2 Eylül 2011 Cuma

Duluth

Duluth... tanıdığım en zeki, en karizmatik, en eğlenceli ve en yakışıklı erkeklerdendi.
Yakışıklı denemezdi, nefes kesiciydi.
Gözleri söylediklerinden başka bakardı.
Oysa ben en az sözlerini dinlediğim kadar gözlerine de bakmayı severdim.
Ve bu ikisi arasındaki, üstün beceriyle gizlediği çelişkileri yakalamaya çalışırdım. Başımı döndüren bir durumdu bu. Evet, çünkü her yeni çelişkisini keşfimde, kendimi ona başkalarından bir adım daha yakın hissederdim.
Ona diğerlerinden yakın olmak ne kıymetli bir ayrıcalıktı.

Sarsılmaz bir özgüveni vardı. Buna kibir denilebilir miydi? Ya da ukalalılık?
Kimi zaman belki...
...ve buna rağmen o dağ gibi kibirin altında kollarına sığınmayı özlemle isteyeceğim kadar dağ gibi sağlam duran bir erkek olduğunu bilmek dünyanın en büyük lütfuydu bana.
*****
Sabahlara kadar konuşsak yine de konuşacaklarımız bitmezdi onunla.
Konuşulacaklara mı yoksa birbirimize mi doyamazdık da bu kadar bitmezdi acaba?!
Dünya umrumda değildi onun yanında olmaktan, onun yakınında kalmaktan başka.
Onunla gülmekten, bir daha onu ne zaman göreceğimi düşünmekten başka.
Varsın dönsün dünya, ben onunla olmayı yeğlerdim dünyanın geri kalanına.
*****
Duluth...
Yakışıklı değil, nefes kesiciydi.
Hem iyi kalpli hem nefes kesici.
Yeşilimsi, çocuksu gözleri çakmak çakmak, muzur muzur bakardı hep.
Hem annesiymişim gibi çocuksu hem çocuğunun annesi olmayı isteyeceğim kadar etkileyici.
Duluth bu işte...
Onu tanıdığım o güzel Pazar gününden beri aklımdan çıkmayan, aramızdaki "herşeyden" oluşan tüm o güzelim duyguları isimleştiremediğim ve her geçen saniye daha çok "canım" olan Duluthhhh...
Geçmiş zaman arkadaşım, şimdiki ve gelecek zaman sevgilim, gözbebeğim, canım...
Duluth, aşkım!


Nes, ask(me if...)

Yazı tarihi: 02 Eylül 2011

Hiç yorum yok: