10 Kasım 2008 Pazartesi

Provası yok hayatın

Yürümekte zorlanıyorum.
Ayaklarımı sürüyerek zarzor birkaç adım atabildim.
Konuşmaya hiç taakatim yok. Gözlerime bakan beni yormadan anlasın halimi istiyorum.
Otomatlı elektronik kapı açılıyor ve hemen içeri alınıyorum.
Ağır aksak, destek alarak yatağa kadar ancak gidebiliyorum.
Yavaşça yatağın ucuna ilişebiliyorum sadece.
Artık hareketlerimin sadece yarısını kontrol edebiliyor kalan yarının da sadece yarısını hatırlayabiliyorum.
Ayaklarımı yerden alıp yatağa koyuyor usulca. Bir mırıltı halinde “ayakkabılarım” diyorum. Aslında demek istediğim “ayakkabılarımı çıkartayayım mı?”
Bir tek o duyuyor.
Hemen çözüyor ayakkabılarımın bağlarını ve ayaklarımdan çıkarıyor.

Orta yerdeki yatakta uluorta yattığımı düşünürken bir anda sağ yanım, sol yanım ve ayak ucumdaki perdeler kapanıyor. Açık alandan 4 duvar kapalı özel bölüme geçmiş gibi konumlanıyorum.
Jet hızıyla tek bir düğmeye basılıyor ve yatağın sırt kısmı yukarı doğru kaldırılıyor. Şimdi daha rahatım.
Güçsüz kollarım iki yana düşmüş, avuç içlerim dışarı bakıyor.
Hastabakıcı sağ el işaret parmağımın ucuna daha önce başkalarında görüp ne olduğunu anlamadığım mandal tarzı birşey takıyor. O mandalın bağlı olduğu makine dıt-dıtlarken takip etmekte zorlandığım bir hızda kulağımdan -görüntüsü feneri andırır bir aletle- ateşim ölçülüyor, kolumdan tansiyonum alınıyor.
36 ve 11’e 4, “normal” deniliyor.
Sorular geliyor:
“daha önce geçirdiğim bir hastalık var mı?”
“son 6 ayda bir ameliyat?”
“alerjim olan bir ilaç?”
“düzenli kullandığım bir ilaç?”
“sigara kullanıyor muyum?”
“ya alkol?”
Yok, yok, yok, hayır, hayır, hayır....diyorum.
Alkol de kullanmıyorum.
Ama biran önce damardan almak istiyorum.
Yalvarırım biri damardan bana bir ağrı kesici yapsın ve canlı canlı tırnaklarım sökülüyormuşcasına içimi çeken bu kahrolası krampları durdursun.

Acı eşiğim çok yüksek. Ah’lamayı, uh’lamayı, puflamayı hiç sevmem. Ama bu sefer canım o kadar çok yanıyor ki bu ağrılarım biraz daha dinginleşmezse ya bayılacağım ya da koyverip ağlayacağım.
En sonunda, “sabaha kadar ağrılarınızı azaltıcak bir ağrı kesici iğne yapalım” diyorlar.
“Şimdi derin bir nefes alın”
İğne yakıyor ama hiç umrumda değil. Birazdan etkisini gösterecek ve kramplarımı dindirecek.
“Hemen kalkmayın, kendinizi iyi hissedene kadar dinlenin” dedikten sonra doktor ve hastabakıcı yanımdan ayrılıyor.
Gece olduğu için bütün ünitede benden başka kimse yok. Hastane için sakin, benim için sancılı bir gece.
Bir tek yan taraftaki kendisini hıçkırık tutan doktorun “hıck”lama sesleri duyuluyor.
Bu senkronize ritm gecenin sessizliğinde, bunca acımın arasında absürd kaçıyor.
Ve bir o kadar da komik.
Canım bu kadar şiddetli yanmasa kahkahayı basacağım.

İğnenin etkisi ile birkaç dakika sonra azar azar gözlerim açılmaya başlıyor. Soluklanmaya, saatlerdir kasılan bedenimi gevşetmeye çalışıyorum.
“Bunu da yaşamam gerekiyormuş demek ki” diyorum.
Bir sınav belki de benim için. Sınavı, sınavdaki soruları, bulmam gereken cevapları düşünürken perdenin arkasında beni kollayan biri olduğunu hatırlıyorum.
Yanımda hep sağlam duran biri.
Perdenin açık kalan aralığından üzerimde olan gözüyle bana göz kırpıyor. Biliyorum bu “nasılsın?” demek.
“Daha iyiyim” demeye çalışıyorum ben de konuşmadan yine gözlerimle.
İçeri girip elimi tutuyor.
Şefkatle saçlarımı okşayıp, alnımdan öpüyor.
Kulağıma birşey fısıldıyor.
İşte şimdi kahkahayı basıyorum.
Bana çocukken hep dedikleri gibi; “limon ye doktor iyi gelir” demek geliyor içimden :-)

Yaşamak...
Her doğan gün, her yeni kişi, her olay başlı başına bir tecrübe, çoktan seçmeli bir sınav bize
Adım adım giden trafikte kırmızı ışığa takılıp kalmak ya da mutluluk adasına tam gaz giden uçağın kanatları altında yol almak...
Seçim benim.
Zaten her seçim aynası değil midir kişinin?
Zamanı geldiğinde aynalara bakmak cesaret ister.
Ve cesur olmak için tatmak gerekir seçimlerin içindeki kahkahaların doyumsuzluğunu, görmek gerekir “hayatın provası yok” demek için tüm bu provaların içindeki gerçek sevgiyi hastalıkta sağlıkta, iyi günde, kötü günde...

Yazı tarihi: 10 Kasım 2008