27 Eylül 2009 Pazar

Düğün, cenaze ve unutmamak


Yapamadım, gidemedim.
İçim içimi yiyiyor, vicdanım sızım sızım sızlıyor ama yine de elim kolum bağlandı, gidemedim, yapamadım...
Bugün, bu akşam, tam da bu yazıyı yazdığım bu saatlerde canım arkadaşım Hülya İstanbul'da evleniyor ve ben Ankara'da kalakaldım.
Hayat böyle bir şey işte.
Siz planlar yaparken size güler ve kendi kurallarını koyar.
Annemin endişe verici sağlığı ve yarın sabah erkenden yine bir dizi tahlil ve tedaviye girecek olması sebebiyle onu yalnız bırakamadım.
Ve bu gece İstanbul'da olup yarın sabah erkenden Ankara'da olmanın da yolunu bulamadım.
Gönlüm o kadar çok Hülya'nın yanında ki umarım hisseder ve onun için canı gönülden mutluluk dileğimi bilir.
Allah seni ve Mark'ı ömür boyu mutlu etsin canım arkadaşım, sizi sevgi ve sonsuz bağlılıkla birbirinize teslim etsin...

Hülya bugün İstanbul'da düğün telaşındayken peki ya ben Ankara'da neler yaşadım?...
Sabah Melek'le telefonda konuştuk uzun uzun.
Dün de Aykut ve Cenk'le konuşmuştuk.
Apayarı hayatlar.
Herkesin kendine göre derdi sıkıntısı, hayat gailesi var.
İnsan kendi içine kapanınca tüm dünya bir tek kendi etrafında dönüyor zannediyor.
Büyütüyor, abartıyor yaşadıklarını, kendini dünyanın merkezine koyuyor.
Merkezi yapan da yıkan da kendisi, bildiği halde bu gerçeği gözlerini yumuyor.

Öğleden sonra mahalleden çocukluk arkadaşlarım Sibel ve Yeşim'le buluştum.
Kısa bir buluşmaydı; en az 10 yıldır görüşmediğimiz düşünüldüğünde zaman su gibi akıp geçti.
Sibel 15 gün önce babasını kaybetti, birkaç gün önce de yakın bir arkadaşını; 35 yaşında kalp krizinden:(
Sibel anlattıkça zihnimin prompter'ından şu cümle kayıp gitti:
"Ne ölüp gidenle, ne kalıp bitenle empati kurabilirsiniz.
Sadece üzülür, hüzünlenir, ağlarsınız"
Çok üzüldüm, çok hüzünlendim ikisi için de ayrı ayrı.
Her ikisinin de mekanı cennet, ruhları şad olsun.

Sibel'in de Yeşim'in de 3-4 yaşlarında oğulları var.
Benim onlardan kopuk 10 senelik İstanbul hayatım, babamı kaybedişim, annemin hastalığı vs...
Zaman darlığından ana başlıklarla geçiştirdiğimiz ne çok mihenk taşı yer değiştirmişti hayatımızda.
Latte'li tiramisularımızı yerken tüm bunlardan uzak ve bihaber olduğumuz, kapının önünde üçümüzün ip atladığı günlere dönmeyi ne çok istedik.
Evet üçümüz de fiziksel olarak o günlerden çok da farklı değildik; zamana karşı kendimize iyi bakmış, hala fıstık gibi görünüyorduk ;)
Ya ruhlarımıza da aynı özeni gösterebilmiş miydik?
Görüntülerin arkasındaki ruhlarımızı deşifre etmek için benim önümüzdeki haftasonu yapacağım İstanbul seyahatimin dönüşü sonrasına güzel ve uzun bir akşam yemeği için sözleştik.
Eve geldiğimde Zürih'te yaşayan çok sevdiğim, biricik arkadaşım Banu'nun e-postasını okudum.
Benim birkaç gün önce ona yazdığım uzunca mesajıma o da uzunca bir cevap yazmıştı.
Ne tatlı, ne teselli edici, ne dostça yazmıştı tüm mesajını Banu. Kendimi ne kadar da iyi hissettirdi.

Son cümlesi hayatımda okuduğum en anlamlı, bana yüksek değer ve güç katan sözlerdendi.
Şöyle bitiriyordu Banu mektubunu:
"...Aşk yaşanırken öyle güzel ki, eminim ne kadar acı da verse yaşamamış olmayı tercih etmezdin. Sağlam dur, yakında inşallah daha güzel günler gelecek."

Kabül zor günler yaşıyorum.
Tamam kendimi yalnız, sıkışmış, umutsuz ve önümü göremez hissediyorum.
Fakat biraz kabuğumdan çıkınca görüyorum ki dünya başka türlü dönmüyor ki...
Bu çarkın içinde dönen ne varsa sana da değiyor.
Ve herşeye rağmen onları yaşarkenki mutluluk öylesine büyük ve eşsiz ki arkasında bıraktığı tüm acılara değer...
Çünkü; tüm o acıların, yaşadığım bütün güzellikler, muhteşem anlar gibi beni ben yaptığına inanıyorum.

İstanbul'a geldiğimde özlediğim ne varsa yad edeceğim;
unutmamak, kıymet bilmek, benden daha iyi bir ben çıkarmak için...

Yazı Tarihi: 27 Eylül 2009

Hiç yorum yok: