23 Ağustos 2008 Cumartesi

Hasta Luego!

24-31 Ağustos tarihleri arasında aranızdan ayrılıyorum.
İspanya'nın baş şehri ve Gaudi'nin şehrine gideceğim kısmetse.
Tur kalabalığı ve koyunluğundan hiç hoşlanmadığım için bu seyahate ilk başta kendimiz gitmek üzere plan yaptık.
Fakat uçak biletlerinin fahiş fiyatları, hatta tur fiyatlarının gidiş- dönüş uçak bileti ve tüm masraflar dahil daha ucuza geldiğini görünce tur ile gitmenin daha ekonomik olacağını anladık.
Büyük ihtimalle zaten oraya varıp otele yerleştikten sonra turdan ayrılıp sonra da dönüş yolunda buluşuruz turdakilerle.

Turumuz Pronto Tur.
Daha gitmeden pek memnun kaldığımı söyleyemem.
Telefon santrallerinde ciddi problem var; kesinlikle ulaşılamıyor.
Ve tur operatörleri de aynı yoğunlukta; onlara da asla ulaşılamıyor. Parayı ilk etapta yatırmasaydık çoktan vazgeçmiştik.
Ne zaman para kazanmanın çok hizmet değil, kaliteli hizmet vererek sadık müşteri yaratmak olduğunu anlayacağız merak ediyorum.
Neyse, negatif başlamayalım seyahatimize.
Ne demişler pozitif düşün, pozitif yaşa, ommmmmm!

Görüşmek üzere veya İspanyolca deyişle Hasta Luego!

Yazı Tarihi: 23 Ağustos 2008

22 Ağustos 2008 Cuma

Citius, Altius, Fortius

Olimpik motto haline gelmiş bu 3 latince kelime “Faster, higher, stronger “ yani “daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü”anlamlarını taşıyor.
1894’te Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin kuruluşuyla birlikte resmi slogan olarak kabul edilmiştir. Sloganın arkasında yatan düşünce, bir sporcunun amacının birinci olmaktan çok, elinden gelenin en iyisini yapması, özetle kazanması değil, katılması olduğudur.
İlk kez 1896’da düzenlenen yaz olimpiyatları bu yıl 29. kez Çin’in başkenti Pekin’de, 205 ülkeden 11 bin sporcu ile tarihin en yüksek katılımına sahne olarak “One World One Dream- Bir Dünya Bir Rüya” sloganı ile gerçekleştiriliyor.

08 Ağustos’ta başlayan ve iki hafta boyunca adeta bizlere görsel bir şölen sunan 2008 Pekin Olimpiyatları’nda; yüzme ve atletizmde kırılması güç denilen rekorların art arda gelmesi hepimizi büyülü bir heyecanla ekran başına kilitledi.

Hiç şüphesiz olimpiyatlara damgasını vuran 2 isim ABD’li Michael Phelps ve Jamaikalı Usain Bolt’tu.

ABD’li Michael Phelps katıldığı 8 yarışta 8 altın madalya kazanarak Mark Spitz efsanesine son verdi.
Jamaikalı Usain Bolt ise 100 metrede dalga geçercesine kırdığı 9.69’luk ve 200 metredeki 19.30’luk dünya ve olimpiyat rekoru ile Michael Johnson’un 1996’da Atlanta’da kırdığı 19.32’lik derecesini tarihe gömdü.

Bu sınır tanımaz 2 süper şampiyondan Phelps’i izlerken biz yorulduk, o kazandıkça yorulmadı. Bizim nefesimiz kesildi, o suyun üzerinde koşarcasına yüzmeye devam etti.
23 yaşındaki Phelps’in Olimpiyat tarihinin en çok altın madalyalı sporcusu olma ünvanının arkasındaki etkenler sıralamakla bitmiyor.
Akıl almaz azmi, hırsı, inancı, disiplini, çalışkanlığı, kendine olan güveni, motivasyonu ve arkasında onun için çalışan profesyonel ordu Phelps’in başarısının rastlantı olmadığının apaçık kanıtları.

1) Bunlarla birlikte fiziki bir çok avantaja sahip. Öncelikle vücudu Su Vücudu (Aquatic Body).
Boyu 1.93 metre. Bacakları kısa, gövdesi iri. Kol açıklığı tam 2.10 metre. Elleri büyük. Ayak numarası 48.5. Böylece daha az ama daha etkili kulaç atabiliyor. Eklemleri çok esnek. Bu sayede yarış başlangıcında ya da dönüşlerden sonra o meşhur yunus yüzüşünü yapabiliyor. Ama en önemli üstünlüğü kardiyovasküler kapasitesi. Kalbi vücuduna dakikada 30 litre kan pompalıyor, yani normal insanınkinden üç kat fazla. Vücudu çok az laktik asit salgılıyor. Oksijenin yanmasından sonra kanda oluşan laktik asit oranı bir yarıştan sonra bile gramda 5 milimol çıkıyor. Bu, normal bir yüzücünün ikide biri, hatta üçte biri düzeyinde. Kısacası Phelps rakiplerinden daha geç yoruluyor. Ama sudan çıkınca sorun başlıyor. Çünkü esnek eklemleri nedeniyle sık sık düşüyor. Bu yüzden koşması bile yasak.
8 altın madalyayı boynuna asıp efsaneleştikten sonra şimdilerde tek derdi biran önce tatile çıkarak ortadan kaybolmak.

Diğer bir süper şampiyon Usain Bolt ise rüzgarın şımarık oğlu ünvanı çoktan aldı bile.
1.96 boyunda, 86 kg ağırlığında ve her bir adımı 2.43 m civarlarında.
Böylesine üstün fiziki özelliklere sahip Bolt 100 metrede finaline doğru yavaşlayarak ‘Siz beni asıl 200 mt’de seyredin’ dercesine kollarını açarak şov yaptı.

Bolt’un başarısının arkasındaki etkenler ise henüz doğrulanmamış bilimsel tezlere göre kimi siyah atletlerin 1 yerine 2 aşil tandona sahip olması olarak konuşuluyor. 1964’te yapılan bir araştırmada siyahların daha yüksek topuğa ve daha kalın, yağlı ayak tabanlarına sahip oldukları, baldırlarının ince tendonlarının da uzun olduğu ortaya çıkarılmış. Ayrıca Bolt’un sarsılmaz kendine güveni ise bu başarısınn arkasındaki en çok konuşulan etken.

Bir başka süper rekor ise bayanlar sırıkla yüksek atlamadan geldi.
Rus Yelena Isinbeyava 5.05’lik derecesi ile yine kendisine ait dünya rekorunu kırdı.
Hedefinin ne olduğu sorularına ’Bir rakam veremem ama hedefim olimpik gökyüzü" yanıtını veren Rus atlet, kendisini yarışma öncesi battaniyeyle örtmesini ’Bir an o kalabalığın içinde yalnız kalıp atlayışıma konsantre oluyorum. O örtünün altına girince atlayışlara daha iyi konsante oluyorum. Bunu yarışmaya başladığım günden beri yapıyorum" diyerek açıklıyor.

Diğer bir süper kahraman ise; kadınlar 10 km maratonunda normal kategoride yüzen, ilk ampute (kol, bacak, ayak veya elinin tümü ya da bir kısmı olmayan) sporcu Natalie du Toit idi.
Bu yarışta gözler altın madalya kazanan Rus sporcu Larissa Ilchenko’dan çok Natalie’deydi.
Natalie yarıştan önce ısınma hareketleri yaptı, takma bacağını çıkarıp kenara koydu ve hakemin düdüğüyle birlikte havuza atladı. 25 yarışçı arasından 16’ncı oldu.
Çok çalışarak, isteyerek, hayalleriniz ve hedeflerinizin bıkmadan usanmadan peşinden koşulması gerektiği mesajını tüm dünyaya verdi.

Heyecanlı müsabakalardan biri de benim uzun zamandır en favori sporcularımdan olan İsviçreli raket Roger Federer’in ABD’li tenisçi James Blake ile olan maçı idi. Çim kortların efendisi Federer her ne kadar bu sene kariyerinin en kötü senesini geçirerek tüm GrandSlam’larda, ve üstelik ilk kez Wimbledon’da rakibi İspanyol Rafael Nadal’a da yenilerek hayranlarına müthiş bir hayal kırıklığı yaşatsa da hala dünya klasmanındaki yerini koruyordu.
239 haftadır dünya klasmanının zirvesinde yer alan Roger Federer'i tahtından etmeyi başaran İspanyol tenisçi Rafael Nadal final maçında Şilili Fernando Gonzalez'i devirerek altın madalyanın sahibi ve dünyanın yeni bir numaralığı ünvanını hakettiğini kanıtladı.
Renkli maçlardan bir diğeri de ABD’li Venüs ve Serena Williams kardeşlerin çift bayanlarda aldığı altın madalya ile son buldu.

29. Yaz Olimpiyat Oyunları'nda yüzmede iz bırakan sporculardan bir diğeri ise 41 yaşında 3 madalya kazanan ABD'li Dara Torres oldu. Olimpiyatın babaannesi denilen Torres yan kulvarında yüzen 16 yaşındaki rakibini geçti ve toplamda katıldığı 5 olimpiyatta 12 madalya kazanmış oldu.
Takım oyunlarında ise olimpiyatların hemen başında oynanan tarihi A.B.D. – Çin basketbol maçını tam 1.5 milyar kişi izleyerek basketbol alanında dünyada en çok izlenen basketbol maçı olma ünvanını elde etti.
Rüya Takım´ın evsahibi ile yaptığı maçta Kobe Bryant, LeBron James, Jason Kidd, Carmelo Anthony gibi yıldızları barındıran ABD Milli takımı 101-70 ‘lik skorla gözümüze ve gönlümüze seyirlik bir şölen sergileyerek sahadan ayrıldılar.

Bu adrenalin dolu yarışları coşku içinde izlerken tabi ki bir yanım hep buruk kaldı.
Daha 2 ay önce yaşadığımız Euro 2008 heyecanı aklıma geldi. Turnuva boyunca oynadığımız her harikulade maç, tek yürek oluşumuz, tüm dünyaya Türk’ün gücünü göstererek ne kadar göğsümüzü kabardığını hatırladım.
İşin içinde, hele hele de iddialı olunca zaten futbol ülkesi olan ülkemizde 7’den 77’ye hepimizin futbola olan ilgisi nasıl da arttırmıştı.
Ben bile turnuvanın olduğu 3 hafta boyunca tüm ömrümde izlediğimin toplamı kadar futbol maçı seyredip, ofsayt’ı bile anlar hale gelmiştim.
Gönlüm ne çok isterdi aynı iddiayı olimpiyatlarda da sürdürebilmemizi, bu kadar boynu bükük kalmamayı.
Phelps’in tek başına 8 altın madalya kazandığı Yaz Olimpiyatları’nda kapanışa 2 gün kala biz neler yaptık birlikte bakalım isterseniz:

İlk madalyamızı halterde 48 kg.da Sibel Ozkan’ın gümüş madalyası ile aldık.
2.madalya Grekoromen güreş 84 kg’da Nazmi Avluca’dan bronz,
3) Bayanlar 10 bin metrede Elvan Abeylegesse gümüş
4) Serbest güreş 66 kg’da Ramazan Şahin’den ilk altınımız geldi
5 ve 6) Tekvandoda 2 madalya:
57 kg’da Azize Tanrikulu gümüş, Servet Tazegül’den 68 kg’da bronz
7) Boksta 57 kg’da Yakup Kılıç’tan bronz ve
8) Elvan’ın 10 bin metredeki gümüş madalyasının ardından 5 bin metrede kazandığı 2. gümüş

68 sporcumuzla katıldığımız bu olimpiyatlarda finale 3 gün kala ancak A.B.D.’li Phelps’in tek başına aldığı madalya sayısı kadar madalya alabildik.
Hani bir Türk dünyaya bedeldi...? :-(
Bu hezimetimizin başından beri tartışılan: güçlü spor yaratmanın ancak geniş halk kitlelerinin sporu benimsemesi ve çocukluktan itibaren spor yapmasıyla olduğu.
Hemen bu yazıyı okuyunca kendinize değil, yanınızdakilere sorun “ne kadar aktif spor yapıyorsunuz” diye... Spor kürsüsüne çıkmak işte bu suale verilen çok evet cevabı ile olur.
Ben izlediğim her yarıştan sonra dünyaya bir daha gelsem boynuma altın madalya takıp, İstiklal Marşı’mızı çaldırıp, bayrağımızı dalgalandıracak başarılı bir sporcu olabilmeyi diledim.
Bu dünyaya bir daha gelebilecekmiyim bilmiyorum ama hiç olmazsa şimdiki hayatımda sınırlarımı zorlayarak kendi ‘en iyi derece(leri)mi’ yapmayı kafaya koydum.
Olimpiyatların kapanış gününde ben 1992 olimpiyatlarının yapıldığı şehir ve civar şehirlerinde olacağım kısmetse.
Döndüğümde de performans göstergeli chip’li yeni koşu ayakkabılarımla kronometrem eşliğinde Caddebostan sahilinde ...

Hadi kalkın spora, hepinizi beklerim :-)

1) http://www.hurriyet.com.tr/pazar/9679326.asp

Not: Yazımda okuduğum birçok gazete, dergi, internet sitesi vs.’den alıntılar bulunmaktadır. Tüm bilgileri harmanladığım için yukarıdaki ‘Hürriyet’ harici net kaynak gösteremedim.

Yazı tarihi: 22 Ağustos 2008

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Düğün Töreni

16/08/2008'de güzel bir düğüne katıldım.

Düğün sahibi arkadaşlarıma ömür boyu mutluluklar diliyorum.


17 Ağustos 2008 Pazar

Neslihan Kılıç'ın bana yaptıkları...

Geçtiğimiz Cuma ne feci bir gündü...
Hırpalayıcı, beter, zor...
Allah bir daha yaşatmasın.
Tüm gün herşey ters gitti. Solumdan mı kalktım nedir bütün aksilikler beni buldu.
Bir, ikii, üççç derken; ‘e yetti ama ben de insanım’ diye isyan ettim akşamüzeri.
Bu aralar Serdar Ortaç’ın hit olan şarkısında söylediği gibi ‘Hayat beni neden yoruyosun?’ diye sordum.
Ama ne fayda?!
Üzerime geldi de geldi. Başım kazan gibi kendim de pelte gibi olmama rağmen iş çıkışı iyi hissedebilmek ümidiyle kendimi spora gönderdim. Sporda i-pod’um son ses kulağımda dalıp gidince melodilere ve kendimi soyutlayınca ortamdan biraz unutur gibi oldum bu yaşadığım kabus günü.
Eve yorgunluktan bitap ve Kırmızı Başlıklı Kız’daki kurt misali önümdeki herşeyi yiyebilecek kadar aç geldim. Daha kapıyı açmadan, saniyeler içinde yemeğimi hazırlama ve yeme planı üzerindeyken cep telefonum çaldı. İçerisinde evimi seyyar olarak taşıdığım çantamın derinliklerinden telefonumu bulana kadar geçen sürede kaç kere çaldı sayamadım. Sonunda telefonu kulağından yakaladığımda ekranda gözüken numaranın bende kayıtlı olmayan, tanımadığım bir numara olduğunu gördüm.
Açtım; arayan alt komşumdu. Bugün olan garip bir olaydan bahsediyordu bana.
Ben yaşlarda bir bayanın gelip beni sorduğunu ama soran kadının halinin ve tavırlarının biraz ilginç olduğunu anlattı. Evde olmadığımızı öğrenince tekrar geleceğini belirterek gitmişti genç kadın.
‘Allah Allah...‘ dedim. Tarif edilen eşgale uygun kimseyi tanımıyordum, daha da ilginci evime gelecek kadar bana yakın olan biri niye gelmeden beni aramıyordu. Veya gelip beni evde bulamayınca neden geldiğini söylemek için aramamıştı, acaba cep telefon numarım mı yoktu, apartmanın kilitli olan giriş kapısından nasıl girmişti, güvenliklere sorsam görmüş olabilirler miydi vs vs... aklımda bir sürü soru işareti belirdi.
‘Bugün daha fazla ters olay yaşamaya taakatim yok’ diyerek umursamamaya çalıştım.
Geç olmadan zihin ve beden yorgunluğuma yenik düşerek uyudum. Ne kadar sonra olduğunu bilmiyorum, uykumun en derin yerlerinde bir yerlerde telefonum çaldı. Zar zor ‘efendim, alo, alo, efendim’ diyebildikten sonra telefon yüzüme kapandı. Zaten uyanmamıştım, uyumaya devam ettim.
Sabah uyandıktan 1 saat kadar sonra geceki olay aklıma geldi. Kimin aradığını görebilmek için telefonuma baktığımda geceyarısı atılmış 5-6 tane sms’le karşılaştım. Hepsi gece arayan numaradandı.
Yazılanları okudukça gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu.
Tüm sms’lerde ben ve olduğu varsayılan çocuğumu çok kötü sürprizler beklediği, kendimi kollamam gerektiği ve katledilmiş Türkçe, imla ve yazım hatalarından anladığım kadarı ile kocasını bana kaptırmaya niyetli olmayan bir kadının savurduğu bir dolu ağza alınmayacak tehditler vardı.
Anlaşılan o ki ortada çok ciddi bir karışıklık vardı. Buna rağmen bu olayın içinde olmaktan çok büyük rahatsızlık duydum. İlk kez başıma böyle birşey geliyordu ve ne yapacağımı bilemedim. Önce numarayı arayarak bir karışıklık olduğunu belirtmem gerektiğini düşündüm ama daha sonra karşı tarafın kısa sürede bu hatasını anlayacağını düşünerek tamamen olayın dışında kalmayı tercih ettim.
Hata olduğunu bilsem de baya bir tadım tuzum kaçmıştı.
Bazı masum insanların aksi ispat edilene kadar ne kadar zor süreçler geçirdiklerini, ne cezalar çektiklerini düşündüm.
Ve bazen gül pembe hayatınızın hiç dahliniz olmasa da 1 saniye içinde nasıl alaşağı olabileceğini...
Ve hatta güzel ülkemizdeki bir çok insanın sırf isim soyadı benzerliğinden ne garip durumlara maruz kaldıklarını.
Şimdi bunları düşününce birden içim daraldı.
Sms’leri aldığım Cumartesi sabahı erkenden sahile inip spor yapmayı planlamıştım oysa. En son 8 ay önce yaşadığım bir duyguyu bunca aradan sonra tekrar hissettim; spor dahi yapamayacak kadar keyifsizdim. Onun yerine hep huzur bulduğum Bağdat Caddesi’ne inerek öğle sıcağında yapmayı planladığım işleri sabah serininde halletmenin daha akıllıca olabileceğini düşündüm.
Hem tanıdık yerlerde dolaşmak biraz iyi gelebilirdi belki... ama ne mümkün?
Sabahın erken saatleri olmasına rağmen İstanbul tüm yazın en sıcak günlerinden birini yaşıyordu ve üzerine bir de benim içinde bulunduğum alı al moru mor vaziyetim eklenince tanıdık kaldırımlarda aradığım huzurun yanından bile geçemedim.
Öğle sıcağında kendimi pişmiş yumurta gibi hissederek eve döndüm.
Bir kaç saat sonra akşam katılacağım sevgili arkadaşım Gökçe’nin düğünü için yavaş yavaş hazırlanmaya başladığım bir sırada cep telefonum çaldı ve arayan o numaraydı.
Kısa bir tereddüt anından sonra telefonu açtım. Karşımdaki ses beklediğimin aksine 60 yaşlarında, oldukça zayıf ve kırılgan bir sesti. Yine beklediğimin aksine çok kibar ve ezik bir şekilde bana Neslihan Kılıç olup olmadığımı sordu.
Ben daha telefon çalarken 'guard’ımı almıştım lakin bu beklemediğim yenilmişlik karşısında şaşkına döndüm.
“Evet ben Neslihan Kılıç’ım ama sanırım ortada ciddi bir karışıklık var” diye söze girdim. SMS’lerde yazdığı konularla hiçbir alakam olamayacağı zaten bahsi geçen hiçbir özelliğe de uymadığımı belirttim. Yine de içini rahatlatmak isterse hakkımda öğrenmek istediği birşey varsa ona yardımcı olmak için cevaplayabileceğimi de belirttim.
60 yaşlarında kendisini aldatan kocasının sevgilisini sadece isim soyaddan yola çıkarak bulmaya çalışan biçare bir kadın vardı telefonun diğer ucunda.
Ve aslında sabah okuduğum çok düşük seviyelerdeki sms’lerle gözümden ateş fışkırırken şimdi içimi tamamen bir acıma duygusu kaplamıştı.
Devam eden telefon konuşmamız boyunca; o bana sorular sordu ve ben o esnada; “kimbilir kaç yıllık kocası, kim bilir kaç tane çocukları var, kimbilir şimdi kendini ne kötü ve biçare hissediyordur” diye düşündüm.
Telefonun sonunda aradığı Neslihan Kılıç’ın ben olmadığıma ikna olduğunda o; “kusura bakma kızım” diyerek ben de içinde bulunduğu bu zor durumda ona kolaylıklar dileyerek konuşmayı bitirdik.
Birkaç saatliğine bile olsa zannedilen Neslihan Kılıç olmak çok can sıkıcı idi.
Kimbilir kimler ne hayatlar yaşıyor diye düşündüm.
Kimbilir aynı ismi taşıyan kimlerle ne farklı kaderler paylaşıyoruz, aynı kaderi paylaşan kimlerle bambaşka yollarda yürüyoruz...

Bu gece Berat Kandili.
Berat; kelime anlamı olarak bağışlanma, affedilme demek.
Bu gece tüm günahlarımız affolsun, tüm dileklerimiz kabul olsun.
Kandiliniz kutlu olsun...

Yazı Tarihi: 16 Ağustos 2008

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Berat Kandiliniz Kutlu Olsun

Bu gece RAMAZANDAN önceki son kandil olan Berat Kandili.
Berat; bağışlanma, affedilme anlamına gelmektedir. Bu geceden on beş gün sonra ramazan başlar.
Bu gece Kuran-ı Kerim'in tümünün indirildiğine inanılır.
Ayrıca rızık, zenginlik, fakirlik, doğum ve ölüm gibi önemli olayların bilgilerinin meleklere bu gecede verildiği söylenmiştir.
Melekler bir yıllık bilgileri, talimatları ve yapacakları işlerin ayrıntılarını bu gece edinirler.
Bu gece bir yıllık hesabımızı çıkarmamızda fayda vardır. Nerede hata yaptık, kimin kalbini kırdık, kime haksızlık yaptık, kime zarar verdik, hangi iyiliklere engel olduk?

Bu geceye "Tövbe Gecesi" de denilmiştir.
Bu gece için Yüce Allah şöyle buyurur: "Yok mu benden af dileyen affedeyim. Rızık isteyeni rızıklandırayım, musibete uğrayana afiyet vereyim! Yok mu şunu şunu isteyen, vereyim."

Yazı Tarihi: 16 Ağustos 2008

15 Ağustos 2008 Cuma

Gönülçelen Teoooo


13 Ağustos 2008'de Harbiye Açıkhava'da katıldığım Teoman'ın Senfoni Orkestrası ile birlikte verdiği konser ile ilgili notlarım çok yakında bu yazıda...
Ben henüz yazdıklarımı toparlayıp buraya koyacak kadar vakit bulamadığım için Güneri Cıvaoğlu'nun 15/08/2008 tarihli Milliyet'teki köşesinde Teoman ve bu konserle ilgili yazdıklarıyla sizi baş başa bırakıyorum.
TEOMAN’IN SARKACI Teoman’ın ilginç “gel-git”leri var. Müslüm Baba ve Teoman şarkıları geçen yılların sarkaç savrulmasıydı, bu kez salınımın diğer ucu 50 kişilik senfoni orkestrası...
Rock giysilerinden önceki gece beyaz smokine geçiş de böyle bir uçlarda hareket...
Borusan Filarmoni’den, İstanbul Senfoni’den ve diğer topluluklardan derlenen bu orkestrayla Teoman da ilginç bir karşılaşma...
Teoman’ın notayla arası iyi değildir. Orkestra için ise nota, müziğin İncil’inden satırlardır.
Günlerce provalar yapıldı, iyi bir uyum oluştu.
Harbiye Açıkhava’nın merdivenler dahil hiç boşluk kalmadan dolması, Teoman’ın müziğinin ve yeniliklerinin sevildiğine kanıt...
Yazı Tarihi: 16 Ağustos 2008
04 Eylül 2008 Nesli'nin Notu: Konsere gittiğim 13 Ağustos ve bu yazıyı yazdığım 16 Ağustos'tan beri konserin bütünüyle ilgili düşüncelerimi yazmak istiyordum. Hürriyet'teki yazısında Tolga Akyıldız o kadar güzel ve doğru şeyler yazmış ki onun üzerine yazacak bana birşey kalmadı. Bu sebeple tüm yazısını aynen aşağıya yapıştırıyorum.
Açıkhava’da Teoman’la paramparça senfoniTeoman’ın böyle zor bir geceye iyi hazırlandığını söylemek pek olası değil.
Orkestrayla birlikte yeterince prova yapsaydı; hem kendi bu kadar gerilmezdi, hem de orayı dolduran Teoman hayranları için daha etkileyici ve unutulmaz bir gece olabilirdi.
İçerik olarak bu kadar özenle hazırlanmış bir konserin, seyircisi de heyecanlıyken, hak ettiği büyüyü üretemedi Teoman. Öylece, başladı ve bitirdi.
Geçtiğimiz hafta Avea Harbiye Açıkhava Konserleri kapsamında bir konser izledim; hayranlarının ne zamandır merakla beklediğini bildiğim Teoman konserini...
Bekleniyor olmasının sebebi de, konserin senfonik oluşu.
13 Ağustos Çarşamba, güzel bir yaz akşamı, "Paramparça Senfonik"i izlemek için biz de yerimizi alıyoruz Açıkhava’da. O gün, aynı saatlerde Galatasaray ve Fenerbahçe’nin Avrupa maçları olmasına karşın Açıkhava Tiyatrosu, tarihi kalabalık günlerinden birini yaşıyor. Hemen hemen tüm koltuklar, ön bölümdeki merdivenler bile dolu.
BÜYÜK ORKESTRANIN SOLİSTİ
Biraz gecikmeyle de olsa İzmir Devlet Senfoni’den Şef İbrahim Yazıcı yönetiminde, 50 kişilik büyük orkestra sahnedeki yerini alıyor. İstanbul Senfoni ve Borusan Filarmoni orkestralarından 50 usta müzisyen, bir usta şef. Teoman’ın işi zor diye geçiriyorum içimden.
Bu işteki zorluklardan bir tanesi de Teoman’ın sahnedeki onca kişiye rağmen kendi şarkıları ile baş başa kalacak olması. Çünkü parçalar tamamen senfonik olarak Kamil Özler tarafından yeniden düzenlendi. Ve Teoman kendi grubuyla değil, bizzat o büyük orkestranın solisti olarak çıkıyor sahneye. Eğer yeterince prova yapmazsan kendi şarkılarını bile yakalayamaman, yanlış yerden girip yanlış yerden çıkman pekálá mümkün.
Teoman beyaz şık smokiniyle sahneye çıktığında bir alkış kopuyor. Ama bir miktar gergin Teoman. Daha konserin başında, tek eliyle açamadığından ceket düğmelerine sertlik uyguluyor. Eh, o senfonik ciddiyet içinde rock’n roll bir hareket olarak hoş görülebilir deyip geçiyoruz.
Intro’daki Sessiz Eller’den sonra Mavi, Onyedi, İstasyon İnsanları, İstanbul’da Sonbahar, Rüzgar Gülü, Hayalperest, Sürpriz ve Paramparça derken, konserin ilk bölümü bir çırpıda geçiveriyor. Teoman ilk bölümü nispeten az hatayla atlatıyor. Ancak Sus Konuşma, Bazı Yalanlar, Renkli Rüyalar Oteli, Bir Damla Gözyaşı, Güzel Bir Gün, Yollar, İki Yabancı ve Gönülçelen’i icra ettikleri ikinci bölümde Teoman’daki sıkıntı artıyor.
TEK PROBLEMİMİZ TEOMAN’IN GERGİNLİĞİ
Sahnedeki orkestra çok iyi bir orkestra. Şef İbrahim Yazıcı; hem orkestra elemanları ile kurduğu iletişim hem de Teoman’ın gerginliğini alma çabaları ile çok başarılı. Kamil Özler’in düzenlemeleri tam da böyle bir projeye yakışır şekilde son derece ustalıkla yapılmış. Müzik direktörü Çağ Erçağ’ın müzik adamlığını bilen biliyor. Buraya kadar her şey güzel. Sadece bir problemimiz var; o da Teoman’ın gerginliği. Üstündekileri peyderpey çıkartması bir yana, kullandığı bardaklara, kupalara tekme atıp kırması, mikrofon ayaklarına, nota defterine falan kötü davranması bunlar önceden tasarlanmış, gösterinin parçası olan şeyler midir bilmiyorum. Eğer öyleyse hiç olmamış. Yok eğer değilse de o gecenin saygınlığı içinde çok sakil durduğu kesin.
Teoman’ın böyle zor bir geceye iyi hazırlandığını söylemek de pek olası değil. Orkestrayla birlikte yeterince prova yapsaydı; hem kendi bu kadar gerilmezdi, hem de orayı dolduran Teoman hayranları için daha etkileyici ve unutulmaz bir gece olabilirdi. İçerik olarak her yönüyle bu kadar özenle hazırlanmış bir konserin, seyircisi de yerli yerinde ve heyecanlıyken, bir ihmali ya da kendine aşırı güveni nedeniyle hak ettiği büyüyü üretemedi Teoman. Öylece, başladı ve bitirdi.
Ha, orayı dolduran Teoman hayranlarının çok azı bunu böyle algıladı emin olun. Konserin şarkılarının belli olmasına ve listede olmayan bir şarkının çalınma ihtimali olmamasına karşın durmadan bağırarak şarkı istediler, Teoman üstündekileri çıkardıkça tezahürat yaptılar. Hatta senfoni orkestrası çalarken sahneye o büyük balonları atıp sonra bir tanesinin orkestra şefinin kafasına gelmesine bile eğlendiler.
Teoman hiç renk vermedi ama o gün oradan mutlu mu ayrıldı bilemiyorum. Ben biraz tanıyorsam öyle olmaması gerek.

14 Ağustos 2008 Perşembe

20'liğim...

Malum; kadınların malum günlerinde yanlarına pek yaklaşılmaması gerektiği her aklı başında vatandaşın idrakındadır. Tabii eğer canına susamamışsa :-)

Birçok şeyin üst üste ters gittiği ve sanırım biraz da yukarıda bahsettiğim fiziki defeksiyonun etkisiyle, kafatasımın çatladığı bir asabiyet içindeyken şöyle bir yazı yazmıştım, 04 Nisan 2008’de;

Sinirden çatlıyorum bu aralar.
Burnumdan soluyorum.
Gözlerim alev alev bakıyor, yanaklarım al al dolaşıyorum.
Soluğum nefes nefese, kalbim yerinden çıkacak gibi. Kafamın tası genellikle atık.
Sesimdeki tizlik kayboldu, daima yüksek volume, büyük harf konuşuyorum.
Buluttan nem kapıyorum. Aslında nem zaten çoktan kapılmış durumda, o bulutun nemini şimşek olarak çaktıracağım zaman, mekan kolluyorum.
Herkese, herşeye kafa atasım var.
Hiçbir şeyden /kimseden korkum yok. Mümkünse tahrik ediyorum ki kavga çıksın, ben de rahat rahat cıngar çıkarayım.
Utanmasam ayakkabılarımın arkasına basıp, ceketimin tek omuzunu yanlayıp, elimde tespih ‘heyyyytttt ulan var mı bana yan bakan?’ diye nara atacağım.
Şimdiye kadar sahip olduğum tüm adab-ı muhaşaret kurallarını hiçe sayacağım ve bu hiiiç umrumda değil. Herkes sinirimi görsün, arızamı bilsin, korksun benden istiyorum. Veya canı isteyen korkmasın, ben korkutmasını bilirim.
Sevene sevmeyene, isteyene istemeyene, beğenene beğenmeyene duyurulur.
Yeni durum budur, işinize gelirse....

****

Tabii siz benim böyle yazdığıma aldırmayın, havlayan köpek ısırmaz. Meğer derdim bu yazı yani içimi dökmekmiş. Yazı bitti ben değiş tonton misali süt liman oldum. Hayat ne güzel, çiçekler, böcekler, kelebekler cıvıl cıvıl moduma geri döndüm.
Sonra da bir daha yukardaki Külhan Beyi hissiyatım beni hiç esir almadı, öyle bir dönemmiş geçti bitti.
Peki ben o dönemden ne öğrendim? Mesela birine kafa atmadan önce soluklan, otur aşağı, al kağıdı kalemi eline yaz birşeyler... Süper iyi geliyor, eteğini silkeleyip masadan kuş gibi kalkıyorsun.
Veya derin deriiin 10 kere nefes alıp verince kırmızı yanakların oluyor sana gül pembe :-)

Şimdilerde kendimden hiç şikayetim yok şükür. Mülayim mülayim geçinip gidiyoruz. Tatil ve yaz rehaveti olsa gerek diyeceğim ama ben kışı da çok severim, özellikle sonbaharın gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Neyse konuyu dağıtmayayım, bu da ayrı bir yazı konusu olsun...

Pamuk helva modundayım dediysem de gıcık, duyarlı ve fena halde ifrit olduğum konular yok değil elbette. Nasıl olmaz, bir dolu hem de...
Geçenlerde Ayşe Arman bir yazı yazmış; o da sıralamış gıcık olduklarını ve “önce yazmayım dedim ama belki de iyi bir şeyler için söylemek gerek...” diye devam etmiş.
İyi de yapmış, 2 kişinin bile kulağına küpe olur da yanlış birşeyleri değiştirirse ne harika.
Ben de anladım ki benim de listem gelmiş. Oturdum alt alta sıraladım ama baktım bu liste bir türlü bitmeden uzaya doğru uzuyor, sizi baymamak adına kendimi 20 madde ile sınırladım. Sizinkileri de merak ediyorum, hadi siz de yazın, yorumlarınızı bekliyorum.

****

1) Emniyet kemeri ile kendilerini hayata bağlamak yerine, sağdaki yolcu kemerini kendi kemer yuvasına uzatarak veya kendi kemerini koltuğunun arkasından dolandırıp üzerine oturarak bıt bıt eden ‘hayata bağlan’ ikazını kandırarak hayatları ile oyun oynayanlara
2) Arabada çocuklarını arka koltuğa ve çocuk koltuğuna oturtmayanlara
3) Tanışmasan bile gözgöze geldiğinde nezaket icabı birine selam verdikten sonra sana boş boş bakıp kafasını çevirenlere, daha da fecisi ‘Pardon tanışıyor muyuz’ diye soranlara...
4) Biriyle tanışmamak için kasanlara; yüzbin kere aynı ortamda gördüğü halde karşısındakini görmezden gelip yok farz edenlere
5) Sessiz bir koridorda kafana çivi ile vuruyormuşcasına topuklu ayakkabıları ile tak tak yürümekten imtina etmeyenlere
6) Sürekli dişinde birşey kalmış gibi dilini dişlerinin arasına götürerek garip bir tıslama/cıklama sesi çıkaranlara (bunu başka türlü nasıl yazacağımı bilemedim)
7) Karşısındakini dinlemeyenlere, hep kendi konuşanlara
8) Duş almayanlara, diş fırçalamayanlara, deodoran kullanmayanlara
9) Uzun tırnaklara, bakımsız saçlara
10) Erkek gibi olan kadınlara, kadın gibi olan adamlara
11) El ucu, parmakucu veya her ne şekilde olursa olsun uyduruktan, ölü balık gibi zavallı bir zayıflıkla el sıkanlara/ tokalaşamayanlara
12) Aldatanlara; sevgilisini, karısını, kocasını, eşini dostunu, kendini, dünyayı... ve karşısındakine bunu yutturduğunu sananlara
13) Matkap sesine
14) Uçak motoru gibi tar tarrr gürültülü motorsikletleri ile etrafa verdiği rahatsızlıkla koltuğunu kabartanlara
15) Tek eli sürekli kornada ve/veya selektörde, saniye başı bunları kullanarak tüm trafiği taciz eden trafik magandalarına
16) I-pod’unun etrafa yayılan bangır bangır kulaklık sesini umursamadan çevreye rahatsızlık verenlere
17) Toplum içinde (restoran, kafe, metro, vapur vb. yerlerde) alakalı alakasız herkesi sağır edercesine böğür böğür konuşanlara, ‘sağır sultan bile duysun’diyenlere
18) Teketek diyaloglarda kişisel güvenlik alanını/sınırını aşanlara, sen geri gittikçe üstüne üstüne yaklaşanlara
19) Telefonla ama özellikle cepten arayıp karşısındakinin uygun olup olmadığını sormadan dangul dungul uzun bir muhabbete dalanlara
20) Sigara içmeyenlerin yanında fosuf fosur, dumanını karşısındakinin burnuna burnuna tüttürerek içenlere
Ve +1 bonus da kendimden kendime kıyak: GÜLBEN ERGEN’eeeeee (bunu yazmadan bu listeyi bitiremezdim)

Farkındayım, liste tabiatı gereği biraz sinir bir liste oldu.
Söz veriyorum bir sonraki listem daha neşeli olacak. 6 aydır sürekli yazıp yazıp bozduğum ve ilk 5 harici sıralaması mütemadiyen değişen 20’lik bir liste: “Nefesimi Kesecek Anlar

Çok yakında.......
Yeni 20'liğim burada......

Yazı Tarihi: 14 Ağustos 2008

Not: İlk 2 paragrafım sebebiyle bu yazımı buraya koyup koymama konusunda tereddüt etmiştim. Geçenlerde(21 Ekim 2008) 12 yaşındaki kızı regl oldu diye bir parti veren aile gündem konusu oldu. Konuyla ilgili Ayşe Arman'ın güzel bir yazısını okumak isteyenler aşağıdaki link'e tıklayabilirler.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10178904.asp?yazarid=12

8 Ağustos 2008 Cuma

* Türkiye Olimpiyatlarda 12 Branşta Temsil Edilecek


Çin'in Başkenti Pekin'de 8 -24 Ağustos Tarihlerinde Gerçekleştirilecek 29. Yaz Olimpiyat Oyunları'nda Türkiye, Olimpiyat Tarihinde İlk Kez 12 Spor Dalında Temsil Edilecek.

Çin'in başkenti Pekin'de 8-24 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilecek 29. Yaz Olimpiyat Oyunları'nda Türkiye, olimpiyat tarihinde ilk kez 12 spor dalında temsil edilecek. Türk Olimpiyat Takımı; atletizm, güreş, halter, tekvando, boks, yüzme, yelken, masa tenisi, okçuluk, atıcılık, judo ve bisiklette mücadele edecek. Türkiye olimpiyatlarda bundan önce en çok spor dalında, 11 branşla 1992 Barcelona Olimpiyat Oyunları'nda temsil edilmişti. Türk Olimpiyat Takımı, Pekin 2008'de en çok branşta yarışmanın yanı sıra, ayrıca en çok sporcuyla da mücadele edecek. 68 sporcuyla madalya mücadelesi verecek olan Türkiye, daha önce Londra 1948'de 67 sporcuyla temsil edilmişti. Kafilede yer alan 68 Türk sporcu içinde milli yüzücü Derya Büyükuncu 5. kez olimpiyat oyunlarında yer alacak. Türkiye, olimpiyatlar tarihinde ilk kez masa tenisi dalında
temsil edilecek.

* Kaynak: http://www.sondakika.com/haber-turkiye-olimpiyatlarda-12-bransta-temsil-edilecek/

Yazı Tarihi: 08 Ağustos 2008

* One World One Dream - Bir Dünya Bir Rüya


Şölen başlıyor

Olimpiyat tarihinde 29. heyecan başlıyor. Pekin Olimpiyat Oyunları'nda resmi açılış bugün TSİ 15.00'te Ulusal Stadyum'da gerçekleştirilecek.

Tarihin en yüksek katılımlı olimpiyat oyunları, bugün Çin Halk Cumhuriyeti'nin başkenti Pekin'de düzenlenecek açılış töreniyle resmen başlıyor.
''One World One Dream - Bir Dünya Bir Rüya'' sloganıyla başlayacak olan Pekin Olimpiyatları'nın açılış töreni, 'Kuş Yuvası' olarak adlandırılan Ulusal Stadyum'da gerçekleştirilecek.
Yapımı 7 bin işçinin çalışmasıyla 4 yılda tamamlanan Ulusal Stadyum'daki açılış törenini 91 bin kişi tribünlerden izleyebilecek. Oyunların açılış törenine ilginin çok büyük olması nedeniyle, Pekin'de görev yapan yaklaşık 12 bin akredite basın mensubunun büyük bölümü ise açılış törenini izleyemeyecek.
Olimpiyat Oyunları'nın açılış törenine 80 ülkenin devlet ya da hükümet başkanının katılmasının beklendiği bildirilirken, ABD Başkanı George W. Bush'un da açılışı izleyeceği ve kendi ülkesi dışındaki bir olimpiyat oyunlarında ilk kez açılış törenine katılan ABD Başkanı olacağı öğrenildi.
2008 yılının 8. ayının 8. gününe denk gelen Pekin Olimpiyatları'nın açılış töreninin saati de yerel saatle 20.08 (akşam sekizi sekiz geçe) (TSİ 15.08)olarak belirlendi. Bu arada Çinli yetkililer görkemli bir açılış töreni için aylar öncesinden başlayan çok ciddi hazırlıklar yaparken, tam açılış töreninin başlangıç saatlerinde Pekin'de sağanak yağmur beklendiği bildirildi.»


