27 Kasım 2008 Perşembe

B planı ve "Hep aynı kadını sevmek isterdim"

Koptum.
Hayattan.
Alışkanlıklarımdan.
Sevdiklerimden.
Bana iyi gelenlerden.
Olmak istediğim yerlerden, kişilerden, ruh hallerinden.
Yazılarımdan.
Okuduklarımdan.
Aktualiteden
ve
sporumdan...
Ve bu durumdan tarif edilemez ölçülerde mutsuzum.
Rahatsız, huzursuz, tedirgin, gergin ve taşekardiyim.

Statükocuyum ben.
Kalın kafalı, kendini kolay değiştiremeyen biri.
Hayat standartlarım bozulunca kızamık çıkarmışa dönenlerden...
Kontrol edemediğim durumlarda müthiş derecelerde panikleyen, dünya başına yıkılan...
Kaplumbağalar gibi evimi sırtıma alayım ve her sıkıştığımda kafamı oraya sokayım kalayım, sağa sola bulaşmayım.
Şimdi güvenlik alanım bozuldu.
Kapitalist dünyanın 1 saniyede ezip geçtiklerine isyan halindeyim.
Bu düzeni değiştirmek ya da daha net ifade etmek gerekirse zaten hiç kendimi ait hissetmediğim bu düzenden çıkmak için yoğun bir şekilde çabalıyorum.
Kendi kendime kurduğum hayattan "bana müsade" diyorum.
Ama tabi hayat devam ettikçe de bir B planı gerekiyor.
B planı yapmaya çalışıyorum şimdilerde...
Kimbilir bu işin sonu nerelerde, kimlerde...
Ben bunlarla uğraşadurayım sizi daha fazla bu laf salatası zırvalamalarımın esiri yapmamak için büyük yazar Ahmet Altan'ın 20 Ağustos 2006'da Hürriyet'te yazdığı benim en sevdiğim yazılarından biri ile başbaşa bırakıyorum.
İyi okumalar :-)
Yazı Tarihi: 27 Kasım 2008

Hep aynı kadını sevmek isterdim ben...

Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.
Hayat bazen alevden bir nehir gibi akıyor üstümüze. Bütün sözler, bütün kelimeler, bütün inançlar gözlerimizin önünde tutuşarak, ateşlerin arasında kararıp kuruyor.

Tutunacak bir dal kalmıyor bize.

Gelecekten kuşkulanıyoruz.

Ne kalender bir tevekkül, ne saldırgan bir iyimserlik, ne mücadeleci bir inanç ruhumuzda ilişecek bir köşe bulabiliyor.
Soluyoruz, yalnızlaşıyoruz, ıssızlaşıyoruz.
Endişe, ümidin yerini alıyor.
Öylece kalakalıyoruz.
Niye bu kadar çok ölüm olduğunu, yaşamanın niye bu kadar zor olduğunu kavramaya uğraşıyoruz.
Bir cehennem buharı gibi yükselerek, hayatın bizzat kendisini bile bize düşmanmış gösterecek kadar yoğunlaşan bu korkunç ve manasız düşmanlık, varlığımızın bütün zerrelerine nüfuz edip ait olduğumuz insanlık ağacından çürümüş bir meyve gibi kopup düşeceğimiz telaşına sürüklüyor bizi.
Sanki hava da bu bunaltıcılığa eşlik ediyor.
Gökyüzü, kara kazanlarda kaynatılmış sular gibi akıyor genzimize.
Böyle zamanlarda kaçmak istiyorum.
İnsanların vahşeti, cinayeti, savaşı değil kaçtığım.
Erimiş cıva gibi ciğerlerime dolan bu rutubet kokulu havayı andıran bıktırıcı zeka yoksunluğu, hayatı yaratmaktan aciz olanların ölüm şahinleri gibi bulutlar halinde uçuşmaları beni bıktıran.O zaman zekaya, yaratıcılığa, insanı insan yapan duygulara, zarafete, insan zihninin Tanrı'yı bile gururlandıran parlaklığına kaçıyorum.
İnsanoğlunun zekasızlığından kurtulmak için insanoğlunun zekasına sığınıyorum.O kutsal sığınakta kitaplara, satırlara, cümlelere, kelimelere rastlıyorum. O cümlelerde savaşların, çatışmaların, ölümlerin arasından sıyrılıp gelmiş ve o yaşananların çoğu unutulduğu halde insan duygularını anlatan o kelimeler yaşamayı sürdürmüş.
Gustav Flaubert, Napoleon sonrası çalkantıları, 1848 ayaklanmasını, Avrupa'nın yeniden şekillenmeye çalışmasının sancılarını, dünya tarihinin büyük bir altüst oluşa hazırlanmasının sarsıntılarını yaşamıştı, dünya çatlamaya hazır bir tohum gibi acılar içinde çatırdıyordu ama ne gariptir ki insanlığın ortak hafızası bugün o sıralarda yaşanan acılardan çok Madam Bovary'nin acılarını hatırlıyor.
Neden tek bir "hayali" kadının acıları, milyonların çektiği acılardan daha derin bir iz bıraktı insanlığın zihninde?Kalabalıkların her dönemde çektiği acıların nedenleri değişiyordu, şartları değişiyordu, biçimleri değişiyordu, insan aklı ve akılsızlığı değişiyordu ama şartlar ne olursa olsun "tek bir kadının" çektiği acı değişmiyordu çünkü.Emma Bovary, okuduğu romanlardaki gibi bir hayat sürmek istiyordu.Derin bir tutku, gerçek bir aşk istiyordu.
Bunu istemeyen bir kadın var mı?
Ve, erkeklerin duyarsızlığına ve aldırmazlığına çarpıyordu.
Çarpmayan bir kadın var mı?
Bundan kurtulmak için çırpınıyordu.
Çırpınmayan bir kadın var mı?
Çırpındıkça daha çok acı çekiyordu.
Çırpınırken acı çekmeyen bir kadın var mı?
O roman binlerce yıldan beri tekrarlanan bir kederi, bir yalnızlığı, çaresizliği, hayallerinin peşinden giden bir kadını toplumun yalnızlaştırıp cezalandırmasını anlatıyordu.
Üstelik insanlığın en unutulmaz kitaplarından birini yazan bu adam, yazdığı kitaptan dolayı eleştiriliyor, tutuklanıyor ve yargılanıyordu.
Kendini yapayalnız hissediyordu.
Dostu Turgenyev'e yazdığı bir mektupta, "ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hálá umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyordu.
Balzac ve Hugo gibi edebiyat devleriyle aynı dönemde, aynı ülkede yaşarken kendini böyle yalnız hissetmesinin nedeni, insanların edebiyata ve duygulara kuşkuyla bakmasıydı herhalde, Madame Bovary'nin "kalıcı" olan duygularını değil o zamanki siyasi çalkantıları "kalıcı ve gerçek" sanmalarıydı.
Flaubert, erkeklerin Madame Bovary'yi bir felakete götüren çocuksu sıradanlığını ise "Duygusal Eğitim" isimli romanındaki kısa bir konuşmada anlatıveriyordu.
Erkeklerden biri şöyle diyordu:
- Bir kadında size çekici gelen şeyler, düşünce bakımından onu düşündüren şeylerdir:
Sözgelimi memeler, saçlar...
Aralarında böyle tartışırlarken sessiz duran daha yaşlılarına soruyordu birisi:
"- Esmeri bırakıp sarışına geçmeli. Siz de aynı fikirde misiniz Baba Dussardier?
Dussardier karşılık vermedi hepsi sıkıştırdı onu hangi kadınlardan hoşlandığını öğrenmek için.
- Pekala söyleyeyim, dedi kızarak, hep aynı kadını sevmek isterdim ben.
Bunu öyle bir biçimde söylemişti ki bir an hepsi sustu; kimisi bu saflığa şaşırmış, kimisi de gizli özlemlerini bulmuştu bu sözlerde."
Hep aynı kadını sevmek isterim ben.
Bu cümleyi okuduğunda durup düşünmeyecek bir erkek varsa da, azdır.
Flaubert'in yazdığı o erkekler kalabalığının konuşması aslında tek bir erkeğin kendi kendine konuşması da sayılabilir belki; çünkü o "memeler, saçlar" arzusuyla kıvranan, mümkün olduğunca çok kadın bedenine dokunmak isteyen erkeklerin bu çok zevkli, sıradan ve "erkeksi" taleplerinin altında, epeyce derinlerde gizli bir "Madam Bovary" de yatar, "ben hep aynı kadını sevmek isterdim," diyen.
Savaşmayı, öldürmeyi, siyasi iktidarı, "memeleri ve saçları" aşktan daha önemli gören bu erkek kalabalığının sert ve sıkıcı kabuklarını ayıklayabilirseniz, en altlarda onları çok ürküten bir "Madam Bovary" bulursunuz.Kadınlar gibi erkekler de romantizmi ve aşkı özlerler.
Özlemekten, terk edilmekten ve aldatılmaktan kadınlara kıyasla çok daha fazla korktukları, aldatılmanın acıları karşısında kadınlardan daha dayanıksız ve güçsüz olduklarından, özlemeyi becerebilecek ruhsal bir kıvraklığı geliştirecek "duygusal eğitimden" geçmedikleri için bunu reddetmeye, bu duygularla alay etmeye çalışırlar.
İçinde kelebeklerin uçuştuğu bir gergedan gibi dolaşırlar onun için.
Madam Bovary'yi insanlığın ortak hafızasına kazıyan sadece kadınlar olmadı, erkekler de onun insanlığın zihnine kazınmasında yardımcı oldular.
Onlar da anladılar o kadını.
Onlar da kendilerinden bir şeyler buldular.
Belki de bu yüzden, "Madam Bovary kim" diye sorduklarında Flaubert, "Benim" diye cevap verdi.
Aldatılmaktan, sevdikleri için küçümsenmekten, güçlerini kaybetmekten bu kadar korkmasalar, Madam Bovary'ye acıdıkları gibi onlara da acınacağından böylesine çekinmeseler Mösyö Bovary'ler de çıkardı.
Kadınlarınkinden çok daha büyük olan korkuları erkekleri sıradanlaştırıp kabalaştırır.
Sigara dumanlarının yoğunlaştığı, erkeklerin sarhoşluğun gevşekliğine teslim olmaya hazırlandığı gece yarılarında meyhanelere giderseniz, orada donuklaşmaya başlamış gözlerinde tuhaf bir kederin belirdiği adamlar görürsünüz, çatallaşmış bitirim seslerinde bir kırılma duyulur, eski bir şarkıyla birlikte önce sessizleşip sonra unutulmayan bir sevgiliyi anlatmaya koyulurlar.
Sevmişlerdir.
Hep aynı kadını sevmişlerdir.
Hep aynı hayali içlerinde yaşatmışlar, hiç okumadıkları kitaplardaki gibi bir aşk özlemişlerdir hep.
Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.
Hep aynı kadını sevmek isteriz biz.
Hep aynı kadını severiz.
Bunu söyleyecek, bunu kabul edecek, bu gerçeği taşıyabilecek bir gücümüz yoktur sadece.
Aslında bütün erkekler, romanları yazılamayan Mösyö Bovary'lerdir.
Belki de bunu unutabilmek, bu gerçekten uzaklaşmak için böylesine savaşır, vahşileşir, akılsızlaşır, canilere dönerler.
Mösyö Bovary'ler savaşıyor gene.
Birbirlerini öldürüyorlar.
Ölenlere de öldürenlere de yanaşıp ruhlarına baksanız, "hep aynı kadını sevmek isterim ben" diyen bir ses duyarsınız.
Derinlerden gelen bir ses.
Kırılgan, ürkek bir ses.
Top sesleriyle bastırılmaya çalışılan bir ses.
Kadınlar, romanlardaki gibi bir hayat ister.
Erkekler, hep aynı kadını sevmek...
Madam Bovary'lerin romanları yazılır.
Mösyö Bovary'ler savaşlarda öldürülür.
Ve, meyhanelerde eski şarkılar çalındığında aynı cümle değişik biçimlerde anlatılır.

"Hep aynı kadını sevmek isterim ben."

Yazı tarihi: 20 Ağustos 2008