14 Ocak 2010 Perşembe

Bedestenler, duygular, gerçekler ve galiba saçmalıklar...

Havada egzotizm bulutu asılı.
Müthiş etkileyici bir yer.
Benzersiz.
Adrenalin uçuşuyor.
Herkesin gözü ışıl ışıl.
Mistisizm sınır tanımıyor.
Dünyanın merkezinde,
başdöndürücü bir habitat burası.
360 derece bir kamera seni merkeze alarak hayatı etrafında dönüyor.
Ağır ağır...
Görüntüler silik, yüzler kayıyor, sesler uğultulu ve ekolu sanki yüzyıllar öncesinden geliyor.
Hepsi içiçe geçmiş...
Durduğun noktadan önüne, arkana, sağına, soluna hele hele yukarıya tavana bakınca ne kadar küçük olduğunu hissediyorsun.
Dev bir labirent, dev bir kalp, dev bir beynin içindeyiz.
O nasıl bir ihtişam, ne heybet!
Gözlerini kapatsan bile bu yüzyıllık tavanın haşmetini aklından silemiyorsun...
Sen saydamlaşıyorsun üzerinden ruhlar, insanlar, bin yıllık hayaller ve yaşamlar geçiyor.
Kımıldayamıyorsun, yalnızca hissediyorsun.
Gitsen, hep gitsen bile yine de burada kalmak istiyorsun.
Bir yanda herşey yavaş, ağır çekim, sindire sindire...
Diğer yanda, etraftaki enerji aklını başından alıp seni ışık hızından bile hızlı ışınlayacak kadar yüksek frekans.
Yüksek gerilim hattındayız.
Östrojenlerle testosterenler çarpışıyor.
Burada heran her şey olabilir.
Her numara dönebilir.
İnsanların gözü dönmüş bir kere, bundan gayri, dönme dolaplar bile solda sıfır kalır.
Nabızlar yüksek, nefesler tutulmuş, arzular coşmuş.
Biran önce, bedeli her ne ise, karşıda duran o deli gibi beğenilen şeye sahip olmak için sınır tanımayan arsız bir istek.
Sahip olma ihtirası tüm iradeyi geride bırakmış, fırlatıp atmış.
Ot gibi, saman gibi, bir denizanası gibi renksiz ve çapsız geçirilen zamanlar bünyeni terk-i diyar eylemiş,
Histeri krizinin o günah dolu zevk dünyasına sızmış çoktan.
Madem olan oldu,
Madem geri dönülmez akşamın ufkundayız
Madem...
O zaman gelin birlikte haz almaya bakalım bu durumdan.
Ne dersiniz, iyi değil mi?
İyi değil, muhteşem!
*****
Ben kimsenin, pardon daha doğrusu erkek hegomanyasındaki bir yerde, erkeklerin kadınları böylesine fütursuz ve cüretsizce kestiği bir yer daha görmedim.
Ve bu, burada bir adet olmuş.
Babadan oğula böyle geçmiş.
Bir nevi meslek sırrı.
Oyunun altın kuralı.
Sen nereye bakarsan bak- yüksek ihtimalle ondan başka her yere- o gözlerini dikiyor gözlerine, yüzüne, boynuna, ellerine bakıyor, bakıyor, bakıyor da bakıyor...
Kendini karşındaki aynayla konuşurken yakalıyorsun:
"Ayna ayna güzel ayna, söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?"
Çünkü üzerindeki bakışlar öyle hissettiriyor.
"Vay be, ben dünyanın en güzel kadınıymışım da haberim yokmuş" havalarına bürünüyorsun.
Anlık da olsa, geçici de olsa, çıkar ilişkisine dayalı olduğunu bilsen de iyi hissediyorsun.
Koltukların kabarıyor, etrafta daha bi Angelina Jolie'nin kısık bakışları ve Penelope Cruz'un fettan yandan çapkın gülüşüyle salınıyorsun.
"Güzelim beee!" oluyorsun
Gözünün elifine elifine öyle bir bakıyorlar ki konuşmasalar da içten içe şunu söylüyorlar:
"Benimle ilgilen, oraya değil bana bak, bana konsantre ol"
Seni ısrarla kendine çağırıyorlar
Ve ve ve...
Bir an geliyor...
Yok hayır, kızmıyorsun...
Sinirlenemiyorsun da...
Sadece kendine yeniliyorsun.
Saçmalıyorsun.
Ya aşırı bir güven ya da aşırı bir salaklık hasıl oluyor.
Gerçekten.
O ne sorarsa cevap veriyorsun...
Ve ona, ipleri 100% teslim ediyorsun.
Ben öyle oldum.

Her neyse, nerde kalmıştık.
Bu başdöndürücü dünyanın ev sahiplerinde:
Birinci kuşak babalar jilet.
Silme takım elbiseli, kravat, ipek "Mısırlı marka" çoraplar, makosen ayakkabılar, traşlı saçlar ve sakallar, kararında parfüm veya traş losyonu, hafif çıkmış rakı göbeği, aksesuar olarak çoğunlukla küçük parmak yüzüklü İtalyan babalar gibiler; "La Familia Al Pacinotti"
İkinci kuşak çocuklar tikican.
Öyle takım elbise, ceket, kravat falan yok.
Son moda designer markalı jeanler, rengarenk spor gömlekler ütülü, kolalı ve kol düğmeli, dar üste oturan triko veya kaşmir kazaklar. Belli spor yapılıyor ve formumuza özen gösteriliyor, bu 10 numara kıyafetlerin hiçbiri sakil durmuyor.
Saçlar kısa asker traşı, erkek traşı, jölelenmiş pek bi artizzzz.
Yüzler parlak, zannedersin henüz cilt bakımından çıkılmış.
Pantalonlar Dockers, ayakkabılar Camper, çoraplar baklavalı Burlington.
Parfüm şişesi boca edilmiş, hatta o yetmemiş tezgahın altına sote edilmiş, uzaktan güzel bir turist kız görüldü mü iki arada bi derede koşup püskürtülüyor enseye.
Önceden tesbih çekerlerdi artık kaldırmışlar.
Önceden kapı önünde sigara içerlerdi artık onu da kaldırmışlar.
Önceden üzerlerine ne yapacaklarını bilmedikleri bir salaklık çökünce birbirlerinin dibine gidip, tek bacağı hafif kırıp, parmakları şıklatıp, öpücük sesi çıkartırlardı artık bu kroluk da kalmamış.
Basbaya karizmatik, etkileyici, centilmen ve esprili olmuşlar.
Hanzoluktan kibarlığa terfi etmişler.
Adamakıllı çapkınlar, orası zaten öyleydi, değişmez hep de öyle kalacak.
Egoları bir insanı hasta edecek kadar şişik.
Turist ve bekar bir kız olsam -aynı zamanda da safın önde gideni- Türkiye'ye yerleşme sebebi bile olur bu adamlardan bir tanesi.
Konuşmadıkları lisan yok.
Öyle yalandan bir-iki kelime de değil.
Şakıyorlar, hepsini anadilleri gibi.
İngilizce'yi adamdan bile saymıyorlar.
Fransızca, İtalyanca, İspanyolca su gibi.
Rusça'yı da sökmüşler.
Çoğu Suryani olduğu için Arapça hatta Yunanca bilenler azımsanmayacak kadar çok.
Çince ve Japonca'ya da el attıklarını duyunca "yuh" dedim.
*****
Artık kartlarımızı açmanın vakti gelmedi mi sizce de?
Tabi ki anladınız nerede olduğumu.
Oyun yapmayalım birbirmize.
Dünyanın en eski ve en büyük bedesteninde.
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında temeli atılan Kapalıçarşı'da.
45.000 m2 kapalı alanda
66 cadde ve sokağı
4000 dükkanı
5 cami, 1 okul, 7 çeşme, 10 kuyu, 1 akarsu, 1 sebil, 1 şadırvan, 21 kapı, 17 han, iki bedesten ve 22 kapısı bulunan Kapalıçarşı'da.
20.000 kişinin çalıştığı ve mevsimine göre günde 300-500bin arasında ziyaretçinin geldiği Kapalıçarşı'da.
*****
Şükürler olsun ki benim öyle incik boncuk, altın pırlantayla işim yok. Hiç heves etmedim, bundan sonra da edeceğimi sanmıyorum.
"E peki niye gittin?" demeyin.
Yazımın başında bahsettiğim egzotik duygulara hasretseniz hiç vakit kaybetmeden buyurun Kapalıçarşı'ya.
Ama araya sıkıştırmayın, koca bir gün ayırın ona, mümkünse haftaiçi, mümkünse sadece fotoğraf makineniz, siz ve bolca nakit paranızla.
Tarihe yaptığınız yolculuğunuz sırasında biraz alışveriş de yapayım derseniz işte size birkaç öneri:
Altın için: Aslanlar Kuyumculuk, Kalpakçılar Cad (Kuyumcuların olduğu ana cad.)
Mutlaka Dinçer Bey'le tanışın. Bu devirde nesli tükenmiş az sayıdaki centilmen, iyi, kibar, salon adamı beyfendilerden. O kadar kurdun arasında illa ki kazıklanacaksınız ama Dinçer bey farklı biri, insana güven veriyor, huzur veriyor, yardım ediyor, inandırıyor.
Ve güleryüzlü veeee ne bileyim işte ben tereddütsüz sevdim. Birşey almasanız bile gidin çayını için, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Gümüş için: Dalgıç Gümüş. Maalesef kartlarını almamışım. Ama yerleri çok basit. Çarşı içindeki İş Bankası'nı bulun. Yüzünüz İş Bankası'na dönük olsun, sağınızdaki 2 veya 3. dükkan.
Sahibi Atilla Dalgıç dünya şekeri bir adam. İçinin temizliği yüzüne vurmuş. Çok hoş şeyler satıyorlar. Fiyatlar da oldukça makul. Ben samimiyetlerine inandım, referansları olabilirim. Giderseniz Atilla Bey'e selamlarımı iletin ;)
Veee geliyoruz çarşının demirbaşlarından günümüzün en önemli fenomenlerinden birine.
Hayır halı veya deri değil.
Kadınların en az takıları kadar olmazsa olmazı.
Prestiji, kalitesi, markası, takıntısı, stili, tarzı, tutkusu, imgesi, karakter tahlili, havası, kadınlık sembolü, artı statü sembolü...
Yeni nesil kadınlar ellerine 3-5 kuruş geçince artık annelerimiz gibi gidip altın almıyor.
Onun yerine 30 yıl boyunca modası ve havası geçmeyecek klasik bir "Chanel" alıyorlar.
Evet bir ÇANTA.
Freud'un puro benzetmesi gibi "Çanta, sadece bir çanta değil"...
Çok daha fazlası...
Kadınlar artık çantalarına bir servet ödüyor.
Ve bu onları iyi hissettiriyor.
Yüksek dozaj "femme fatal"
Tamam insan, "Bu çantalar hangi mutsuzluklara, tatminsizliklere örtü oluyor?" diye de düşünmeden edemiyor.
Ama bir taraftan da vitrinde gördüğü o harika Louis Vouitton'u alıp kaçası geliyor.
Onu bir köşeye götürüp uzun uzun okşayıp, dokunup, öpmek istiyor.
O kadar güzel.
"Bu çanta benim olmalı, ne pahasına olursa olsun" diyen kadınların sayısı arttıkça onların bu zaaflarına hizmet eden firmaların sayısı da artırıyor.
Mesela bunlardan bir tanesi concierge hizmeti veren Quintessential firması.
Sınırlı sayıda üretilen bir çanta mı beğendin? Ve o çanta İstanbul'da yok mu? Bunlar başlıyorlar Londra'da, Paris'te, Milano'da senin için araştırmaya. Ve nerede bulurlarsa alıp sana ulaştırıyorlar.
Bir diğer hizmet de çanta kiralama şirketleri.
Bir davet mi var veya çantandan hemen sıkılıyorsun modası geçince kullanmak istemiyor musun? O zaman kiralıyorsun istediğin marka çantayı, ayrılırken için burkuluyor ama bir servet ödemekten kurtuluyorsun.
Ya da paşa paşa gidiyorsun Kapalıçarşı'ya istemediğin kadar renk ve çeşitte Louis Vuitton, Prada, Versace, Chloe, Miu Miu, Hermes Birkin, Fendi, Balenciaga falan fıstığa ödüyorsun namuslu bir para.
Üstelik o kadar iyi taklitler yapıyorlar ki gerçeklerinden ayırt etmek neredeyse imkansız.
Kızalım mı, gülelim mi, dalgamızı mı geçelim veya kabuklu fındık fıstık mı atalım bunlara yoksa gidip kuzu kuzu Kapalıçarşı'dan kolumuza birer Louis Vouitton takalım, alalım verelim alalım verelim, ekonomiye can verelim, ata yadigari çarşımızın ev sahipleri olan yakışıklı&çapkın esnafımızı da kendi hallerine mi bırakalım bilemedim :-oo


Oylama başlamıştır, buyrun, görüşlerinizi beklerim ;)

http://www.kapalicarsi.org.tr/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kapal%C4%B1_%C3%87ar%C5%9F%C4%B1

Kapalı çarşı'ya gitmek isteyenler ve yerini bilmeyenler için:
http://maps.google.com/maps/place?hl=tr&rlz=1G1GGLQ_TRZZ326&um=1&ie=UTF-8&q=kapal%C4%B1%C3%A7ar%C5%9F%C4%B1+istanbul&fb=1&gl=tr&hq=kapal%C4%B1%C3%A7ar%C5%9F%C4%B1&hnear=istanbul&cid=13494220290109446287

Nesss, the Grand Bazaar, Kapalı Concierge ;)

Yazı tarihi: 13 Ocak 2010

Hiç yorum yok: