16 Ocak 2010 Cumartesi

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti, Pehhh!

Bugün 16 Ocak 2010.
İstanbul bugünden sonra 1 yıl boyunca Avrupa'nın kültür başkenti olacak(mış)!
Okuyorum okuyorum bu cümle bana bişey ifade etmiyor.
Hani bazen hiç beklemediğiniz bir anda sizi çok sevindiren ya da tam tersi çok üzen birşey görürsünüz, gözlerinize inanamazsınız, şoke olur, "kal gelir", gözün gördüğünü beyin algılayamaz, aradaki bağlantı kopar, kablolar yanar, öyle boş boş, seme seme bakarsınız ya benimkisi de o hesap.
Cümleyi okudukça semeliğim artıyor.
Okumayı yeni öğrenmişler gibi kelime kelime gitmeyi deniyorum;
İstanbul 2010 Avrupa kültür başkenti
İstanbul
2010
Avrupa
Kültür
Başkenti

Vallahi de olmuyor, billahi de olmuyor.
Tık yok
En ufak bir ışık bile yok.
Soğuktan belki de...
Yollar kapandı, arıza ekipleri yolda kaldı, trafolar patladı, tüm beyne elektrik gitmiyor ve bu arızanın ne kadar daha devam edeceği bilinemiyor.
Önümüzdeki bir yıl boyunca giderilmesi olası gözükmüyor.
Arıza çok ciddi.
Allah şehirdekilerin yardımcı olsun.
Bu durum hiç ama hiç parlak gözükmüyor.
*****
Derdimi anladınız değil mi?
Tarkan konseri, Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ve devlet büyüklerimizin değerli teşrifleri, Haliç'te deniz üstünden Pekin Olimpiyatları ekibi olan Fransız EF grubunca hazırlanan ışık gösterisi, 7 büyük noktadaki etkinlikler, havai fişekler onlar bunlar...
*****
Taksim'de yıllar boyu yapılmaya çalışan yeni yıl kutlamalarında çıkan olayları, Avrupa'lı kızlara layık görülen muameleleri hepimiz biliyoruz değil mi?
E napalım kocccaaaa İstanbul'un, hani şu Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul'un başka meydanı mı var? Serseriler, tinerciler, gidecek başka yeri olmayan ayaktakımı, eğlenmeyi içmek, kopmak ve şuursuzca kendinden geçmek olarak bilen berduşlar, kazık kadar olduğu halde okumak için eline aldığı tek şey abuk sabuk dergiler olan, kendi pis, ağzı pis, beyni pis olan reziller,  sanattan, kültürden, dünyadan, spordan, kibarlıktan, adamlıktan zerre kadar haberi olmayan varoşlar...
Daha hangi birini sayayım, halimizi kimlere anlatayım, ne diyeyim...
Şu anda kendime kızıyorum, bu yazıyı yazmaya harcadığım vakti heder ettiğime...
Neymiş efendim?
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olacak(mış)
Şaşalı gösteriler oluyormuş.
Bir cumartesi günü, zaten bal gibi akan İstanbul trafiğinde birsürü ana harter kapalıymış.
Google bile bugün logosunu Boğaziçi Köprüsü ve Kız Kulesi yapmış.
Logonun üzerine tıklayınca bütün haberler dökülüyormuş.
Mış, muş, müş...
Biz de inandık.
Adama ne derler biliyor musunuz?
"Git bu zırvalıklarını başkasına anlat. Komik oluyorsun.
Şimdi hadi ordan, yıkıl karşımdan!"
*****
Aşağıda Hürriyet yazarlarından Mehmet Y.Yılmaz'ın harika bir yazısı var. (Selam yalnızlık, ben geldim )

Lütfen okuyun, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.
(Yazının başları bana Jack London'un Ateş Yakmak kitabını, sonları ise İstanbul'un kültür başkenti oluşunu düşündürdü!)


 http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13491933.asp?yazarid=148

Selam yalnızlık, ben geldim!

GEÇEN cumartesi günü 66 derece 32 dakika 35 saniye kuzeydeydim.
Yani Kuzey Kutup Dairesi üzerinde!
Kimseyi ve özellikle Ertuğrul Özkök’ü kıskandırmak için söylemiyorum ki eşsiz bir deneyimdi.
Çocukluğumda kutupların keşfini ve kâşifleri büyük bir merakla okumuştum. Benimkisi onlara benzemiyordu tabii.
Uçakla önce Helsinki’ye, sonra Rovaniemi’ye uçtum, bir dört çekerli araç ile yarım saat yol aldım, sonra da Huskylerin çektiği bir kızak ile 2 saate yakın yol aldım ve oradaydım!
Issızlığın, sessizliğin ve uçsuz bucaksız bir buz tabakasının ne anlama geldiğini de orada anladım. Elbette gerçek soğuk havanın ne demek olduğunu da!
Sıfırın altında 32 dereceye dayanmak üzere tasarlanmış titanyum giysilerim ve botlarımın içinde titrediğimi, ayak parmaklarımı hissedemez hale geldiğimi de söylemeliyim.

Ama çok güzeldi.

Bu günlerde orada güneş bizim bildiğimiz anlamda doğmuyor. Güneş varken bir “alacakaranlık” yaşanıyor ve o da ancak dört saat kadar sürüyor, gerisi zifiri karanlık!
O karanlığın içinde bir bilinmeze doğru sürüklendiğini hissediyor insan. Köpeklerin havlamalarını, kızağın altında ezilen buzun sesini duyuyor ve yüzünüzde rüzgârı hissedebiliyorsunuz sadece.
Benim gibi yalnızlığı ve ıssızlığı seven bir insan için bile fazlasıyla boş bir evrenin içindeymiş gibisiniz.
Teknolojinin son ürünü giysilerimin içinde sadece 2 saatte hissettiklerimi anlatabilmem çok zor. Keşke iyi bir yazar olsaydım ve anlatabilseydim.
Kutupları keşfe çıkanlar bu yolculuğu haftalarca yaptılar. Üzerlerinde sadece ayaklarına ve vücutlarına doladıkları hayvan postlarıyla hem de!

Kutup kâşiflerine hayrandım zaten, bu yolculuktan sonra bir kez daha arttı hayranlığım ve saygım. Bilindik turistik rotalardan sıkıldıysanız, bu deneyimi yaşamanızı öneririm.
İnsanın kafasındaki her türlü problemi unutup, sadece doğa ile mücadele ettiği bir yolculuk bu.
Elbette “turistik” yönleri de var. Günümüz ekonomik gerçeklerinin dayattığı bir kaçınılmazlık bu. Ama her halde dünyanın herhangi bir yerinde plastik sandalyelerde oturup, sıradan yemekler yemekten daha ilginç bir yolculuktu!

Noel Baba’yı buzlara hapsetmişler!

LAPONYA’nın en büyük kenti Rovaniemi yakınlarında Noel Baba’nın “köyü” var.
Bir postane, hediyelik eşyalar satan mağazalar, kahveler ve Noel Baba’nın evinden oluşan bir tür “Disneyland” bu. İçeri girerken biletleri satan genç kadın onların deyişiyle Santa Claus’u tanıyıp tanımadığımı sordu. “Kendisini tanırım. Antalya’dan hemşerim olur, bizim Demre’dendir” diye yanıtladım, mavi gözleriyle boş boş bakmakla yetindi.

O güzelim Akdeniz kentinde doğan bir insana “ev” olarak eksi 27 derecede yaşanan bir yerin seçilmiş olmasına üzüldüğümü söylemeliyim
.

Bu da kültür emperyalizminin bir başka sonucu! Zavallı Noel Baba’ya kimse sormamış tabii nerede yaşamak istediğini.
Sahip olduğumuz şeylerin değerini bilemiyor ve kullanamıyor olmamızın bir örneği daha diye düşündüm.
Buzlar içindeki o küçücük köyün postanesinden her sene 12 milyon mektup postaya veriliyor. 10 Euro’dan çarpıp, işin hacmini siz bulun isterseniz.

Ve bizim Demre’nin Belediye Başkanı’nın yakınmalarını hatırladım. Turistler gelip, Noel Baba’nın doğduğu yeri görüp, beş kuruş bırakmadan gidiyorlar diye yakınıyordu.
İşini bilen buzlardan bile para kazanıyor, işini bilmeyen o şahane Demre’de meteliğe kurşun atıyor!


Yazı tarihi: 16 Ocak 2010
Nessy, the kültürzede

Not: Ben yukardaki yazımı 16 Ocak'ta yazdıktan sonra ertesi gün müthiş yazar Yılmaz Özdil  tırışkadan teyyare başlıklı "cuk" bir yazı yazmış. Ellerin dert görmesin Yılmaz ağabey, ellerinden öperim :))

Hiç yorum yok: