada kalmak istiyorsun.
Bir yanda herşey yavaş, ağır çekim, sindire sindire...
Diğer yanda, etraftaki enerji aklını başından alıp seni ışık hızından bile hızlı ışınlayacak kadar yüksek frekans.
Yüksek gerilim hattındayız.
Östrojenlerle testosterenler çarpışıyor.
Burada heran her şey olabilir.
Her numara dönebilir.
İnsanların gözü dönmüş bir kere, bundan gayri, dönme dolaplar bile solda sıfır kalır.
Nabızlar yüksek, nefesler tutulmuş, arzular coşmuş.
Biran önce, bedeli her ne ise, karşıda duran o deli gibi beğenilen şeye sahip olmak için sınır tanımayan arsız bir istek.
Sahip olma ihtirası tüm iradeyi geride bırakmış, fırlatıp atmış.
Ot gibi, saman gibi, bir denizanası gibi renksiz ve çapsız geçirilen zamanlar bünyeni terk-i diyar eylemiş,
Histeri krizinin o günah dolu zevk dünyasına sızmış çoktan.
Madem olan oldu,
Madem geri dönülmez akşamın ufkundayız
Madem...
O zaman gelin birlikte haz almaya bakalım bu durumdan.
Ne dersiniz, iyi değil mi?
İyi değil, muhteşem!
*****
Ben kimsenin, pardon daha doğrusu erkek hegomanyasındaki bir yerde, erkeklerin kadınları böylesine fütursuz ve cüretsizce kestiği bir yer daha görmedim.
Ve bu, burada bir adet olmuş.
Babadan oğula böyle geçmiş.
Bir nevi meslek sırrı.
Oyunun altın kuralı.
Sen nereye bakarsan bak- yüksek ihtimalle ondan başka her yere- o gözlerini dikiyor gözlerine, yüzüne, boynuna, ellerine bakıyor, bakıyor, bakıyor da bakıyor...
Kendini karşındaki aynayla konuşurken yakalıyorsun:
"Ayna ayna güzel ayna, söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?"
Çünkü üzerindeki bakışlar öyle hissettiriyor.
"Vay be, ben dünyanın en güzel kadınıymışım da haberim yokmuş" havalarına bürünüyorsun.
Anlık da olsa, geçici de olsa, çıkar ilişkisine dayalı olduğunu bilsen de iyi hissediyorsun.
Koltukların kabarıyor, etrafta daha bi Angelina Jolie'nin kısık bakışları ve Penelope Cruz'un fettan yandan çapkın gülüşüyle salınıyorsun.
"Güzelim beee!" oluyorsun
Gözünün elifine elifine öyle bir bakıyorlar ki konuşmasalar da içten içe şunu söylüyorlar:
"Benimle ilgilen, oraya değil bana bak, bana konsantre ol"
Seni ısrarla kendine çağırıyorlar
Ve ve ve...
Bir an geliyor...
Yok hayır, kızmıyorsun...
Sinirlenemiyorsun da...
Sadece kendine yeniliyorsun.
Saçmalıyorsun.
Ya aşırı bir güven ya da aşırı bir salaklık hasıl oluyor.
Gerçekten.
O ne sorarsa cevap veriyorsun...
Ve ona, ipleri 100% teslim ediyorsun.
Ben öyle oldum.

Her neyse, nerde kalmıştık.
Bu başdöndürücü dünyanın ev sahiplerinde:
Birinci kuşak babalar jilet.
Silme takım elbiseli, kravat, ipek "Mısırlı marka" çoraplar, makosen ayakkabılar, traşlı saçlar ve sakallar, kararında parfüm veya traş losyonu, hafif çıkmış rakı göbeği, aksesuar olarak çoğunlukla küçük parmak yüzüklü İtalyan babalar gibiler; "La Familia Al Pacinotti"
İkinci kuşak çocuklar tikican.
Öyle takım elbise, ceket, kravat falan yok.
Son moda designer markalı jeanler, rengarenk spor gömlekler ütülü, kolalı ve kol düğmeli, dar üste oturan triko veya kaşmir kazaklar. Belli spor yapılıyor ve formumuza özen gösteriliyor, bu 10 numara kıyafetlerin hiçbiri sakil durmuyor.
Saçlar kısa asker traşı, erkek traşı, jölelenmiş pek bi artizzzz.
Yüzler parlak, zannedersin henüz cilt bakımından çıkılmış.
Pantalonlar Dockers, ayakkabılar Camper, çoraplar baklavalı Burlington.
Parfüm şişesi boca edilmiş, hatta o yetmemiş tezgahın altına sote edilmiş, uzaktan güzel bir turist kız görüldü mü iki arada bi derede koşup püskürtülüyor enseye.
Önceden tesbih çekerlerdi artık kaldırmışlar.
Önceden kapı önünde sigara içerlerdi artık onu da kaldırmışlar.
Önceden üzerlerine ne yapacaklarını bilmedikleri bir salaklık çökünce birbirlerinin dibine gidip, tek bacağı hafif kırıp, parmakları şıklatıp, öpücük sesi çıkartırlardı artık bu kroluk da kalmamış.
Basbaya karizmatik, etkileyici, centilmen ve esprili olmuşlar.
Hanzoluktan kibarlığa terfi etmişler.
Adamakıllı çapkınlar, orası zaten öyleydi, değişmez hep de öyle kalacak.
Egoları bir insanı hasta edecek kadar şişik.
Turist ve bekar bir kız olsam -aynı zamanda da safın önde gideni- Türkiye'ye yerleşme sebebi bile olur bu adamlardan bir tanesi.
Konuşmadıkları lisan yok.
Öyle yalandan bir-iki kelime de değil.
Şakıyorlar, hepsini anadilleri gibi.
İngilizce'yi adamdan bile saymıyorlar.
Fransızca, İtalyanca, İspanyolca su gibi.
Rusça'yı da sökmüşler.
Çoğu Suryani olduğu için Arapça hatta Yunanca bilenler azımsanmayacak kadar çok.
Çince ve Japonca'ya da el attıklarını duyunca "yuh" dedim.
*****
Artık kartlarımızı açmanın vakti gelmedi mi sizce de?
Tabi ki anladınız nerede olduğumu.
Oyun yapmayalım birbirmize.
Dünyanın en eski ve en büyük bedesteninde.
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında temeli atılan Kapalıçarşı'da.
45.000 m2 kapalı alanda
66 cadde ve sokağı
4000 dükkanı
5 cami, 1 okul, 7 çeşme, 10 kuyu, 1 akarsu, 1 sebil, 1 şadırvan, 21 kapı, 17 han, iki bedesten ve 22 kapısı bulunan Kapalıçarşı'da.
20.000 kişinin çalıştığı ve mevsimine göre günde 300-500bin arasında ziyaretçinin geldiği Kapalıçarşı'da.
*****
Şükürler olsun ki benim öyle incik boncuk, altın pırlantayla işim yok. Hiç heves etmedim, bundan sonra da edeceğimi sanmıyorum.
"E peki niye gittin?" demeyin.
Yazımın başında bahsettiğim egzotik duygulara hasretseniz hiç vakit kaybetmeden buyurun Kapalıçarşı'ya.
Ama araya sıkıştırmayın, koca bir gün ayırın ona, mümkünse haftaiçi, mümkünse sadece fotoğraf makineniz, siz ve bolca nakit paranızla.
Tarihe yaptığınız yolculuğunuz sırasında biraz alışveriş de yapayım derseniz işte size birkaç öneri:
Altın için: Aslanlar Kuyumculuk, Kalpakçılar Cad (Kuyumcuların olduğu ana cad.)
Mutlaka Dinçer Bey'le tanışın. Bu devirde nesli tükenmiş az sayıdaki centilmen, iyi, kibar, salon adamı beyfendilerden. O kadar kurdun arasında illa ki kazıklanacaksınız ama Dinçer bey farklı biri, insana güven veriyor, huzur veriyor, yardım ediyor, inandırıyor.
Ve güleryüzlü veeee ne bileyim işte ben tereddütsüz sevdim. Birşey almasanız bile gidin çayını için, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Gümüş için: Dalgıç Gümüş. Maalesef kartlarını almamışım. Ama yerleri çok basit. Çarşı içindeki İş Bankası'nı bulun. Yüzünüz İş Bankası'na dönük olsun, sağınızdaki 2 veya 3. dükkan.
Sahibi Atilla Dalgıç dünya şekeri bir adam. İçinin temizliği yüzüne vurmuş. Çok hoş şeyler satıyorlar. Fiyatlar da oldukça makul. Ben samimiyetlerine inandım, referansları olabilirim. Giderseniz Atilla Bey'e selamlarımı iletin ;)
Veee geliyoruz çarşının demirbaşlarından günümüzün en önemli fenomenlerinden birine.
Hayır halı veya deri değil.
Kadınların en az takıları kadar olmazsa olmazı.
Prestiji, kalitesi, markası, takıntısı, stili, tarzı, tutkusu, imgesi, karakter tahlili, havası, kadınlık sembolü, artı statü sembolü...
Yeni nesil kadınlar ellerine 3-5 kuruş geçince artık annelerimiz gibi gidip altın almıyor.
Onun yerine 30 yıl boyunca modası ve havası geçmeyecek klasik bir "Chanel" alıyorlar.
Evet bir ÇANTA.
Freud'un puro benzetmesi gibi "Çanta, sadece bir çanta değil"...
Çok daha fazlası...
Kadınlar artık çantalarına bir servet ödüyor.
Ve bu onları iyi hissettiriyor.
Yüksek dozaj "femme fatal"
Tamam insan, "Bu çantalar hangi mutsuzluklara, tatminsizliklere örtü oluyor?" diye de düşünmeden edemiyor.
Ama bir taraftan da vitrinde gördüğü o harika Louis Vouitton'u alıp kaçası geliyor.
Onu bir köşeye götürüp uzun uzun okşayıp, dokunup, öpmek istiyor.
O kadar güzel.
"Bu çanta benim olmalı, ne pahasına olursa olsun" diyen kadınların sayısı arttıkça onların bu zaaflarına hizmet eden firmaların sayısı da artırıyor.
Mesela bunlardan bir tanesi concierge hizmeti veren Quintessential firması.
Sınırlı sayıda üretilen bir çanta mı beğendin? Ve o çanta İstanbul'da yok mu? Bunlar başlıyorlar Londra'da, Paris'te, Milano'da senin için araştırmaya. Ve nerede bulurlarsa alıp sana ulaştırıyorlar.
Bir diğer hizmet de çanta kiralama şirketleri.
Bir davet mi var veya çantandan hemen sıkılıyorsun modası geçince kullanmak istemiyor musun? O zaman kiralıyorsun istediğin marka çantayı, ayrılırken için burkuluyor ama bir servet ödemekten kurtuluyorsun.
Ya da paşa paşa gidiyorsun Kapalıçarşı'ya istemediğin kadar renk ve çeşitte Louis Vuitton, Prada, Versace, Chloe, Miu Miu, Hermes Birkin, Fendi, Balenciaga falan fıstığa ödüyorsun namuslu bir para.
Üstelik o kadar iyi taklitler yapıyorlar ki gerçeklerinden ayırt etmek neredeyse imkansız.
Kızalım mı, gülelim mi, dalgamızı mı geçelim veya kabuklu fındık fıstık mı atalım bunlara yoksa gidip kuzu kuzu Kapalıçarşı'dan kolumuza birer Louis Vouitton takalım, alalım verelim alalım verelim, ekonomiye can verelim, ata yadigari çarşımızın ev sahipleri olan yakışıklı&çapkın esnafımızı da kendi hallerine mi bırakalım bilemedim :-oo


Oylama başlamıştır, buyrun, görüşlerinizi beklerim ;)

http://www.kapalicarsi.org.tr/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kapal%C4%B1_%C3%87ar%C5%9F%C4%B1

Kapalı çarşı'ya gitmek isteyenler ve yerini bilmeyenler için:
http://maps.google.com/maps/place?hl=tr&rlz=1G1GGLQ_TRZZ326&um=1&ie=UTF-8&q=kapal%C4%B1%C3%A7ar%C5%9F%C4%B1+istanbul&fb=1&gl=tr&hq=kapal%C4%B1%C3%A7ar%C5%9F%C4%B1&hnear=istanbul&cid=13494220290109446287

Nesss, the Grand Bazaar, Kapalı Concierge ;)

Yazı tarihi: 13 Ocak 2010

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yaşam ve Aşk, Marc CHAGALL


Ucuz ve basitim.
Beni kolayca satın alabilirsiniz.
Pek kolay tava gelirim.
Hemen kanarım.
Yağlarım eriyiverir, buzlarım çözülüverir şıp diye.
Nazım, kaprisim, nadanlığım, sabah uyandığımda suratsızlığım yoktur.
O piti piti karemela sepeti, beğenmedin mi o zaman karamürsel sepetiymişim gibi tak koluna götür, sorgu sual etmeden usul usul gelirim yanında.
Hem çakı, hem kalem, hem açacak olabilen ve buna rağmen "ne alırsan 1TL'ya" cılarda satılan her eve lazımlardanım.
Kasmam, yormam, yıkmam.
Az yerim, az sorarım, az uyurum.
Bir döşek, sıcak bir aş yeter de artar bana.
Fazlasında gözüm yok yanımda sen olduğunda!
*****

Karşılıklı bakışıyoruz.
Manalı manalı...
"Etme bunu" bana diyorum, "bana mısın" demiyor.
"Ben buyum" diyor.
Karşımda dikiliyor bir adım geri atmadan.
"İşine gelirse" diyor
Artist artist rest çekiyor!
Yine uzun uzun bakışıyoruz.
Seziyorum, karar vermek için fazla vaktim yok.
Az sonra damarlarımdan içime sızacak.
Bir kere kapılırsam geri dönüşüm yok, artık kendimi tanıyorum.
Başlık bana, ben başlığa oynuyoruz.
"Restini gördüm" diyorum.
Açıyor elini:
"Yaşam ve Aşk"! sürüyor masaya.
"İyi" diyorum, "kabül".
Yaşama da, aşka da, aşkla yaşama da kabül.
Başlık bana oynadı
Başlık beni kazandı.
Restini gördüm, elimi açtım.
Ve işte hikaye asıl şimdi burada başlar.
*****

Chagall (Şagal olarak okuyunuz) tarihteki en büyük 50 ressamdan biri.
İlk kez Türkiye'de.
Suna ve İnan Kıraç Vakfı, Pera Müzesi'nde.
Pera Müzesi Tepebaşı'nda.
Sergisi 23.10.2009- 24.01.2010 tarihleri arasında gezilebilir.
Bilet fiyatları yetişkinler için 7 tl.
Yurtdışında muadili sergilerin 25-30 tl olduğu düşünüldüğünde inanılmaz ucuz.
Sergi 3 katta gezilebiliyor.
5.katta erken dönem çizimleri
4.katta kitap illüstrasyonları
3. katta da Chagall'ı Chagall yapan olgunluk dönemi eserleri var.
Karısı Bella'ya olan büyük aşkı üzerine aşk ve sevgili temalı çizimleriyle tanınıyor.
"Sevgililer", "Aynanın Arkasında", "İki Sevgili ile Horoz", "İki Sevgili ve Çiçekler" en bilindik eserlerinden.


Ne demiştim, "Yaşam ve Aşk"...
Chagall başlığa oynamış, başlık bana...
Ben aşka yenildim, aşk bana.
Gidin ve görün.
Tabii sizin de damarlarınızda az biraz yaşam ve aşk kaldıysa...
*****
20. yy.ın öncü sanatçılarından Marc Chagall, çok yönlü kimliğini ve renkli hayal dünyasını yansıtan 160 yapıttan oluşan bir sergiyle ilk kez İstanbul Pera Müzesi'ne konuk oluyor.
Sergi, sanatçının özyaşamöyküsel desenlerinin yanı sıra; Kutsal Kitap illüstrasyonları, La Fontaine'in Masallar'ı ve Gogol'un Ölü Canlar'ı gibi edebi yapıt resimlemelerini biraraya getiriyor. Chagall'ın imzasıyla bütünleşmiş Rus folkloru, Yahudi gelenekleri ve sevgililer gibi temalar ustalıklı renk ve çizgilerle betimleniyor.
Yaşam ve Aşk temalı bu sergi, sanatseverleri; kemancılarla, çiçeklerle, mutlulukla öten horozlarla, bazen tepetaklak bir dünyada, Vitebsk'iyle, Bella'sıyla, Chagall'ın şiirselliğini ve büyüleyici dünyasını keşfetmeye davet ediyor.

(Müze girişindeki "Chagall" tanıtım broşüründen alıntı.)
*****

Chagall hakkında bilgi edinmek isteyenler için en güzel kaynak Vikipedi.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Marc_Chagall


Marc Chagall, bir ailenin dokuz çocuğunun en büyüğü olarak, Belarus'ta Vitebesk yakınlarındaki Liozno'da dünyaya geldi. Babası Khatskl (Zakhar) Shagal, ringa balığı ticareti yapıyordu. Annesi ise Feige-Ite idi. Chagall'ın çalışmalarındaki göndermelerden de anlaşıldığı üzere, ressam mutlu bir çocukluk dönemi geçirdi. O günlerde yaşadıkları Pokrovskaya Sokağı'ndaki ev "Marc Chagall Müzesi"'ne dönüştürüldü.
1906'da, ünlü bir yerel ressam olan Yehuda Pen'in yanında resme başladı. Kısa bir süre sonra, 1907'de ise St.Petersburg'a taşındı. Orada Sanat Destekleyicileri Topluluğu'na ait okula, Nikolai Roerich'in yanında çalışmak üzere girdi. Okul hayatı boyunca pek çok tarzda ressamı tanıma fırsatı buldu. 1908-1910 yılları arasında ise Zvantseva Resim ve Çizim Okulu'nda Leon Bakst ile birlikte çalıştı.
St. Petersburg'un Yahudi sakinlerinin şehirde özel izinle kalabildikleri bu dönemde ressam çok zor günler geçirdi. Bu sınırlamalara uymadığı için hapis bile yattı. Bütün bu güçlüklere rağmen, Chagall, St. Petersburg'da 1910 yılına kadar kaldı. Bu kalışı sırasında memleketini de düzenli olarak ziyaret ediyordu. 1909 yılında ise gelecekteki eşi Bella Rosenfeld ile tanıştı.
Ressam olarak belirli bir ün kazanan sanatçı, St. Petersburg'dan sanat çevresine daha yakın olmak için Montparnasse civarına yerleşmek üzere ayrıldı. 1914 yılında Vitebsk'e geri döndü ve bir sene sonra nişanlısı Bella ile evlendi. Çift Rusya'dayken I.Dünya Savaşı çıktı. 1916 yılında Chagall'ların Ida ismini verdikleri ilk kızları dünyaya geldi.
Chagall, 1917'deki Rus Devrimi'nde aktif rol aldı. Sovyet Kültür Bakanlığı, ressama Vitebsk bölgesinden sorumlu görevli ünvanını verdi. Chagall, Vitebsk Modern Sanatlar Müzesi ve Sanat Okulu'nu kurmasına rağmen, bir süre sonra Sovyet sisteminin politikalarına katlanamamaya başladı. O ve eşi, önce 1920 yılında Moskova'ya taşındılar. Üç sene sonra 1923'te ise Paris'e geri döndüler. Bu dönemde, Chagall'ın orijinali Rusça yazdığı anıları İbranice ve eşi Bella'nın çevirisiyle Fransızca yayınlandı. Aynı günlerde, İbranice makaleler, şiirler ve denemeler de yazdı. 1937 yılında ise Fransa vatandaşlığına geçti.
II.Dünya Savaşı sırasında, Nazi'lerin Fransa’yı işgal etmesi ve Yahudileri sürmesi sırasında, Chagall Paris'ten kaçarak Marsiya'ya gitti. Oradan ABD'li gazeteci Varian Fry'ın yardımıyla önce İspanya ve Portekiz'e geçti. 1941'de ise Chagall'lar A.B.D.'ye yerleşti. 1944’te, Chagall'ın sevgili eşi, resimlerinin temel konusu ve hayat arkadaşı Bella Rosenfeld öldü. İki sene sonra, Avrupa'ya dönen Chagall, 1949'tan itibaren Fransa'nın güneyinde Provence’de çalışmaya başladı. Aynı yıl içinde, Kişilerin Birbiriyle Dostluğu ve Irkçılıkla Mücadele isimli sivil toplum örgütünün kuruluşunda yer aldı.
Bella'nın ölümüyle girdiği depresyondan Virginia Haggard'la tanışması ile kurtuldu. İkilinin David isimli bir oğulları oldu. Aynı günlerde, Chagall, tiyatro komisyonundan finansal destek aldı ve resimlerinde renklerin özgür ve hayat dolu kullanımını keşfetti. Bu dönemdeki çalışmaları, çoğunlukla sevgi ve hayatın neşesi üzerineydi. Ayrıca, seramik, heykel ve cam boyama üzerine çalışmaya başladı.
1950 yılında, grafikle ilgilenmeye başladı. Fernard Mourlot ile tanıştıktan sonra sık sık Mourlot Stüdyoları'nı ziyaret edip pek çok “Taş Baskı” üretti. Bu üretimde Charles Sorlier'in de yardımları oldu. Sorlier daha sonraları Chagall'ın en yakın arkadaşı ve yardımcısı olacaktı. Sorlier-Chagall dostluğu Chagall'ın vefatına kadar sürdü.
Ressam, 1952 yılında "Vava" olarak seslendiği Valentina Brodsky ile ikinci evliliğini yaptı. Yunanistan'a pek çok kez gitti ve 1957 yılında İsrail'i ziyaret etti. Kudüs'teki Hadassah Ein Kerem Hastanesi Sinagogu'nun camlarını boyadı ve 1966'da da yeni parlamento binasının duvar sanatı ile ilgilendi.
“Altı Gün Savaşı” sırasınca hastaneye çok sayıda saldırı oldu. Bu saldırılar, Chagall'ın çalışmasını tehlike altında bırakıyordu. Bu sebeple Chagall, Fransa'dan bir mektup yazarak: "Pencereler hakkında endişelenmiyorum. Endişelendiğim tek şey İsrail'in güvenliği. Lütfen İsrail'i rahat bırakın ve ben de daha güzel pencereler yapayım." dedi. Tüm pencerelerin zamanında kaldırılmış olması büyük bir şanstı. Böylece hiçbiri zarar görmedi. 1973 yılında ise İsrail Chagall'ın bu pencere çalışmalarının pullarını çıkarttı.
Chagall, 1985'te, 97 yaşında iken Fransa'da, Saint-Paul de Vence'de öldü ve oradaki bir mezarlıkta gömüldü.
Sanatı
Chagall, Beyaz Rusya'nın halk yaşamından çok fazla esinlendi. Ayrıca, Yahudi temellerini yansıtan pek çok dinsel tema işledi. 1960 ve 1970'lerde, Chagall kamusal alanlarda, belediyeye ait mekanlarda ve dini binalarda yürütülen bir çok geniş ölçekli projeye katıldı.
Chagall'ın sanat çalışmalarını kategorize etmek çok zordur. I.Dünya Savaşı öncesinde Paris'te avantgart akımlara dahil oldu fakat çalışmaları, diğerleri ile karşılaştırınca dönemin Kübizm ve Fovizm gibi popüler sanat hareketlerine daha yakındı. Ayrıca, özellikle Modigliani olmak üzere tüm Paris Okulu ile yakın ilişki içindeydi.
Çocukluğunun da etkisiyle, Chagall'ın çalışmaları tecrübelerine ait küçük detayların toplanması olarak yorumlanabilir. Örneğin, mutluluk ve iyimserliği çok canlı renkler kullanarak ifade etti. Chagall, sık sık eşiyle kendisinin de resimlerini de yaptı. Bu resimlerde çift, renkli bir dünyaya boyalı camlar arkasından bakan izleyiciler gibidir. Örneğin, bazıları, "La Crucifixion Blanche"'ı Stalin rejimi, Nazilerin yaptıkları katliam ve Yahudiler'in çektikleri acıları gören Chagall'ın dünyaya bakışının yansıması olarak kabul eder.
Sembolizm ve Chagall
• İnek: Hayatın mükemmeliyeti: süt, et, deri, güç, boynuz.
• Ağaç: Bir diğer hayat sembolü.
• Horoz: verimlilik. Genellikle sevgililerle birlikte çizdi.
• Göğüs (genelde çıplak): erotizm ve yaşamın verimliliği (Chagall kadınları seviyor ve onlara saygı duyuyordu).
• Kemancı:Chagall'ın kasabası Vitebsk'te hayattaki önemli anlarda kemancı müzik yapardı. (doğum, evlilik, ölüm gibi)
• Atlar: Özgürlük
• Eyfel Kulesi: Gökyüzü, özgürlük.
• Ringa Balığı (Genelde uçan balıkla birlikte çizdi): Babasının bir balık fabrikasında çalışması ile ilgili olabilir.
• Sarkaçlı Saat: zaman ve mütevazi yaşam.
• Vitebsk Evleri (Genelde Paris'te olduğu günlerde çizdi): Memleketine olan özlemi.
• Sirkten Manzaralar: İnsanın içindeki yaratıcılık.
• İsa'nın Çarmıha Gerilmesi:Yahudi bir ressam için beklenmedik bir konu. 1930'larda Almanya'da oluşan Yahudi düşmanlığına karşı verilen bir tepki.
Sergiler
Chagall'ın eserleri Palais Garnier, Chicago'daki Chase Tower, Metropolitan Operası, Metz Katedrali, Zürih'teki Fraumünster, Nice'teki Biblicam Message Müzesi gibi yerlerde sergilenmektedir. İngiltere'de Chagall'ın cam çalışmaları olan tek kilise Kent'te ufak bir köydedir. Chagall, Kudüs'teki Hadassah Hastanesi'ndeki 12 pencerenin camlarını boyadı. Bu pencerelerdeki her camda başka bir konu işlendi. A.B.D.'deki Pocantico Hills Kilisesi de
1973'te, Fransa'nın Nice kentinde Chagall Müzesi açıldı. Memleketi olan Vitebsk'te ise 1997 yılında (her ne kadar ressam öldüğünde henüz yıkılmamış olan Sovyet Bloğu onu “Persona non grata" (istenmeyen adam) ilan etmiş olsa da, ailesi ile çocukluğunu geçirdiği ev müzeye dönüştürüldü. Bu müze sadece ressamın çalışmalarının kopyalarını sergilemektedir.
2007 yılında açılan "Mucizelerin Chagall'ı" isimli sergide ressamın Kızıl Yahudi (1915), Şehrin Üstünden (1914-1918), Çemberler ve Keçiyle Kompozisyon (1920) ve Meleğin Düşüşü (1923) gibi pek çok önemli eseri sergilendi. Chagall Hrıstiyan ikonografisinden çok etkilenen bir Yahudi, eserleri savaşın ve zulümün acı gerçeğine dokunan bir hayalperest ve kendini herhangi bir akımın içine yerleştiremeyen avangart bir ressamdı. Bu sergideki çalışmaları da Chagall'ın bütün bu özelliklerini ön plana çıkardı.
Ressamdan Alıntılar
• Bütün renkler komşularının arkadaşı ve zıtlarının sevgilisidir.
• Mükemmel sanat, doğanın bittiği yerde başlar.
• Beni sadece sevgi ilgilendirir ve sadece sevdiğim şeylerle ilişki halindeyim.
• Adım Marc, iç dünyada çok duygusalım ve cüzdanım boş. Fakat herkes benim yetenekli olduğumu söylüyor.
• Eğer Yahudi olmasayadım... ressam olamazdım ya da çok farklı bir ressam olurdum.
• Yaşamımızda, tıpkı bir ressamın paletinde olduğu gibi tek bir renk vardır ve bu renk yaşamın ve sanatın anlamıdır. Sevginin rengini kastediyorum.
Kitaplar
• Nikolaj Aaron, Marc Chagall., Reinbek 2003
• Benjamin Harshav, Marc Chagall on Art and Culture, Stanford, CA: Stanford Üniversitesi Yayınları, 2003, ISBN: 0804748306
• Aleksandr Kamensky, Marc Chagall, An Artist From Russia, Trilistnik, Moscow, 2005
• Aleksandr Kamensky, Chagall: The Russian Years 1907-1922., Rizzoli, NY, 1988 ISBN: 0847810801
• Jonathan Wilson, Marc Chagall, Schocken, 2007 ISBN: 0805242015


Not: Pera Müzesi'ne gitmişken tabi ki Osman Hamdi Bey'in olağanüstü eseri "Kaplumbağa Terbiyecisi"ni gördüm. Böylesine önemli bir eserin yanında bilgilendirici bir not bulunmamasını, hatta bu resme özel bir duvar ayrılmamasını üzüntüyle karşıladım.
Verilen kulaklıklarda bu bilgilendirmenin bulunduğuna eminim ama bu yeterli değil.
Bu eserin tanıtımı neden bu kadar zayıf, iddiasız ve üstünkörü geçilmiş gerçekten anlayamadım ve açıkçası HAZMEDEMEDİM.
Memnuniyetsizliğimi müzenin ziyaretçi defterine elbette ki yazdım. Bu blogumu okuyan bir yetkili olur ve bu konuyla ilgili bir gelişme kaydedilirse çok ama çok mutlu olacağım. Ve sanırım bu işin peşini bırakmayacağım.
Yaşayan her vatandaş bu resim hakkında bilgilenmeli ve bu vesileyle sizlere yardımım olursa ne mutlu bana :) (Ressamların çizdiği eserlere "resim", fotoğraf makinesiyle çekilenlere "fotoğraf" denilir. Bu ayrımı bilmemize rağmen günlük konuşma dilimizde gereken özeni göstermiyoruz, yeri gelmişken değinmek istedim)
Buraya kadar yazımı okumaya dayandıysanız lütfen kendinize bir iyilik yapın ve 5 dakikanızı daha ayırarak aşağıdaki link'e de tıklayın.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kaplumba%C4%9Fa_Terbiyecisi

Not2: Müze rehberlerinden Gökçe'nin presentasyonu çok başarılı ve keyifliydi. Ayrıca yıllardır gıpta ettiğim yurtdışındaki müzelerde ufacık çocuklara yapılan tanıtımlı ve katılımlı turlar nihayet bizde de başladı.
Küçük çocuğuyla şehirde yapacak aktivite bulamayanlar sergi bitmeden bir pazar mutlaka çocuğunun elinden tutup götürmeli ve tura katılmasını sağlamalı. Bitiminde de ona müze kitapçısında satılan Chagall ilüstrasyonlu "La Fontaine'den Masallar" kitabını satın almalı.
Teşekkür ederim; bana, sanata ve kendinize vakit ayırdığınız için :)
Pişman olmayacaksınız
Yaşamla, aşkla ve sanatla kalın...

Nessy, the ChagalLover ;)

Yazı tarihi. 10 Ocak 2010

6 Ocak 2010 Çarşamba

Strateji toplantısı

Hesabı kesilmemiş bir ilişki...
Tutun bunu aklınızda, geri döneceğim buraya...
*****
Şebnem, Aynur, Hülya ve ben.
Muhteşem dörtlü.
Yaz, kış, kar, fırtına, tipi, tayfun, bora demeden yapardık kızlar gecemizi.
Çok değil daha 1 yıl önce hepimiz Levent'te çalışan beyaz yakalı plaza insanlarıydık.
Cuma akşamları, iş çıkışı buluşma vaktimizdi.
Kutsal bir ayin gibi beklerdik bu zamanları.
Tüm haftanın yorgunluğu, stresi, angaryası, can sıkıntısı, dar etekleri, yüksek topuklu ultra feminen ayakkabıları ve laptop çantaları... ne varsa çok katlı plazalarımızın kapısında bırakılırdı.
Hayatı, neşemizi, sırlarımızı, İtalyanlar misali hep bir ağızdan bağrış çağrışlarımızı, bitmeyen geyiklerimizi, güncel konularımızı, havadislerimizi, dedikodularımızı, dertlerimizi, mahremiyetlerimizi, gülme krizlerimizi, ağlama komalarımızı, maksimumum saçmalama ve deşarj olma potansiyelimizi, tokalarından kurtulmuş saçlarımız ve çantalarımıza koyduğumuz jeanlerimizle başlardık kızlar gecemize.
Bu gece o gece!
Eğlencenin dibine mi vurulacak, vurulurrr!
Ağlamaktan helak mı olunacak, olunurrr!
Salkım Hanım'ın taneleri gibi salkım saçak dökülecek mi içimiz, dökülür!
Pare pare bölünerek, "ez geç yürüdüğün yollar olayım" kıvamına mı gelinecek, canın sağolsun icabında ona bile gelinir!
Kah İstanbul'un aniden karar değiştiren tutarsız havası gibi kaprisli
Kah sisli puslu, küskün, suratsız bir sabahı unutturmak isteyen güneş kadar parlak
Kah "ben" merkezli olmanın "ben"e ettikleri
Kah merkezindeki "o"nun içini ezen yetersizlik ve tatminsizliği...
Akıllar, fikirler, teselliler, eleştiriler, yuhalamalar, bravolar, tuuu sana'lar... Herşey mübah, hepsi hizmete dahil.
Birisi hepimiz için, hepsi birimiz için.
Hani ayakkabının içine bir kum tanesi girdiğinde, dişçi koltuğuna uzanıldığında, miden ağrıdığında, gece uyuyamadığında; çaresizliğinle baş başa kalıverirsin ya tek başına...
Kendine yetmezsin, dağlar duvar olur, yollar kör düğüm düğümlenir ya önüne...
Tüm kişisel travma ve varoluşsal krizlerimizde ezilir, ufalır, bu dünyada görünmeyen bir varlık olmak isteriz ya hani...
İşte bu durumlarda kızlar gecesi Hızır Acil Servis gibi yetişir imdadımıza, bizi hayata bağlayan oksijen çadırı olurduk birbirimize.
Cuma akşamları yeniden doğuş için birer fırsat yaratırdık biz kendimize, biz bize...
Kızlar gecesinde çözüverirdik iplerimizi, çare olur, kardeş olur, dost olurduk biz birbirimize...
Tıkanıklıklar erir biter, sökülür gider, suya bırakır temizlerdik baştan sona kendimizi.
Gecenin sonunda kuş olur kanatlanır, semaya çıkarırdık ruhlarımızı.
"Oh be dünya varmış, oh be tüm dertlerimizi paylaşıp kendimizi ti'ye alınca hayat ne hafifmiş, umutsuzluğu yenmek meğer ne de kolaymış" derdik.
Gün oldu devran döndü devir değişti.
Önce Hülya gitti aramızdan.
Antalya'da tanıştığı İngiliz Mark'a aşık olup İstanbul'da evlenip Amsterdam'a yerleşti.
Sonra ben ne olduğumu anlamadım. İstanbul'da mıyım, Ankara'da mı, Londra'da mı, ne zaman, ne kadar, neredeyim tüm sene bilemedim.
Şebo'nun hayatında Yalçın zaten vardı, nişanlandılar. Onlar hala İstanbul'da ama Şebo işi sebebiyle sürekli yurtiçi/yurtdışı geziyor, hangi ara nerede hiçbirimiz zatiallerini yakalayamaz olduk.
Ve Aynur...İçimizde lokasyonunu değiştirmeyen tek o kaldı. Hala İstanbul'da.
Bu aralar fotoğrafçılığa fena sardırdı. Yakın zamanda harika bir proje için Doğu'ya gidecek. Ve o proje için süper bir eğitim alacak. Eveeettt çoook kıskandım.
Ama biliyorum o bana kıyamayacak, eğitimde öğrendiklerini satır satır anlatacak:)
Hiç şüphe yok, pek yakında onu da şahane günler bekliyor olacak.
Uzun aradan sonra Aynur, Şebo ve ben aynı anda İstanbul'dayız.
Önümüzdeki 26! gün üçümüze uyan ortak bir zaman bulamadığımız için bu akşam pat diye kararlaştırıp buluşalım dedik.
Amsterdam'da olan Hülya'cığımızın kulaklarını bol bol çınlattık.
Toplantı gündemimiz ve adı belirlendi:
"2009 durum değerlendirme ve 2010 stratejileri"

Saatlerce konuştuk, konuştuk, konuştuk ve de konuştuk.
Sonunda karara vardık:
"2009'da yaşadığım bütün mutluluklar da mutsuzluklar da bana ait. Benim birer parçam. Beni gerçekten dönüştüren, değiştiren, beni ben yapan şeyler. Demek ki böyle yaşanması gerekiyormuş" bilinciyle bitirdik gecemizi.
Zaten ne demiş Karl Marx: "Tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur"

Ne çare ki içgüdüsel olarak yüreğinde bir çoraklık hissettiğinde "hesabı kesilmemiş ilişkileri" arkada bırakmak sanıldığı kadar kolay olmuyor.
Kimi zaman bu yarım kalmışlığın acısı aklın disiplinini ezip geçiyor.
İşte böyle zamanlarda kendimizi geliştirme sabrıyla beklemek, hayata heyecanla ve merakla sarılmak, 'bu yaşam serüveni acaba daha neler getirecek' diye merak etmek ve inanmak çözüveriyor tüm düğümleri.
Yani galiba...

p.s. kızlar iyi ki varsınız, her birinizi ayrı ayrı çoook seviyorum :)

Nesss, yours

Yazı tarihi: 06 Ocak 2010

5 Ocak 2010 Salı

Günler gelip geçmekteler, kuşlar gibi uçmaktalar

Mart ayına kadar evdeki yeni yıl ağacımı kaldırmayacağıma göre bu yeni yıl hadisesinden de nemalanabilirim demektir.
2009 neydi ne oldu,
2010'da neler yapılacak yapılmayacak
Gitti bitti ya artık arkasından rahatça konuşabilirim "tuuu kaka boyu devrilesice 2009"
2010 gel haneme bir ışık gibi kon
2009'da ne yapmadıysam 2010'da gözünüze soka soka yapılacak ve bunların herbiri üşenmeden satır satır yazılacak gibi söylemlerim, kararlarım ve de eğilimlerim var.
Bu maddeleri ısıtıp ısıtıp önünüze koyacağım.
Ama tabii bu arada asla mikrodalga ürünler familyası kadar basit, tatsız tuzsuz, sası, midenizi şişiren, homuduyla yutulan yemekler sunmayacağım
Merak etmeyin tüm çabamla size layık olmaya çalışacağım.
Örneğin daha 2010 kararlarımı size açıklamadım, ince çalışmalar içindeyim; bombalar üstüne bombalar patlatacağım, yer yerinden oynayacak, hizmette sınır tanımadan küçük dilini yutanlar için Prof.Dr.Onur Erol'la anlaşma yapıp size en estetiğinden küçük dil nakli yaptıracağım.
Ve şahid olduğunuz üzere elem, keder, yas, dert, tasa, kas vs.hepsini kapı dışarı kışkışlayarak
Elemterefiş kem gözlere şiş şişşşşleyerek
Vur patlasın çal oynasın ağustos böceği misali şenlenerek içten içe Küçük Emrah'laşsam da size zerresini hissettirmeyeceğim.
Sözün özü cancağızım; bu işten kolayca paçanızı sıyıracağınızı sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.
Sardınız beni başınıza cır cır cırlayacağım.
Siz en iyisi mi kuzu kuzu kabüllenin başınıza geleni, okuyun bendenizi, siz sağ ben selamet gül gibi geçinip gidelim.
Neyse efendim yeni yılınızı kutlayayım bir kez daha.
Bendenizden sonra saadet zinciri yakasını bırakmasın.
İclal Aydın sağ omuz üstünüze konuşlanarak yeni yılda yeni umutlar, yeni başlangıçlar getiren meleğimiz olsun.
Pozitif olalım, tak tak takılmayalım, güm güm gümleyelim yıl boyunca.
Tüm senemiz Sponge Bob misali canlı, enerjik, eğlenceli geçsin.
Anladık?
Anlaştık?
Buraya kadar süper gittik.
Siz beni, ben sizi hiiççç üzmedik.
Mukafaten size sunabileceğim koca bir dilim nutellalı ekmeğim yok ama en az onun kadar enerji vereceğini düşündüğüm bir yazı getirdim yanımda.
Aşağıdaki yazıyı okuyunuz.
Okuduktan sonra
SORARIM size,
yukardaki zırvalıklarıma, bana katlandığınıza değmemiş midir?
Gördünüz mü, yazımın başında sandığınız kadar boş değilmişim ben de, şimdi beni daha iyi mi anladınız siz de, ne dersiniz? ;)

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13371443.asp?yazarid=4&gid=61

Dünyanızı renklendirin

YENİ yıl yazımı bir daha okuyunca, iki şiir belleğime düştü:
İki ustanın iki büyük şiiri.


Tevfik Fikret’in Sis şiiri ile Yahya Kemal Beyatlı’nın Sis’te Söyleniş.

Biri umutsuzluğun şiiriydi, diğeri de umutsuzluğa isyandı.
İyimserlik, umudun çağrıştırıcısı mıdır, yoksa umut mu iyimserliği çağırır.
Yeni yılın ilk çalışma gününe başlıyorsunuz. Hemen geçmiş yılın muhasebesini yapmayın. Sıkıntılarınızı bu yıla devretmeyin. Neden ajandalar yıl yıl düzenlenir?
Yapay da olsa böyle bir bölünmenin gerekliliğinden.

Yeni yıla girdiğiniz ilk saatlerde; eğlendiniz, dinlendiniz, kendinizi dinlediniz, planlar yaptınız, gerçekleşmesi için çabalamaya karar verdiniz.
“Aman canım  dünyanın sonu değil ya,”
sözünü çok severim. Hepimizin kullanma gereği duyduğu anlar vardır. Başarısızlığın kamuflajıdır belki de. Bir tesellinin, bir teslimiyetin simgesi olsa da, ucunda ölüm yok ya sözünde gerçekler vardır.

Yaptıklarınızı eleştirmeyeceğim.
Geçmiş geçmişte kalır, ne derler, mazi zikredilmez. Ders alınmalı sözünü pek sevmem.

* * *

UMUT veren kitaplardan bir seçme yapın.
Geçen yılın yerli ve yabancı ödül kazanan kitaplarını okuyun.
Yaşama dair yeni güçler verecektir size, acısıyla tatlısıyla hayatın üzerine ayrıntılı, geniş açılı düşünmenizi sağlayacaktır.
Yeni CD’ler alın. Çalıştığınız, yaşadığınız atmosferde ezgiler yankılansın.
Hangi tür müziği seviyorsanız, onun iyisini seçin. Kendi müzik zevkinize de, başka bilgili-duyarlı kulaklara ve müzikseverlere de güvenin, danışın.
Hayatı yaşanılır, tahammül edilir kılan sanattır, edebiyattır. Onun için hangi koşullar altında yaşarsanız yaşayın, dünyanızı sanatla renklendirin.
Müzeleri gezin, sergileri gezin. Gözünüze güzellikler yansısın. Dünyanızı renklendirin.
Bazı günler şuurunuzun kontrolünden çıkın, zihninizin vitesini boşa alın.
Aylaklığa Övgü, Deliliğe Methiye kitaplarının niçin yazıldığı üzerine kafa yorun.
Bunu yapabilmek için de o kitapları okuyun.
Avare Günler yaratın. Bir gün işinizi yapmasanız dünya batmaz.
Ne işinizi ne de kendinizi fazla önemseyin. Zaman zaman ince alayın gölgesini kendi üzerinize de düşürün.
Yazdıklarımı yapabiliyor muyum?
Ne derler, insan öğütlediklerini yapabilse aziz veya azize olurmuş.
Artık azizler, azizeler dönemi bittiğine göre, inanabilir misiniz?
Bazen Oblomov’luk yapabilir miyiz? Yapmalıyız!
 

* * *
* HEM Sis’i okuyun hem de Sis’te Söyleniş’i okuyun, iki iyi şiir sizi yönlendirir.


* Doğan Hızlan'ın umutsuzluğun şiiri dediği Tevfik Fikret'in "Sis" ve umutsuzluğa isyanın şiiri dediği Yahya Kemal Beyatlı'nın "Siste Söyleniş"i okumanızı istedim. Buyrunuz...


Sis
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

Tevfiz Fikret
18 Şubat 1317


*****
Siste Söyleniş
(Yahya Kemal Beyatlı)

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Buğun saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre golleri.

Bir devri lanetiyle boğan sairin Sisçi.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.

Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha;
-Örtün! Muebbeden uyu! Ey sehr! -O beddua...

Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın;
Hala dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kisin, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın. 

Nesss, the biteviye 2010


Yazı tarihi: 05 Ocak 2010

4 Ocak 2010 Pazartesi

Geri dönüştürebildiklerimizden misiniz?


Özel hayatımda zaman zaman bilinçsizleşsem de bir tüketici olarak her zaman bilinçliyimdir.
Uzun süredir cam, kağıt/karton, plastik ve pil atıklarımı ayrı ayrı poşetlerde biriktiriyor sonra da geri kazanım kutularına atıyorum.
Evimin hemen önünde bu kutulardan/kumbaralardan olması büyük şansım diye düşünürdüm.
2009'da kendi evimde çok az yaşadığım için hangi ara, niye olduğunu bilemeden bir baktım ki bu kutular kaldırılmış.
Anladığıma göre sadece benim evin önündekiler değil, etraftakilerin çoğu, belki de hepsi...
Belediyelerce güvenlik sebebiyle olsa gerek.
Yeni kutular nerede veya başka türlü nasıl geri dönüşüm yapabilirim diye düşündüğüm sıralarda yurtdışında yaşamaya başladım.
Oralarda özellikle Almanya ve İngiltere'de bu konuya senelerdir azami özen gösterildiğini biliyorum.
Londra'da yaşarken gördüm ki bu işlem evde çöpe atma aşamasında ayrıştırılmaya başlıyor.
Evlerde, normal bir çöp bidonunun yanında cam, plastik ve karton/kağıt için ayrı ayrı çöp torbaları var. Hepsi ayrı çöp torbalarına atılıp çöplerin belediyece toplandığı yerlere bırakılıyor. Torbaların farklı renklerinden neyin ne olduğu zaten anlaşılıyor.
Yani olay tüketicide bitiyor, hane halkından bilinç fışkırıyor.
Tıpkı bizdeki gibi!
Bu toplum ve çevre bilinciyle İstanbul'daki evime döner dönmez yeri değiştirilen çöp kutularımın/ kumbalaralarımın izini sürmeye ant içtim!
Google'dan konuyla ilgili araştırma yapınca Migros'un bu konuya el attığını gördüm.
Yaşadığım semt olan Ataşehir'deki 3M Migros'a bu kumbalardan konulmuş olduğunu görmek harika bir durum oldu.
Üstelik Migros kartınızı okuturak kumbaralara attığınız ürünlerin barkodlarını okutunca ve bunlardan 44 tane olunca bir de 5YTL değerinde bir çevre puanı kazanıyorsunuz.
O ne işe yarıyor henüz bilmiyorum ama kısa vadede 44 adede ulaşıp bunu öğreneceğime eminim.

Bu çöpleri heba edecek kadar zengin bir millet değiliz.
Sadece çöp bidonunuzun yanına koyacağınız 2 büyük torbayla bunu yapabiliriz.
Dolduğunda da atın arabanızın arkasına gidin bir Migros'a, okutun kartınızı çevreye katkınız olsun.
Çevreyi takmıyor musunuz?
E o zaman kendinize olsun; insan iyi birşey yaptığını düşünüyor, kendini duyarlı hissediyor, koltukları kabarıyor.
Ve Migros'a da benden kocaaaa bir aferin.
Eminim arkasında ciddi bir rant vardır, Koç Grubu bu günahını bile parayla satar ama olsun yine de iyi bir iş, bravo hatta yıldızlı pekiyi!
Bu arada madem duyarlılık konusuna girdik marketlerde beni sinir eden birkaç durumdan bahsetmeden geçemeyeceğim.
Birincisi:
Özürlü park yerine park edenler:
Hafif asabi bir günümdeysem üşenmeden koşa koşa şoförün yanına gidip "Pardon siz özürlü müsünüz?" diye soruyorum.
Bunu yapan insandan adamlık beklemek zaten zor ama birçoğu zeytinyağı gibi üste çıkarak bir de bana hakaret ediyorlar.
"Sana ne, babanın park yeri mi, sen ne karışıyorsun, istediğim yere park ederim, ben değilim ama sen özürlüsün galiba, başka yer yoktu (yalan, 2 adım yürür de koca popom erir diye ödüm koptu demenin salakçası)", ters ters bakıp cıklamalar falan...
Ey güzel halkım!!!
Diğer bir durum yine otoparklarda her araç için koca koca çizilen çizgiler arasına park etmemek.
Tek bir hamle güzel kardeşim ya, bir ileri bir geri o çizginin içine sığarsın, ama onca zahmete ne gerek var, sen park et, hatta 2 arabalık park et, başkasından sanane, ne de olsa senden sonra tufan!
Çıldırdığım başka bir durum ise kuyruk/sıra adabımızın olmaması.
Hem de hiç
Yemin ederim ben bir gün ya birini dövüceğim ya da acayip dayak yiyeceğim, kendimi fena kaybediyorum bu kuyruk işinde.
Hey insanlık, kaç tane kasiyer olursa olsun tek bir kuyruk yapılır.
Bu budur!
Ötesi berisi yok!
Markette, gümrükte, bankada, mağazada, tuvalette, tezgahta, bakkalda çakkalda en iyi işleyen kuyruk  modeli budur.
Tek kuyruğun en başındaki insan hangi kasa boşalırsa ona geçer.
Kimse kimseyi ezmez, üstüne çıkmaz, ayağına basmaz, yere düşürüp üstünden geçmez, herkes salak bir ben akıllıyım yapmaz.
Tek kasa takılırsa onun bir arkasındaki insan kendinden sonra gelen 20 kişinin işinin biterek gittiğini seyretmez.
Medenice, insan gibi yaşamak istiyorum, orman kanunlarıyla değil, cin olmadan adam çarpmaya çalışanlarla değil, çok şey mi?
Yere çöp ve sigara izmariti atanlar,
tükürenler,
yanından geçene omuz atıp, nerdeyse yere düşürüp arkasına bile bakmayanlar,
Özür dilemeyi bilmeyenler,
Verdiğiniz selamı almayanlar,
Günaydın, merhaba, nasılsın diyenlere öcü görmüş gibi bakanlar,
hep sol şeritten kaplumbağa gibi gidenler,
trafikte makas atanlar ve onları atmak zorunda bırakanlar,
yayalara yol vermeyenler,
trafik işaret ve işaretçilerine uymayanlar,
araba kullanırken cep telefonuyla konuşmayı beceremediği halde konuşanlar,
arabada sigara içenler,
korna çalanlar,
egzos borusu patlaklar,
sağa/sola dönüş sinyali vermeyenler veya ömründe bir kere verip onu ölene kadar açık unutanlar,
farları yanmayanlar,
arabanın dışındaki herkesin duyacağı kadar müziğin sesini açıp bası dımtısdımtıs gümbürdetenler,
park edemeyenler,
tali yoldan anayola çıkmak için 1 yüzyıl geçmesini bekleyenler,
İstanbul'a metro yapamayan ve trafik sorununu çözemeyen yöneticiler,
kendi işini kendi görmeyenler,
beceriksizler,
uzun tırnaklar,
sarı dişler,
kaba sesliler, kaba etliler,
iradesizler,
boş hayatlar, basit zevkler peşinde olanlar,
ucuz hesaplar yapanlar,
kafası çalışmayanlar,
dünyadan bihaberler,
"de" ve "ki" olayını çözememiş olanlar
sigara yasağına uymayanlar,
çöplerini ayırmayanlar,
yüzünün orta yerinden tüm hayatı gözüktüğü halde yayım yayım yayılıp, kasım kasım kasılıp, koca koca sırıtanlar,
Sevgi budalası olanlar,
sevilmeye layık olmayanlar,
sevgi işinde tuzağa düşenler,
bunu farketmeden yaşadığı kandırmacanın adını mutluluk koyan sazanlar,
çok kadınla beraber olmanın çapkınlık, çapkınlığın erkeğin şanı olduğuna inanan zavallı playboy'lar,
kendi hırslarını ele güne aşk diye duyurup kaya gibi adamları dart tahtasına çeviren sözümona kadınlar,
gözünün önündeki güzellikleri görmeyip burnu pislikten kurtulmayanlar
ve aldatanlar...
üzgünüm ama sizlerden zerre kadar haz etmiyorum.
Ben değil, Migros değil, belediye değil, sizi kimse adam edemez

Geri dönüşebilen çöp olmak bile emek ister, uğraş ister
Siz uğraşmaya değer misiniz, bilemiyorum?!
Allah'a havale ediyorum...

http://nettuketici.wordpress.com/2009/11/23/migros-geri-donusum-kosesi/
http://www.migros.com.tr/Content.aspx?IcerikID=85

Nes, the cycle, REcycle

Yazı tarihi: 04 Ocak 2010