Olimpiyat Oyunları NTV Spor'da izlenir

205 ülkeden 10 bin 500 sporcunun katılacağı Pekin Olimpiyatları'nda, 28 branşta müsabakalar yapılacak. Müsabakalar 37 tesiste gerçekleştirilirken, sporculara toplam 302 altın madalya dağıtılacak.
Pekin Olimpiyatları en yüksek katılımla gerçekleştirilecek oyunlar olmasının yanı sıra bugüne kadar en fazla yatırım yapılan olimpiyatlar da olacak. Daha önce 9 milyar Dolar ile Atina Olimpiyatları'na ait olan yatırım rekoru, Pekin Olimpiyatları'nda şu ana kadar yapılan yaklaşık 25 milyar dolarlık yatırımla kırıldı.
Pekin Olimpiyatları'nın televizyon yayın gelirlerinin 2.5 milyar Dolar, sponsorluk gelirlerinin ise 1.8 milyar Dolar civarında olması bekleniyor.
Olimpiyat Oyunları'nın açılış töreni için Çinli yetkililer son derece yüksek seviyede güvenlik önlemleri aldı. Açılış töreninin yapılacağı gün Pekin Havaalanı tüm uçuşlara kapatılırken, posta yoluyla Pekin'e koli ya da paket gönderilmesi ya da kabul edilmesi de yasaklandı.
Bu arada bugün ellerinde ve başlarında ''Özgür Tibet'' yazılı pankartlar taşıyan 2 ABD'li ve 2 İngiliz vatandaşından ülkeyi terk etmeleri istendi.
Öte yandan, IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi) Başkan Yardımcılığına Çinli Yu Zaiquing seçildi.


* Kaynak: http://www.ntvspor.net/Pages/26363.ASP

Not: Bu yazıyı NTV Spor'un internet sitesinden aynen alıntı yapıyorum. Şu anda Pekin Olimpiyatları açılış seromonisine yaklaşık yarım saat kaldı. Dizginleyemediğim bir heyecanla beklenti içindeyim. 2 hafta sürecek bu dünyanın en büyük spor organizasyonunu -imkanlarım el verdiğince- saniye kaçırmadan izlemek istiyorum.
Önümüzdeki günlerde yarışlar, sporcular, rekorlar, adrenalin ve izlenimlerimle ilgili yazmaya çalışacağım. Bakalım bizi neler bekliyor, çok heyecanlı çookkk :-)

Yazı Tarihi: 08 Ağustos 2008

Begonviller ve Lavanta


Taş evler
Lavanta kokuları
Mavi saksılardan sarkan begonviller

Bol etli, bol limonlu leziz midye dolmalar
Tanelerinden süt fışkıran taptaze darılar
Sıcak ekmekli, içinden malzemesi taşan kumrular

Mis kokulu, sıcağı üstünde tarçınlı lokma tatlıları
Sakızlı muhallebiler, kurabiyeler, dondurmalar, Türk kahveleri
Çiçeği burnunda kabak çiçeği dolmaları
Zeytinyağlı enfes deniz börülceleri

Benim yüzümü, saçımı okşayan
Sörfçülerin yelkenlerini şişiren
Değirmenlerinin kollarını döndüren püfür püfür rüzgar

Doğru tahmin Çeşme’deyiz.
Ya da düzelteyim; artık namı çoktan Çeşme’nin önüne geçen Alaçatı’dayız.
Çeşme’ye 5., Alaçatı’ya 3. gidişim.
Ama bu seferki başka, bambaşka.
Burası geçen yaz aynı zamanlarda geldiğim Alaçatı’dan bile daha başka bir yer olmuş sanki.

Her şey basit, yalın ve çok şık.
Süssüz, sade ve birbiriyle uyumlu.
Sakin, ağırbaşlı ve o kadar da huzurlu.

Teferruat eksik ama bütün tam.

Geçtiğimiz Cumartesi sabah 9 civarlarında Alaçatı’dayız.
Bir şehrin, köyün, kasabanın, sokağın yani günün en yakanılası anıdır; herkesin uyuduğu zamanlarda uyanık olmak.
Olduğum yerlerin dokusunu, kokusunu alırım o zamanlarda.
Oraların ruhu ile kendi ruhum arasındaki hissiyatı kurmaya çalışırım. Etrafta zihnimi bulandıracaklar olmadan keyfimce hayallere dalar giderim.
Alaçatı’da bakkallar, köy kahveleri, fırınlar, pastaneler henüz açılmış. Kafeler yeni yeni kepenk kaldırıyor. Mağazalardan ise kısa vadede ses- görüntü alınamayacak gibi. Restoran ve barlara ise daha çoook var, arkalarındaki günü taze kapamışlar zira.

Günün en sevdiğim öğünü; kahvaltı için İmren’deyiz.
Aman Allah’ım o ne kahvaltı...
Günlerdir NESFİT yemekten içim kurumuş. Şimdi masada ziyafet misali uzanan cevizli İzmir tulumu, tam yağlı beyaz peynir, kekikli- zeytinyağlı tarla kokulu domatesler, sızma zeytinyağındaki zeytinler, kütür kütür biberler- bademler, sahanda çift sarılı yumurtalar, ev yapımı reçeller ve kızarmış taze ekmekler boylu boyunca gözüme ziyafet çekince gönlüm şenlendi.
Uzun zamandır unuttukları bir mutluluk yaşadıkları için damağım ve midem zevkten 4 köşe olmuşlardı. Tabi daha dakka birde gösterdiğim bu yeme potansiyelimi aynen devam ettirirsem köşe möşe kalmayacak ertesi gün deniz topu olarak kullanılabilir hale gelebilecektim :-)

Kahvaltıdan sonra odalarımıza yerleşerek plaja gitmek üzere hazırlanarak yola koyulduk.
Zevkler ve renkler tartışılmaz elbette ama bana ve paralel yaşantıdaki birçok arkadaşıma göre
Alaçatı’da plajın tek adresi: ‘Babylon’

Babylon tek kelime ile ‘enfes’ bir mekan.
Dört dörtlük, eşsiz.
Bulunduğu Çark Koy’u zannedersiniz ki Maldivler. Öylesine turkuaz bir deniz, beyaz incecik kristalize kum...
Palmiyeler, çayır çimen yemyeşil.
Geniş, rahat, kocaman minderler tertemiz.

İşletmedeki her ama her şey kusursuz. Hizmet şımartıcı. Elinizi kaldırıyorsunuz, her biri üniversite öğrencisi olan şeker mi şeker garsonlar hemen yanıbaşınıza geliyor. Siz doğrulmadan dahi siparişinizi alıyorlar.
Çiçek gibi, aklı başında, hoş sohbet çocuklar. Zaten 2. siparişten sonra sohbet koyulaşıyor. Vedalaşırken ‘bana da gel, arayı açma bak, oturmaya da beklerim’ diyesiniz geliyor.
Yiyecek alternatifleri daha iyi olamaz. Servis çok hızlı, fiyatlar makul.
Seyyar satıcılardan sadece anlaşmalı oldukları içeri girebiliyor.
Bizim önceleri ‘midyeci bey’ olarak çağırdığımız bir midyeci var ki bence kesin gizli ajan. Normal olamayacak kadar olağandışı bir tip. ‘Pamuk’muş firmalarının adı, baba-oğul ikisi de Babylon’dalar. Cebinde işlemeli ‘Pamuk’ yazan kar beyazı janti bir önlük, sis beyazı bir bermuda ve parmak arası terlikle gezdirdikleri midye tepsileri zannedersiniz ki nadide bir mücevher kutusu.
Mısırcı da onların küçüğü, yani halefleri. Yalnız dikkatimi çekti o parmak arası terlik giymiyor.
Modayı daha yakından takip ediyor.
Bu yazın en büyük salgını, 7’den 70’e herkesin ayağında olan, benim Heidi ayakkabısı dediğim- Crocs’lardan giyiyor, Babylon’daki tüm garsonlarla aynı biçimde.

Midyeci, mısırcı, crocsculardan başka buraya 5 yıldızı hakettiren en önemli detay; fonda çalan harika müzik.
Ne zaman ki tatlı tatlı esen rüzgarda içiniz geçiyor, gözkapaklarınız ağırlaşıyor, okuduğunuz kitap yavaşca elinizden kayıyor o zaman müzik ninni gibi, varla yok arası.
Ne zaman ki çivi gibi suya girip dipdiri oluyorsunuz, elinizde soğuk içeceğinizle rüzgarı ruhunuzdan ciğerlerinize doldurarak evreni kucaklamak istiyorsunuz o zaman kıpır kıpır...

Gün boyunca yiyiyor, içiyor, denize giriyor, şişme iceberg’e kadar yüzüyor, kuma çıkıp crocslarımızı giyiyor, okuyor, uyuyor, uyanıyor, müzik ve rüzgarı kucaklayarak dans edip ruhumuzu temizliyor ve kendimizi harika hissediyoruz.

Hava güzel, su güzel, biz güzeliz.
Günler dolu dolu, anlar yaşanılası...

Akşamları ise ayrı tantana. O daracık, küçücük, arnavut kaldırımlı Alaçatı sokağı birden Oscar geçit törenine sahne sanki... Begonvil kokuları ile parfüm kokuları birbirine karışıyor.
Ünlüler, mankenler, yazarlar, oyuncular, tanıdıklar, artistler, artist olduğunu sananlar... kimi ararsan var.
Yüksek topuklar, yüksek egolar, yüksek gelirli zatlar doğallığın çehresini değiştiriyor.
Avuç içi kadar Alaçatı daha şimdiden 2 farklı dünyaya bölünmüş.
Boy göstermeye gelenler de var, günahlarından kopup gelenler de...
Tatilin içip dağıtmak olduğunu sananlar da, iç huzuruna kavuşmak olduğunu bilenler de...
Bikinisini göstermeye meraklı olanlar da, sörf tahtasında kendiyle yarışanlar da...
Güneş doğarken yatanlar da, kalkanlar da...
Lavantayı tanımadan bu dünyadan göçüp gidecekler de, başını bembeyaz yastığa koyduğunda günün, tatilin, tüm yılın yorgunluğunu lavantanın tazeliğiyle ruhundan arındıranlar da...

Bu kısa tatil bana çok iyi geldi. Yenilendim, tazelendim, sıfırlandım.
Tatile çıkmadan 3-5 saat önce öğrendiğim üzücü haberi Alaçatı'nın rüzgarına bıraktım.
Zaten tatilin güzelliği de bu değil mi?
Daha önce göremediklerini, bilemediklerini keşfetmek; bazen bir lavantanın kokusunda, bazen sabah fırınındaki sıcak ekmeğin dumanında...
Yazı Tarihi: 08 Ağustos 2008 - 08/08/08

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Hayat Devam Ediyor...

Harika 4 gün geçirdiğim tatilimden dün akşam itibariyle döndüm.
Tatil boyunca; bir tatil hakkında ve bir de yine orada sıkça bulunduğum(uz) mekan ile ilgili yazmayı planladığım eleştiri yazılarının cümleleri kafamda uçuştu.
En kısa sürede, anılar ve duygularım taze iken yazmaya çalışacağım.
Bu arada tatile gitmeden birkaç saat önce aldığım 'Hillside ile ilgili' beni derinden üzen olayın üstesinden gelmeye çalışıyorum.

Bugün ayrıca sevgili ağabeyimin 11 yıldır çalıştığı şirketten ayrılırken yazdığı veda e-maili'ni aldım.
Bana göre çok anlamlı, çok duygulu ve çok etkileyici bir mesaj olmuş. Okurken benim bile (onunla çalışmayan biri olarak) tüylerim diken diken oldu.
11 yıl boyunca yer aldığı kurumda yüzlerce kişi ile dirsek dirseğe çalışarak başarılı işlere imza atmış, hem Türkiye hem dünyanın birçok farklı ülkesindeki birçok profesyoneli tanımış, ast ve üstleri tarafından her zaman çok sevilen ve sayılan biri olan ağabeyimle ne kadar gurur duysam azdır.
O benim rol modelim, o benim idolüm.
Hayatının en verimli döneminde aldığı bu önemli kararında Allah'ın onun yanında olmasını diliyor ve herşeyin en güzelini onun için temenni ediyorum.
Yolun açık olsun abim, Allah'ın selameti üzerinden eksilmesin.

Yazdığı veda mesajını hep saklayacağım, burada sizlerle paylaşmak istedim:

Dear Friends and Colleagues,
After 11 years in ...., it is time for me to say GOODBYE and leave the bank. Tomorrow will be my last day in the office.
I have been most privileged to be part of this organization and have had the opportunity to work with so many extraordinary individuals all over the world. I have learned a lot from you, felt proud to be in the same team as you and will always appreciate the support, professionalism and friendship that you have shown to me.

So, thank you very much for making my life and career so wonderful over these years.
I wish you all the best in the future and sincerely hope that we can keep in touch.
Best Regards,

Alper Tunga Kilic

Yazı Tarihi: 06 Ağustos 2008

1 Ağustos 2008 Cuma

Tatildeyimmmm

Hani gazetelerde köşe yazarları için yazılıyor ya;

"Yazarımız yıllık izninin bir kısmını kullanacağından yazılarına ara vermiştir" diye, işte bu bana pek havalı geliyor (bu arada kocaaa bir sayfa yazı yazıp, tam 'yayınla' demeye çalışırken tüm yazım uçtu :-( Gözlerim uykusuzluktan kan kırmızı oldular ve 5 saat sonra uyanmam lazım. Yani artık uyumam lazım. Alalacele birşeyler yazıp müsaadenizi isteyeceğim)

02-06 Ağustos tarihleri arasında yıllık iznimin bir kısmını kullanacağım.
Geldiğimde bol yazı yazabilecek kadar birikmiş güzel anılarım ve vaktim olmasını diliyorum.
İçimde bir yandan 5 saat sonra tatile çıkacak olmanın tatlı heyecanı, bir yandan bugün 3-5 saat önce aldığım hüzünlü haberin burukluğu var :-(
1,5 senelik emeği ellerimle çöpe atmaya mecbur kalmanın üzüntüsü ve yorgunluğu...
Canımı okuyan haberin elimi, kolumu, kanadımı kıran ruh emiciliği.
Şu anda yaralarım taze, yeni attan düşmüş gibiyim.
Sabaha daha iyi olurum umarım.
Ne de olsa yarın yeni bir güneş doğacak...
Ne de olsa zatıalleri elbet bir gün beni de bulacak...

Yazı Tarihi: 01 Ağustos 2008