26 Haziran 2008 Perşembe

Kırılma Noktası

“Gitme, gitme, n’olur gitme!”
..........................
Derin bi sessizlik.
“Lütfen gitme, n’olursun, bu sefer gönlüm hiç gitmenden yana değil, yalvarırım gitme!”
.......................................................
Az öncekinden daha derin bir sesizlik.
“İçimde kötü bir his var. N’olursun dinle beni. Biliyorsun geçen sefer en çok ben seni yüreklendirmiştim gitmen için ama bu sefer gitmeni, aynı şeyleri bir daha yaşamanı hiç istemiyorum”

Yaklaşık 1 saattir kuzenimle telefonda konuşuyoruz. Olağanca gücü ve ikna kabiliyeti ile beni gitmemem üzere ikna etmeye çalışıyor. Endişesi sesine yansımış. Çaresizliğinin ve çaresizliğimin farkında. Kuyruğunu yakalamaya çalışan kediler gibi. Bir türlü konunun ekseninden uzaklaştırıp çıkartamıyor beni.
Sunacağı hiçbir mantıksal sebebin yolumu kesemeyeceğini biliyor. Cümleleri kısa. Dönüp dolaşıp lütfen ve n’olurlara sığınıyor. Duygu dünyamdan yakalamaya çalışıyor. Korkularımla yüzleştirip beni vazgeçirmek istiyor.
Peki ya ben?
Ne vazgeçecek ne de vazgeçemeyecek kadar yürekliyim. Biri arkamdan üflese basıp gideceğim 1 sn. düşünmeden. Bir diğeri bir saç telini önüme engel koysa Çin Seddi belleyip anında geri basacağım.

“Tamam”
“Tamam mı, nasıl tamam? Bu tonlama hiç inandırıcı gelmedi bana!”
“Peki tamam gitmeyeceğim. Söz”

Yaklaşık 1,5- 2 ay kadar önce abonesi olduğum haber paketinden cep telefonuma gün ortasında pat diye bir sms geldi. Bu haberin 160 karaktere sığan o basit cümleden daha öte derinliği olduğunu biliyordum ama günün telaşesi ile hızlıca okuyup geçtim.
En azından o anlık geçmeye çalıştım.
Gün ilerledikçe arka tarafta ne olduğunu, nasıl olduğunu, hangi sebeple bu noktaya gelindiğini çok merak ederek aklımdan çıkaramamaya başladım.
Ertesi gün ve bir sonraki gün de gazetelerdeki bütün haberler bu konu hakkındaydı.
Kimi gazeteler haberi manşetten, kimileri ise nerdeyse tüm köşe yazarlarının ana başlığı ile vermişlerdi.
Hepsini bütünüyle okudum. Bazılarını birden fazla kez.
Detayları okudukça önceki önyargılarımdan ve ona yapıştırdığım etiketlerden utanarak kendimi ayıpladım.
Bu duruma gelinmeden önce onun hakkında hiçbir şey bilmemiş ve –sanki edebilecekmişim gibi- yardım edememiş olmanın çözümsüzlüğü ile sıkıldım. Değiştirebileceğim birşeyler olmasını diledim, çok geç olduğunu bile bile.
Sebep her ne iseydi “değer miydi ha, değer miydi?” diye ona sordum titreyen gözbebeklerimi ve ağırlaşmış boğazımı zayıflıklarından alıkoymaya çalışarak.

“ ‘Beni çok katlı bir binanın en üstünden atın, üzerimde tek kuruş olmasın. Zemine birkaç kat kala en az 10 milyon dolar derlemiş olurum. Zeminde ise zaten bir güvenlik ağı benim için kurulmuş olur.’ Böyle bir özgüveni vardı.... “ şekline devam eden Milliyet gazetesi başyazarı Güneri Cıvaoğlu’nun haberle ilgili kaleme aldığı yazı en etkilendiğim yazı oldu.

http://www.milliyet.com.tr/Default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=762184&AuthorID=64&Date=03.06.2008&ver=95


Ve çookkk düşünüp, çoookkk kafa patlattım neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede diye?
Onu ve aynı akıbetteki bir çok güçlü, sarsılmaz karakterdeki insanı bu noktaya getiren kırılma noktasının nerede başlayıp nerede bittiğini pek merak ettim. Anlamaya çalıştım, anlayamamak beynimi kemirdi.

Kendi sınırlarımı, kırılma noktalarımı kestirmeye çabaladım.
Gidip gitmemek arasındaki kırılma noktamı...
Kuzenimi 1 saat boyunca yalvartan zavallı egomu...
Başarısızlığın veya başarısızlık yolundaki hiçbir engelin gönülden gelen bazı arzuları asla dizginleyemediğini yine yeni yeniden kavradım.
Bazı zamanlardaki ‘keşke’lerin geç kalınan keşke’ler olmamasını diledim.

Allah taksiratını affetsin Banker Kastelli, keşke böyle olmasaydı...

Yazı Tarihi: 26 Haziran 2008