3 Kasım 2008 Pazartesi

Mutluluk kareleri

Hayat anlardan ibaret.
Ve anlar karelerden...
Tüm uğraşımız o karelerin en değerlisini, özelini, anlamlısını yakalamak üzerine kurgulu.
Oysa kurgular avuntu.
Esas yaşadıklarımız Aleaddin’in cini gibi buharlaşıp yukarı çıkarak kendimizi izlemeye koyulduğumuzda yukarıdan gönderilen sahneler çoğunlukla.
Bu akışa direnmeden teslim olduğunda anlar bir bir mutluluk karelerine dönüşüveriyor kendiliğinden.
Kelimelerime yeteri kadar hakim olabilirsem o kareleri tasvir etmeye çalışacağım şimdi sizlere.

***

Filmi geriye sarıyorum ve o karelere gitmeye çalışıyorum.
2008 Ocak ayındayım.
Zorlu bir ay.
Yüreğime ağır gelen...
Kendimi değersiz, anlamsız ve savunmasız hissediyorum.
Uykularım bölük pörçük.
Hislerim un ufak.
Gecelerim sabahlara, sabahlarım sebepsizliğe dönüyor ve ben kendimi hiç geçmeyeceğini zannettiğim bir çoklukta değersiz hissediyorum.
Kafamı devekuşu gibi toprağa gömmek, içinde bulunduğum biçare durumu bu şekilde atlatmak istiyorum.
Hayallerim karşılıksız.
Artık hayal kurmayı hiç mi hiç istemiyorum.
Kendi kendime kurduğum tüm hayalleri kendi ellerimle bir bir yıkıyorum.
Sadece devekuşu gibi kafamı toprağa gömeyim ve bu günler geçsin, hatta hiç yaşanmamış olsun istiyorum.

***

Şimdi Ağustos ayındayım.
Alaçatı’nda begonvil ve lavanta kokulu taş evlerdeyiz.
Saçlarımı dalga dalga omuzlarıma bıraktım. Yüzümde hiç makyaj yok. Parfüm sürmedim.
Deniz sonrası aldığım duşun temiz ve taze kokusu burnumdan ruhuma sızan...
İncecik, tiril tiril, uçuş uçuş beyaz bir elbise üzerimde.
Kapı eşiğine midye kabuklarından yapılma yalın bir rüzgar gülü asılmış.
Ben o kapı eşiğinde, akşamüzeri serinliğinde, batmak üzere olan güneşin karşısında, sonsuzluğa giden denize kollarımı açarak çekebildiğim tüm havayı çekiyorum içime.
İşte bu “huzur” diyorum ve hissettiğim bu huzuru mutluluk karesi olarak zihnime kazıyorum.

***

Eylül’de bir Pazar sabahı.
Uykumu almış bir şekilde erkenden, kendiliğimden uyanıyorum.
Bir önceki gün semt pazarından aldığım kütür kütür bademler, kan kırmızı domatesler, kızarmış “Pazar sabahı kokan” ekmeğim ve yeni demlediğim bergamutlu çayımla nefis bir kahvaltı yapıyorum.
Hava, yağmurlu, rüzgarlı ve soğuk.
“Evde oturmalıyım” diye düşünüyorum.
Yarım saat sonra bisikletimin tepesinde yokuş aşağı inen yolda buluyorum kendimi.Kulağımdaki harika melodilerim, rüzgarın okşadığı saçım ve yağmurun ıslattığı yüzümle birlikte üzerine pıtır pıtır damlalar düşen denizin yosun kokusuna kavuşuyorum.
İlk kez bu kadar ıslak, bu kadar terk edilmiş ve bu kadar bana ait.
Ve ilk kez ben ona bu kadar aitim.
Bu aidiyet duygusu içimi ısıtıyor.
İşte diyorum “Dolu dolu yaşamak budur hayatı; üşüten rüzgara, ıslatan yağmura, ve kayganlaşan zemine rağmen”
Yeni bir mutluluk karesi daha ekliyorum zihnime.

***

Ekim ayı.
Doğum günümün hemen sonrası.
Yüksek bir binada camın kenarında kalabalık bir grup yemekteyiz.Hava bulutsuz, manzara berrak.
Az ötemizde tarihi yarımada.
Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı koyun koyuna boylu boyunca uzanmış, poz veren gelinlik kız endamındalar.
Boğazın aksi suya yansımış, her yer ışıl ışıl.
Diğer tarafta minaresi göğe uzanan Yeni Camii'den ezan sesini duyuluyor.
Masayı donattık. Mezeler, kebaplar, sıcacık pufuduk pideler devamında kaymaklı künefeler.
Ezan bitiyor, masanın ucundan biri sesleniyor: “hooopppp”
Kadehler havada “sağlık ve mutlululuğa”, çin-çinnnn tokuşturuluyor.
Masaya bakıyorum, sevdiklerim birarada, yanımda.
Bardaklardaki beyazların içinde ben siyahi Cola Zero’umu kaldırıyorum yaşadığım yeni mutluluk kareme.

***

Kasım’ın 02’si. Pastırma yazı. Hava 25C ‘lerde, bol ışık, yakıcı güneş.
Güneş eşittir mutluluk.
Gece 4 saat uyudum ama olsun cin gibiyim. Ve ilaveten kıpır kıpır.
Fenerbahçe sahilinden Bostancı’ya kadar bisikletle 4 kişi önlü arkalı pedal çeviriyoruz.
Tüm o hınca hınç kalabalığa rağmen eğlenebiliyoruz.
Zaman zaman ağır tempo etrafı seyrediyoruz. Arada birileri arkada kalıyor söyleniyoruz. Bi bakıyoruz ki onlar öne geçmiş, anlamıyoruz hangi ara yanımızdan geçtiklerini.
Şort- t-shirt fazla geliyor.
Kasım’ın ikisinde bu ne şahane hava inanamıyoruz.
Dönüş yolunda deniz üstü salaş bir çay bahçesinde mola veriyoruz.
70’lerinde bir amca denize giriyor; ağır ağır suyun tadın çıkartarak hayatı gerisinde bırakırcasına keyifle, umarsızca kulaç atıyor.
Bir köpek gelip burnunu uzatarak beni kokluyor, okşayım diye kafasını kucağıma koyuyor.
Ayaklarımızı denize doğru uzatıyor, yüzümüzü güneşe dönüyor, “an”a teslim oluyoruz.
Sonra birbirimize bakıyor ve gülümsüyoruz.
Dertsiz, tasasız pembe çerçeveli bir mutluluk karesi yakalıyoruz.
Kendimiz gibi boş, aylak, plansız bir pazar gününün keyfini çıkarıyoruz.
Bisikletleri alarak dönüş yoluna koyuluyoruz. Dörtken iki oluyoruz.
Güneş, deniz ve içinde bulunduğum aydınlıktan gözlerim kamaşıyor.
Yanıma bakıyorum, gülümsüyorum.
“Bu huzur” diyorum işte “dünyalara bedel!”.
Hayat anlardan ibaret.Ve anlar karelerden.
Ve bu kare açık ara fark ile 2008’imin “ en mutlu mutluluk karesi” olarak kişisel tarihime damgasını vuruyor.
Öğreniyorum; kızılca kıyamet kopan fırtınalardan sonra doğan güneşler göz kamaştırıyormuş içinde barındırdığı tüm o karelerde...

Neslihan, kare nam-ı diğer 4 köşe:-)

Not: Bu yazımı yazdıktan yaklaşık 15 ay sonra 24 Ocak 2010'da  en üst sol köşede gördüğünüz Abidin Dino'nun çok şeker eserini "Mutluluğun Resmi" olarak yazıma ekledim. Emre Ergun'a teşekkürler... :))