8 Ağustos 2008 Cuma

Begonviller ve Lavanta


Taş evler
Lavanta kokuları
Mavi saksılardan sarkan begonviller

Bol etli, bol limonlu leziz midye dolmalar
Tanelerinden süt fışkıran taptaze darılar
Sıcak ekmekli, içinden malzemesi taşan kumrular

Mis kokulu, sıcağı üstünde tarçınlı lokma tatlıları
Sakızlı muhallebiler, kurabiyeler, dondurmalar, Türk kahveleri
Çiçeği burnunda kabak çiçeği dolmaları
Zeytinyağlı enfes deniz börülceleri

Benim yüzümü, saçımı okşayan
Sörfçülerin yelkenlerini şişiren
Değirmenlerinin kollarını döndüren püfür püfür rüzgar

Doğru tahmin Çeşme’deyiz.
Ya da düzelteyim; artık namı çoktan Çeşme’nin önüne geçen Alaçatı’dayız.
Çeşme’ye 5., Alaçatı’ya 3. gidişim.
Ama bu seferki başka, bambaşka.
Burası geçen yaz aynı zamanlarda geldiğim Alaçatı’dan bile daha başka bir yer olmuş sanki.

Her şey basit, yalın ve çok şık.
Süssüz, sade ve birbiriyle uyumlu.
Sakin, ağırbaşlı ve o kadar da huzurlu.

Teferruat eksik ama bütün tam.

Geçtiğimiz Cumartesi sabah 9 civarlarında Alaçatı’dayız.
Bir şehrin, köyün, kasabanın, sokağın yani günün en yakanılası anıdır; herkesin uyuduğu zamanlarda uyanık olmak.
Olduğum yerlerin dokusunu, kokusunu alırım o zamanlarda.
Oraların ruhu ile kendi ruhum arasındaki hissiyatı kurmaya çalışırım. Etrafta zihnimi bulandıracaklar olmadan keyfimce hayallere dalar giderim.
Alaçatı’da bakkallar, köy kahveleri, fırınlar, pastaneler henüz açılmış. Kafeler yeni yeni kepenk kaldırıyor. Mağazalardan ise kısa vadede ses- görüntü alınamayacak gibi. Restoran ve barlara ise daha çoook var, arkalarındaki günü taze kapamışlar zira.

Günün en sevdiğim öğünü; kahvaltı için İmren’deyiz.
Aman Allah’ım o ne kahvaltı...
Günlerdir NESFİT yemekten içim kurumuş. Şimdi masada ziyafet misali uzanan cevizli İzmir tulumu, tam yağlı beyaz peynir, kekikli- zeytinyağlı tarla kokulu domatesler, sızma zeytinyağındaki zeytinler, kütür kütür biberler- bademler, sahanda çift sarılı yumurtalar, ev yapımı reçeller ve kızarmış taze ekmekler boylu boyunca gözüme ziyafet çekince gönlüm şenlendi.
Uzun zamandır unuttukları bir mutluluk yaşadıkları için damağım ve midem zevkten 4 köşe olmuşlardı. Tabi daha dakka birde gösterdiğim bu yeme potansiyelimi aynen devam ettirirsem köşe möşe kalmayacak ertesi gün deniz topu olarak kullanılabilir hale gelebilecektim :-)

Kahvaltıdan sonra odalarımıza yerleşerek plaja gitmek üzere hazırlanarak yola koyulduk.
Zevkler ve renkler tartışılmaz elbette ama bana ve paralel yaşantıdaki birçok arkadaşıma göre
Alaçatı’da plajın tek adresi: ‘Babylon’

Babylon tek kelime ile ‘enfes’ bir mekan.
Dört dörtlük, eşsiz.
Bulunduğu Çark Koy’u zannedersiniz ki Maldivler. Öylesine turkuaz bir deniz, beyaz incecik kristalize kum...
Palmiyeler, çayır çimen yemyeşil.
Geniş, rahat, kocaman minderler tertemiz.

İşletmedeki her ama her şey kusursuz. Hizmet şımartıcı. Elinizi kaldırıyorsunuz, her biri üniversite öğrencisi olan şeker mi şeker garsonlar hemen yanıbaşınıza geliyor. Siz doğrulmadan dahi siparişinizi alıyorlar.
Çiçek gibi, aklı başında, hoş sohbet çocuklar. Zaten 2. siparişten sonra sohbet koyulaşıyor. Vedalaşırken ‘bana da gel, arayı açma bak, oturmaya da beklerim’ diyesiniz geliyor.
Yiyecek alternatifleri daha iyi olamaz. Servis çok hızlı, fiyatlar makul.
Seyyar satıcılardan sadece anlaşmalı oldukları içeri girebiliyor.
Bizim önceleri ‘midyeci bey’ olarak çağırdığımız bir midyeci var ki bence kesin gizli ajan. Normal olamayacak kadar olağandışı bir tip. ‘Pamuk’muş firmalarının adı, baba-oğul ikisi de Babylon’dalar. Cebinde işlemeli ‘Pamuk’ yazan kar beyazı janti bir önlük, sis beyazı bir bermuda ve parmak arası terlikle gezdirdikleri midye tepsileri zannedersiniz ki nadide bir mücevher kutusu.
Mısırcı da onların küçüğü, yani halefleri. Yalnız dikkatimi çekti o parmak arası terlik giymiyor.
Modayı daha yakından takip ediyor.
Bu yazın en büyük salgını, 7’den 70’e herkesin ayağında olan, benim Heidi ayakkabısı dediğim- Crocs’lardan giyiyor, Babylon’daki tüm garsonlarla aynı biçimde.

Midyeci, mısırcı, crocsculardan başka buraya 5 yıldızı hakettiren en önemli detay; fonda çalan harika müzik.
Ne zaman ki tatlı tatlı esen rüzgarda içiniz geçiyor, gözkapaklarınız ağırlaşıyor, okuduğunuz kitap yavaşca elinizden kayıyor o zaman müzik ninni gibi, varla yok arası.
Ne zaman ki çivi gibi suya girip dipdiri oluyorsunuz, elinizde soğuk içeceğinizle rüzgarı ruhunuzdan ciğerlerinize doldurarak evreni kucaklamak istiyorsunuz o zaman kıpır kıpır...

Gün boyunca yiyiyor, içiyor, denize giriyor, şişme iceberg’e kadar yüzüyor, kuma çıkıp crocslarımızı giyiyor, okuyor, uyuyor, uyanıyor, müzik ve rüzgarı kucaklayarak dans edip ruhumuzu temizliyor ve kendimizi harika hissediyoruz.

Hava güzel, su güzel, biz güzeliz.
Günler dolu dolu, anlar yaşanılası...

Akşamları ise ayrı tantana. O daracık, küçücük, arnavut kaldırımlı Alaçatı sokağı birden Oscar geçit törenine sahne sanki... Begonvil kokuları ile parfüm kokuları birbirine karışıyor.
Ünlüler, mankenler, yazarlar, oyuncular, tanıdıklar, artistler, artist olduğunu sananlar... kimi ararsan var.
Yüksek topuklar, yüksek egolar, yüksek gelirli zatlar doğallığın çehresini değiştiriyor.
Avuç içi kadar Alaçatı daha şimdiden 2 farklı dünyaya bölünmüş.
Boy göstermeye gelenler de var, günahlarından kopup gelenler de...
Tatilin içip dağıtmak olduğunu sananlar da, iç huzuruna kavuşmak olduğunu bilenler de...
Bikinisini göstermeye meraklı olanlar da, sörf tahtasında kendiyle yarışanlar da...
Güneş doğarken yatanlar da, kalkanlar da...
Lavantayı tanımadan bu dünyadan göçüp gidecekler de, başını bembeyaz yastığa koyduğunda günün, tatilin, tüm yılın yorgunluğunu lavantanın tazeliğiyle ruhundan arındıranlar da...

Bu kısa tatil bana çok iyi geldi. Yenilendim, tazelendim, sıfırlandım.
Tatile çıkmadan 3-5 saat önce öğrendiğim üzücü haberi Alaçatı'nın rüzgarına bıraktım.
Zaten tatilin güzelliği de bu değil mi?
Daha önce göremediklerini, bilemediklerini keşfetmek; bazen bir lavantanın kokusunda, bazen sabah fırınındaki sıcak ekmeğin dumanında...
Yazı Tarihi: 08 Ağustos 2008 - 08/08/08