27 Eylül 2009 Pazar

I love you more than I can say- Mehmet Y.Yılmaz


Ah bu yazılar, yazılanlar, yazarlar...
Beni benden edenler...

Sabah gözucuyla baktığım TV'de bir programda konuk İclal Aydın'dı.
Her zaman enerjisine, aklına, duygularına, çalışkanlığına, hayat mücadelesindeki yılmadığı azmine ve duruşuna hayran kaldığım İclal Aydın.
Yine o kadifemsi sesiyle, parlayan ve gülen gözleriyle hoşsohbet birşeyler anlatıyordu. Yazdığı "O" başlıklı yazının birçok kişiye nasıl içli içli değdiğini, aldığı mailleri anlatıyordu.
Yazıyı ve programın tamamını merak etmeme rağmen her ikisine de bakamadan evden çıkmak durumundaydım.
Gün içerisinde değişik yerlerde Hürriyet'i okumaya çalıştım. Ve okuduğum köşe yazarları arasından Mehmet Y.Yılmaz'da takılı kaldım.
Hem yazıdaki içimi lime lime eden birçok cümleden, hem de Mehmet Y.Yılmaz'dan daha önce hiç bu konulu bir yazı okumadığımdan cümlelerin içinden çıkamıyorum saatlerdir.

Okumayı bitirdiğimde gözlerim yaşlanmış, ellerimin bomboş kaldığını hissetmiştim.
Umarım siz benim kadar çaresiz kalmaz, Mehmet Y.Yılmaz'ın tavsiyesine uyar, dediğini gider yaparsınız.
Bense içimden söylemekle yetineceğim. Gökyüzünün içsesimi alıp götürmesini dileyerek...

I love you more than I can say

SİZ bu yazıyı okurken, ben 14 gün sürecek uzun bir yolculuğa çıkmış olacağım. Masamı perşembe pazarına çeviren dağınıklık içinde pasaportumu ararken radyoda da benim kuşağımın hemen hatırlayacağı bir şarkı çalıyordu.

Leo Sayer’in şarkısı bu: “I love you more than I can say” diyor: “Seni söyleyebildiğimden daha çok seviyorum!”

Bu şarkıyı ne zaman dinlesem gözümün önünde bir “kaybeden” canlanıyor.

“Madem daha çok seviyorsun, neden söyleyemiyorsun” diye geçiriyorum aklımdan.

“Kim bilir o söyleyemediğin kadın ya da erkek ne düşünüyor” diyorum.

Onun da şarkı söyleme olanağı olsa belki şöyle diyecek: “Sen beni, benim seni sevdiğim kadar sevmedin ki!” Aşk ilişkisinin adaletsiz ve eşitsiz bir ilişki olduğuna dair yaygın bir inanç var. Aşkın iki tarafından birisinin daha çok fedakârlık yapmak zorunda kaldığı, aşkına karşılık alamadığı, kendi sevgisi oranında sevilmediğine dair bir inanç!

Ve bence doğrudan doğruya bu inancın varlığı ve yaygınlığı ilişkileri zehirliyor. Pekâlâ yürüyebilecek ilişkiler yarım kalarak sonuçlanıyor. Birlikte yaşanacak yıllar, paylaşılabilecek hayaller, tadı birlikte çıkarılabilecek anlar varken hem de. Bizim güzel Anna Karenina’yı ölüme götüren de bu duygu değil miydi zaten?

Roland Barthes buna “âşığın sevildiğinden emin olamama hali” adını veriyor. Herkesin başına gelmiştir.

Bakın buradan uyarıyorum: Söyleyebilecek fırsatınız varken, sevgilinize onu ne kadar çok sevdiğinizi söylemeye alışın.


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12556287.asp?yazarid=148&gid=61

İclal Aydın ve "O" yazısı mı?
Tabii ki eve gelir gelmez onu ve daha onlarca yazısını okudum.
Yazdığı hayatın içinden birçok sahici duygunun altına ben de imzamı attım.

Sevmek, sevilmek, vazgeçilmek, vazgeçememek, özlem, mutluluk, hüzün, gurur, yalnızlık, beklemek, inanmak, sil baştan yaşamak, güçsüzleşip kaçmak, dimdik demir gibi ayakta durmak ve daha onlarca duygunun arasında sıkışıp kaldım.
Gecenin bu saatinde hepsi elele tutuşup başımın üstünde "kutu kutu pense" oynadılar. İlk arkasını dönen hangisi oldu biliyor musunuz?
"Özlem"
Napcaz bu söz geçiremediğim, asi Özlem'le napcazzzz?
Ah bi bilsem...


http://haber.gazetevatan.com/haber.vatan?detay=O&Newsid=260788&Categoryid=4&wid=10

Yazı tarihi: 27 Eylül 2009