31 Ocak 2010 Pazar

Bu hayatta ne yaparsanız kendinize!

Kaç yıl geçtiğini bile hatırlayamayacağım kadar uzun zaman önce Ankara Büyük Tiyatro'da Cüneyt Gökçer 'li "Damdaki Kemancı"yı izlemiştim.
Müzikali hayalmeyal hatırlıyorum ama duygularımı bugün gibi net; olağanüstüydü, enfesti, etkileyiciydi, sanattı.
Ondan birkaç sene sonra da New York'ta Broadway'de yine aynı müzikali (Fiddler on the Roof ) izlemiş; ufkumu, sanat hayranlığımı ve ruhumu genişletmiştim.
Dünyamı, maneviyatımı sanatla beslemenin benim için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu bir kere daha hissetmiştim.
Ve yine yıllar sonra Ankara Şinasi Sahnesi'nde dev oyuncu, güzel kadın Ayten Gökçer 'i Maria Callas 'ın hayatının anlatıldığı tek kişilik muhteşem bir oyunda izlemiştim.
Tek kişilik oyun oynamak, salondaki onca seyirciyi birkaç saat boyunca bir başına sahneye çekmek zor iştir.
Ayten Gökçer'in kudretli oyunculuğu saatler boyunca tüm nefesleri Maria Callas'ta tutmaya muktedir olacak kadar kuvvetliydi. Bugün hala o göz dolduran oyunculuğu, sahnedeki hakimiyeti gözümün önünden gitmez.
*****
Benim de mezunu olduğum Bilkent Üniversitesi Türkiye'nin hiç tartışmasız en iyi üniversitelerinden biri.
Hatta dünyanın...
Cüneyt Gökçer, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nün kuruculuğunu ve bölüm başkanlığını yapmıştır.
Nurlar içinde yatsın...
*****
Ankara'ya her geldiğimde yıllardır tiyatro/opera/baleye gidememenin eksikliğini hissediyordum.
Sonunda, kuzenim Gonca ikimize bir tiyatro oyunu için bilet almıştı.
Oyun önce çocuk oyunu olarak planlanmış fakat sonra büyüklerin de zevkle izleyebileceği bir kurguya büründürülmüştü.
Hiç farketmez, Ankara'da tiyatroysa ne olursa giderim.
Haftaiçi sabah 11'de, Çayyolu'ndaki yeni açılan Cüneyt Gökçer sahnesinde, "Narnia Günlükleri" ne gidiyorduk.
Bir gece önce Gonca, Ceyda ve ben Avatar'a gitmiş, dönüşünde Gonca bizde kalmıştı.
Tiyatro sabahı ikimizde de bir heyecan, bir süs püs sormayın gitsin.
Çünkü öyledir, yani öyleydi.
Ankara'da tiyatroya şık gidilir, kokular sürülür, zarif olunur, özenilirdi.
"Prömiyer" ve "Gala" kavramları vardır Ankara'da.
Çırağan'da 5 yıldızlı düğünden daha özeldir, fiyakalıdır, elittir.
Güzel gidersiniz oralara, şık olursunuz, kadife kırmızı halılardan koltuğunuza oturup o büyülü perde açıldığında oyuncularla gözgöze gelirsiniz.
Onlar sizi tanır, siz onları.
Ses tonları, haykırışları, içli içli ağlayışları, histerik gülme krizleri diken diken yapar sizi. Oturduğunuz yerden çoktaaan havalanır sahnenin içine girip o tozları yutmaya başlamışsınızdır bile siz farkına varmadan...
Şimdi hepimiz Behlül'le Bihter'i tanıyor, onların salınışlarını oyunculuk zannediyoruz ya oyunculuğun asıl master'ı boynuzlu koca Adnan- Selçuk Yöntem -dir.
Daha küçük, küçücük bir kızken hayran kalmıştım ben ona.
"Deli Dumrul" u sahneliyorlardı.
Bir değil, iki değil, üç değil defalarca gitmiştim o oyuna.
Çoğu zaman en önde en ortada otururdum, burunlarının dibinde, gördükleri ilk yerde.
Tabii o zamanlar internetten satış falan hak getire. Bilet çıkacağı ilk gün kar kış demeden gişeler açılmadan önünde dikilirdim en önden bilet almaya, onların şıpır şıpır damlayan terlerinin üzerime düşecek kadar yakınlarında olmaya.
Oyuncuların nefeslerini, mimiklerini, seyirciye çaktırmadan yaptıkları sahne içi laflamalarını, şakalaşmalarını, bakışmalarını yakalamaya.
Hayır ömrümde hiç tiyatroda oynamadım, özel bir hevesim/isteğim de hiçbir zaman olmadı bunun için.
Benim sevdiğim onların bana verdikleri hayat, benim onlara verdiğim ruhumu işleyerek, besleyerek, çoğaltarak geri bana teslim etmeleriydi.
Hepsi o kadar...
ve bu "hepsi" dünyalar kadar...
*****
"Deli Dumrul" un kadrosunda dikkat çeken, enerjisiyle yerinde duramayan bir oyuncu/dansçıydı Sabri Özmener. 
Sabri Özmener, Hakan Vanlı, Ege Aydan, Semih Sergen'in oğulları Burak ve Toprak Sergen, Özlem Ersönmez, Tülay Bursa ve yılların gençleştirdiği muhteşem oyuncu Zerrin Tekindor(Aşk-ı Memnu'nun Matmazel'i) ve daha isimlerini şu an hatırlayamadığım bir dolu müthiş oyuncu aynı ekiptendi.
Hepsi birbirinden başarılı, birbirinden etkileyici oyunculardı.
Her oyundan önce heyecanla aldığım ve bugün itinayla koleksiyonumda sakladığım oyun programlarında bu oyunculardan birkaç tanesinin adını mutlaka görürdüm.
Tanıdık sesler, bildik mimikler, harika duruşlar ve her seferinde yeni bir dünyaya onlarla girmek nasıl da ılık bir duygu yaşatırdı, memnun edici...
Cuma akşamları oyun çıkışı yukarıdaki listede yazdığım enerjisi içine sığmayan bir grup oyuncu Çevre Sokak'taki Replik Bar'a giderlerdi.
Orası sanatçıların mekanıydı.
Ben o zamanlar yaşım tutmadığı için ağabeyimin kalabalık grubu içinde kaynar, aradan sızardım bu bar alemine.
Yok böyle bir eğlence, böyle tadında bir gece hayatı, deşarj olma, mutlu olma halleri.

Şimdi -nerdeyse hepimizin tanıdığı- şarkıcı Pamela (Spence) o zamanlar Replik'te şarkı söyleyen gencecik bir kız.
Siz bakmayın bu sıralar rocker ayaklarında, bileğinde deri bilekliklerle falan takıldığına...
O zamanlar yıkılıyoooo.
Ama ne güzellik o öyle, o ne seksilik...

Nefes kesici.
Tam bir afet.
Sahneye çıkıyor.
Herkes tıp. Çıt yok.

Onun yaptığına şarkı söylemek falan değil; erkek cinsini toplu hipnotize etmek denirdi.
Hatta kadınları da.
Barın üzerine çıkıp, tek elini tavana yaslayıp bir "Black Velvet" söyleyişi vardı ki offff.
Ben ömrümde sakilleşmeden ve ucuzlaşmadan dişiliğini böyle etkileyici kullanan, bu kadar yüksek seksapeli olan birini daha görmedim, helal olsun.
*****
Yıllaarr sonra Narnia Günlükleri'nde Sabri Özmener'i görünce o yıllara geri gittim.
Sabri "Bay Kunduz"u oynuyordu. Rolü gereği üzerinde kaba, kocaman bir kunduz kostümü vardı.
Siyah beyaz kırçıllı.
Uzatılmış saçları ve sakalı da siyah beyazdı.
Zor tanıdım.
Sesini ve el hareketlerini bu kadar iyi bilmesem uzun süre tanıyamazdım belki de.
Ve yine en ön en ortada oturmasam, gözlerini bu kadar yakından görmesem uzaktan çıkaramayabilirdim.
*****
"Narnia Günlükleri " tek kelimeyle "mükemmel" bir oyundu.
Evet çocuk oyunu ama ben bayıldım.
Dekor, kostümler, müzik, kalabalık ve genç oyuncu kadrosu, konunun şekerliği, oyuncuların enerjisi yıldızlı pekiyiydi.
Ankara'da iseniz sezon kapanmadan bu oyuna mutlaka gidin. Çocukluysanız da çocuğunuzla birlikte bu oyuna illa ki gidin.
*****
Oyun bitti, ben yine ayakta avuçlarım kızarana kadar alkışladım.
Oyun sonrası Gonca'nın arkadaşı olan oyuncu Ünsal Coşar'ı tebriğe kulise gittik.
Bunca yıllık tiyatro seyirciliğime rağmen ilk kez bir kulise giriyorum.
Ünsal hoca bizi alarak Sabri'nin yanına götürdü.
"Vayyy be..." dedim kendi kendime.
Aradan uzun yıllar geçse de, insan gönül gözüyle sevdiklerine karşı duygularını kaybetmiyormuş.
Sabri'nin göz kenarları ve alnı kırışmış, saçları ve sakalları beyazlamış, oldukça da kilo almıştı.
Olsun, umrumda mı?
Hiç değil, hiç farketmez...
Umurumda olmaz...
Bir insanla ruhun bütünleşmesi, hayattaki duruşuna hayran olma, aklını sevme, onun aurasının gizemine kapılma, onu ayakta alkışlama, hem sen hem o bir dolu evreleri atlatıp faz değiştirdikten sonra bile aynı paydada buluşabilme, kısacık bir konuşmada bile kendini iyi hissetme, yukarılara çıkabilme alın çizgilerinin ne kadar gerisinde kalabilir ki?
Kalamaz, kalmamalı.
"Kalabilir"le şekillenenler ahmaklıktan öteye gidemeyenlerdir.
Evet fiziksel beğeni, çarpılma, tersyüz olma çok önemli, olmazsa olmaz.
Ve fakat bir insanı tanımak, onu tanıdıktan, dünyasına girdikten sonra iki ters bir düz olmak, her geçen gün onunla yenilenmek, kendine ve hayata olan bağıyla seni bağlamasına izin vermektir gerçek olan.
Sevme, sevilme, beğenme, beğenilme, anlama, anlaşılma duygularını aşkla, ateşle gün ışığına kavuşturan bunlardır...

Gurur verici, doyurucu olan budur.
Aksi zavallılık, sığlık olur.
Bu sığlığa düştüğünde kurtuluşun yoktur; bi bakarsın ki ormanlar kralı aslanken oluvermişsin herkese madara olan daldan dala atlayan şempanze :D
Bugünlerde bir spor araba, eli ayağı düzgünce bir vitrin ve refah düzeyini yukarı taşıyan herkese yanayakıla aşık oluyor ya genç kızlarımız...
"Hey haaattt" diyorum, tamam sizde bir sinek kadar akıl yok amma o koca koca insancıklara acımayla karışık üzülüyor insan.
Gelin buyrun Ankara'ya, siz ve ben gidelim birlikte Sabri'nin bir oyununa dolambaçlı da olsa anlarsınız belki nasıl pejmürde bir hayatın peşinde olduğunuzu!
Öteki mi?
Ona denilecek tek şey var;
"Aşk mı?"
"Sevsinler..." ;))

Nes, kendimce

Yazı tarihi: 31 Ocak 2010

Hiç yorum yok: