26 Ocak 2010 Salı

Bir avuç mavi gökyüzü

Sabahın şafakla yarışan kör vakti.
Ankara'da Sibirya'dan mı Alaska'dan mı nerdense geldiği belli olmayan dondurucu bir soğuk.
Huhhh yapıyorsun nefesin havadayken buz oluyor ve çıtır çıtır kırılarak yere dökülüyor.
Ocak ayının yirmibeşinci günü.
Yıl ikibinon.
Uyandım ama fiziken, sadece fiziken, beyin takımı komple uyumaya devam ediyor.
Birden dank ediyor.
"Uyan kızım, kendine gel, bugün önemli bir gün" diyorum.
Edison'un ambulü gibi klikkkk ederek ışıyorum.
Yüzünü yıka, çayını koy, kahvaltını et, o sırada sabah haberlerini izle, gazeteye şööyle bir göz at.
Evet hava soğuk ama ben daha da soğuğum, pardon soğukkanlığım ya günlük rutini bozmamaya çalışıyorum.
Hesapta "cool" takılıyorum.
Fakat soğukkanlılıkla ağırkanlılığı karıştırıyorum besbelli.
Bir yavaşlık bir yavaşlık...
Yok, soğukkanlılık, cool'luk falan işe yaramıyor.
Etrafa belki ama kendime yediremiyorum numaramı.
Basbaya, eşek gibi heyecanlıyım, içim zangır zangır titriyor.
*****
4.kat 2410 no'lu odaya kendimi içeri atarcasına giriyorum.
Ohhh daha burada, henüz gitmemiş.
Hemen yoklama alıyorum. Tamam, yoklama tamam, herkes burada.
Kalabalığız, kalabalık bir aileyiz, hepimiz burada olmalıydık, işte burada hazıroldayız.
Kimse -güya- birbirine çaktırmıyor ama ortamda felaket bir gerginlik var.
Havada elektrik asılı.
Birbirini tenhada kıstıran herkes "çok korkuyorum, çok heyecanlıyım" diyor, tırnaklarını kemiriyor.
Odaya girer girmez yüzünde güller açıyor, televole esprileri yapılıyor.
*****
Salağım, salağım, salağım!!!
Otoparka bile inerken fotoğraf makinemi yanıma alan ben bugün almamışım. Kafamı nerelere vurayım!!!
Bu anlar, bu hayatta bir kez yaşanan özel dakikalar fotoğraf makinesiz nasıl olur??!! Yemin ederim kendime uçan kafa atmak istiyorum.
*****
Zapzayıffff ve acayip şeker bir kadın odaya giriyor.
Bizler gibi donuk değil sahici sahici gülümsüyor.
Sıcacık bir tebessümü var.
Hemen kendinizi eline bırakmak istiyorsunuz.
Narkozist olduğunu söylüyor ve anne adayına doğumu nasıl yapmak istediğini soruyor.
Epiduralli sezeryan için hazırlıklar başlatılıyor.
Doğumhaneye götürülüyor, epidurali takılmış olarak geri odaya getiriliyor.
"It's a boy" yazan mavi süslemeli kapı, oğluşumuzun tek tek mavi tüllerle sarılmış çikolata dolu süslü sepeti, yine çok süslü ve şık tüllere konulmuş -benim en bayıldığım- küçük lavanta keseleri, camdan dışarı bakarak gözyaşlarını gizlemeye çalışan anne adayının annesi, gözgöze gelmemeye çalışan kardeşler, kuzenler, yeşil  bonesini takılırken anne adayı ve volta atarken baba adayı vs. hepsi doğum fotoğrafçımız Ahu tarafından kare kare çekiliyor.
Ve doğumu yaptıracak hocamız geliyor.
Hazır olup olmadığımızı soruyor.
Nefesler tutuluyor. Ve fakat bir daha bırakılamıyor.
Tamamen şuursuz olan baba adayı doğuma girip giremeyeceğini soruyor. Üstelik handy-cam'le.
"Tabii girebilirsin" diye sırtını sıvazlıyor doktor bey. Kalantor ve aceleci bir adam. Hemen gidiyor.
"Tamam aşkım yanındayım" diye uyuşmaya başlayan kuzenimin elini tutuyor baba adayı.
Surat bildiğiniz kireç beyazı.
Bi kireç, bi domates, bi patlıcana çalıyor damat bey.
Hastabakıcılar geliyor, yataktan alıp hoooop sedyeye koyuyorlar ve biz daha ne olduğumuzu anlamadan odadan götürüyorlar.
Artık kimse kendini tutamıyor, koyveriyor.
En çok anneler ağlıyor, ben yine en ağlamak istediğim yerde donup kalıyorum.
Baba adayının tek eli sevgilisinde, tek elinde kamera -bence tavanı çekiyor- koştur koştur sedyenin hızına yetişmeye çalışıyor.
Dualar, "Allah'a emanetler", "Allah kurtarsınlar", "seni çok seviyoruzlar", el sallamalar ve yutkunmalar...
*****
Onlar gözden kaybolunca herkes birbirine sarılıyor ve başlıyor hıçkıra hıçkıra ağlamaya.
İsterseniz burada bir es verelim. Sizinle birlikte başa gidelim.
Evet biz de tipik bir Türk ailesiyiz ama olay bu kadar basit değil.
Yaşadığımız sadece normal bir doğum anı endişesinden ibaret değil.
*****
Sevgili kuzenimin bu 6. gebeliği.
Diğer 5 tanesinden biri 7.ayında ölü olarak doğurtturuldu.
Allah düşmanımın başına vermesin, bununla imtihan ettiklerine de şifa ve sabır versin, zor bir durum.
Ne kuzenimin kendisinde, ne eşinde herhangi bir kalıtsal sebep olmamasına rağmen ve daha önce ailelerinde kimsede olmamasına rağmen bebekleri "down sendromlu" oluyordu.
Yüzlerce tahlil, muayene, ultrason, yöntem, tedavi, test, iğne, kan, ağrı, aşı, sancı, acı, dert, sıkıntı, hayal ve hayalkırıklığı...
Senelerdir devam eden bu dipsiz süreç.
Her bir umudun sonunda maddi manevi büyük bir yıkım.
Üstelik baba adayı Irak'ta çalışıyor.
Hanımını çok seven ve üzerine titreyen bir eşin telefonun ucundaki çaresizliği.
Birbirleriyle tek kuvvet, tek vücut oluşları, birbirlerine kenetlenişleri, web-cam'den konuştukları şafağı söken geceleri, sonu olmayan sevgileri, umutları ve içlerindeki sınırsız Allah inançları, tevekkülleri.
Hikayelerinin içinde adım adım yaşarken de şimdi satır satır yazarken de tüylerim diken diken oldu.
Ve işte yaklaşık 5 sene süren, tıp dünyasının bile çaresiz kaldığı bu mücadelenin sonunda bu sabah onları doğumhaneye uğurlarken akıttığımız gözyaşlarımızın sulugözlülükten değil de canımızın tam içinden aktığını artık söylememe gerek yok sanırım.
*****
Evet bu sefer tüm testler, ultrasonlar, amniyosentezler herşey yolunda gitmişti ama...
...ama insan bu bilinmezliğe aklının sözünü geçirebilseydi insan olmazdı ya...
*****
20 dakika sonra, hemşirenin kollarında mavi bir ışık geldi odamıza.
Sapasağlam, demir gibi, pamuk gibi, şeker gibi bir bebek Allah'a şükür :)
Herşey iyi, herşey normal, herşey yerinde...
Bi 20 dakika sonra da anneyi getirdiler.
O da çiçek gibi, nurlar içinde maşallah...
Emzirmesi için göğsüne yatırdılar bebeğini.
O an, işte o an... o cefakar annenin gözyaşları içinde oğlunu bağrına basarak koklaması...
...dünyanın en gerçek, en sınırsız, en emsalsiz sevgisi.
Allah isteyen herkese nasip etsin,
Allah yavrusunun kokusunu hiçbir annenin koynundan almasın.

Veee Mehmet Baran Özgen, dünyamıza, bize, yuvamıza hoşgeldin, hoşluklar getirdin.
Bahtın güzel olsun, Allah gönlünü dertte bırakmasın, anneni, babanı, sevdiklerini senden ayırmasın.
*****
Günün birinde anne olmak bana nasip olursa genel anestezi isterim diye düşünürdüm hep.
Bugün vazgeçtim; insanın içinden bir can çıkartması kadar mucivezi bir şey olamaz, bunu mutlaka görmeli, yaşamalı diye düşünüyorum.
Ve bebeği göğsüne koyduklarında canlı ve bu duygularının idrakında olmalısın.
Bugün başka bir fikrimi daha değiştirdim;
babaların doğuma girmesi taraftarı değildim.
O sahneyi görmenin onlara travma yaşatacağını düşündüğümden, onu kan tutacağını düşündüğümden, anneyi öyle acı çekerken görmek istemeyeceklerini düşündüğümden, sonrasında hani anlarsınız ya eski heyecanlarının kalmayacağını düşündüğümden...
Yanlışmışım, yanılmışım.
Şekilciymişim.
Çok yüzeysel düşünmüşüm.
Bu o kadar kuvvetli bir paylaşım ki esas babayı doğuma sokmamak ona büyük haksızlık olur.
Zaten araya perde konuluyor.
Baba arkaya geçiyor, elini tutuyor ve kulağına güzel şeyler söyleyerek seni rahatlatıyor.
Bir yaz akşamı, deniz kenarı bir barda senle flört eder gibi
Ve 9 ay boyunca içinde olan o minik şeyi karnından çıkarıp havada tuttuklarında seninle birlikte ağlıyor.
Seninle birlikte ilk kez sesini duyuyor.
Ve onunla birlikte harika bir iş çıkartıyorsun, yanyana duruyorsun.
Artık biliyorsun ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Hayatta bir kademe daha atlamış oluyorsun...
Tabii bu arada biraz kafayı da yiyorsun!

*****
Sevgili Mehmet Baran, güzel annesi ve güzel babası; karanlık bir 2009'dan sonra 2010'da gökyüzü oldunuz bize.
Bugün annemin sağlığıyla ilgili endişe verici sonuçlar almış olsam da bir kez daha anladım ki sen elinden gelen herşeyi yaptıktan sonra gerisi tevekkül...

Sevgiyle ve tevekkülle...

Nes, the Tevekkül

Yazı tarihi: 25 Ocak 2010

Hiç yorum yok: