26 Haziran 2010 Cumartesi

Veee perdeeee!!!

Çok sıkışmış olmalıyım.
Yoksa bilmediğim bir yerde hele hele kendimi yabancı hissettiğim bir yerde hayatta demem.
Kendimi yabancı hissettiğim bir yerde ben hiçbir şey demem.
Demek istemem, yapmak istemem.
Tuvalete girmem, yemek yemem, birşeyler içmem, içimden konuşmak gelmez, en dikkat çekmeyen köşede antisosyal bir saksı gibi dikilirim.
Önceden o halimden utanır sıkılır, ortamın gereği neyse öyle davranmaya çalışırdım.
Sonra sonra çaktım durumu; anlamsız çabalarmış, şekle girmeye çalışmanın hiç anlamı yok, neysen o!
*****
"Benim tuvalete gitmem gerek" diyorum.
3 kızkardeş bana tuvaleti gösteriyorlar.
En büyüğü 10-11 yaşlarında, ortanca 6-7, en küçüğüyse 2-3 olmalı ağzında emzik var.
Saçları uzun, neredeyse bellerine geliyor, koyu kestane, dümdüz.
Kız çocuklarını severim, onlar da beni ama bunlarla elektriğimiz tutmuyor, mesafeliyiz.
Tuvalet diye gösterdikleri yere bakıyorum; balkon.
Balkonda alaturka bir tuvalet hem de.
Üstelik balkonun her tarafı açık.
Tam karşıda 3-4 adam var.
Hava buz gibi, koyu gri, sağnak yağmur yağıyor.
Adamlara bakıyorum, tuvalete bakıyorum, kızlara bakıyorum; "ben buraya giremem baksanıza adamlar görür" diyorum.
"Sen bilirsin başka tuvalet yok" diyorlar.
Kendime hırslanıyorum tuvaletimi tutamayıp, kızlara sorup, bu duruma düştüğüm için.
"Ben de girmem o zaman" diyorum.
İçeri giriyorum, vakit öğle vaktini bile geçmiş, akşamüstü, hava ha karardı ha kararacak.
Bir yatak odasının içindeyim.
Şişman, çirkin, etleri sarkmış, saçı başı darmadağınık ama ben yaşlarda bir kadın uyuyor.
Ben odaya girince uyanıyor, yatakta doğruluyor, birşeyler söylüyor bana, keyfim kaçıyor. Cevap vermeden odadan çıkıyorum.
Rahatsız ve tedirginim.
Huzursuzluk içinde kıvranıyorum.
Nereden ne gelecek diye geriliyorum!
Gitme vaktimin geldiğini düşünüyorum.
Orası Ankara ve benim o gün kendi kullandığım arabayla İstanbul'a dönmem gerekiyormuş.
Hava karardığında, tek başıma araba kullanacak olmak beni huzursuz ediyor.
"Hemen yola çıkmalıyım, zaten ne diye buraya geldiysem" diye düşünüyorum.
Tam çıkmak üzereyken önce kendi annemi görüyorum. Tek başına, tek kişilik bir koltukta öylesine oturuyor. Beni görüyor mu emin değilim ama onu orda görmek beni iyi hissettiriyor.
Tam karşısına bakıyorum.
Gözlerim kitleniyor.
Gördüğüme inanamıyorum.
O da beni görüyor; yıllaaarrrr yıllar sonra.
Uzaktan bakışıyoruz.
İnsanın gözüne, geçen onca seneyi bir çırpıda okuyacakmış gibi bakıyor.
Biliyorum o beni severdi, kendi kızı gibi, kendi özü gibi.
Bakışıyoruz, bakışıyoruz... gözlerimiz doluyor.
Sanki şimdi burda karşımda gibi, öyle canlı, öyle gerçek.
İçim eziliyor.
Koşarak gidip sımsıkı sarılıyorum.
Ağlaşıyoruz, sarılıyoruz, birbirimizin yüzünü sevip bir daha ağlaşıyoruz, tekrar daha sıkı sarılıyoruz.
Bu nasıl bir özlem hey güzel Allah'ım...
Bu nasıl derin bir hissiyat...
Birşey demiyor, sadece acıklı acıklı yüzüme bakıyor.
Üzgün ama yapacak bir şeyi yok gibi.
Oysa ne çok şey yapardı benim için.
Kendimi kötü hissediyorum.
Demek ki yapılacak birşey gerçekten yok.
Olsa, olsa biliyorum o yapardı.
Anneme bakıyorum, oralı olmuyor, ben yokmuşum gibi davranıyor.
İyice güçsüzleşiyorum, içimde koca bir yer oyuluyor. Sanki hiç iyileşemeyecek bir yara açılıyor.
Tam çıkmak üzereyim onu görüyorum.
Kızların babası.
Kızlarla da, içerde yatan çirkin kadınla da alakası yokmuş gibi duruyor oysa.
O evde, o hayatta olmaktan mutlu değil ama belli gidecek kadar cesur da değil.
Kendi halinde, çekingen bir adam.
Camın kenarındaki çalışma masasında oturmuş gidişimi seyrediyor sessizce.
"Kal" demiyor.
Dese kalacağım.
Demiyor...
Etraf loş, bir tek masanın üstündeki küçük çalışma lambası yanıyor.
Tek elini bir kulağına yaslamış, gövdesiyle masanın üstüne kaykılmış.
Masada bir sürü maket uçak.
Sarı, plastikten birini alıp eline, havaya kaldırıyor, uçuruyor.
*****
Kızlar, hala uyumakta olan çirkin anne, maket uçaklarıyla o, karşılıklı oturan iki anne...
Son kez onlara bakıyorum.
"Ama ben gece yola çıkmayı hiç sevmem, uğursuzluktur, hem çok da sıkıştım" diyorum, bakıyorum kimsenin umru değil.
Onların hayatı devam ediyor, gitmesi gereken benmişim şimdi daha iyi anlıyorum.
*****
Uyandığımda kendimi attan düşmüş gibi hissediyordum.
Duvar, tavan ve ben uzun ama boş kesişmelerle romantizm yaptık.
Rüyayı slow motion bir daha, bir daha yaşadım.
Uyuyor muyum, uyanık mıyım, uyur gezer, beşer şaşar mıyım anlamadım.
Gökten 3 elma düşmüş, üçü de beynimin cuk diye üzerine düşmüş gibi andavallaşmıştım.
*****
Rüyalar müyalar iyi güzel de, bu çatlak özlem bana fena kafayı taktı.
Oyunun sonunda kim perde diyecek, kim ayakta alkışlanacak merakla bekliyoruz!
Ve "the end" müziği olarak sizi Selami Şahin'in meşhuuurrr şarkısıyla başbaşa bırakıyoruz!!!

Nes, the Avarel!

Yazı Tarihi: 26 Haziran 2010

Hiç yorum yok: