15 Eylül 2008 Pazartesi

Klasik bir Cumartesi'yi 21C ve 17C ile açtım


Cep telefonumun kurduğum sandığım alarmı çalmadığı için sabah 09:40 Ortopedist randevüme zar zor yetiştim.
Topuklu ayakkabılar ve fazla spor sebebiyle sol ayakta 21C, sağ ayakta 17C’lik deformasyon oluşmuş.
Şu anda çok kötü durumda olmadığı ve henüz bana çok ağrı vermediği için geçici çözümlerle ameliyatı bir süre erteleyebileceğim ama eninde sonunda operasyon kaçınılmaz olacak gibi gözüküyor.
Uzun zamandır yaptığım araştırmalar bu operasyonun hem olma hem de sonraki aşamalarında oldukça zor ve ağrılı gerçekleştiği yönünde. Aynı şekilde iyileşme sürecinin de oldukça uzun ve sıkıntılı...Üstelik sonraki dönemde de tekrar etme riski çok büyük.
Tüm bunlara bakıldığında operasyon geçirmek hiç akıllıca gözükmüyor.
Internetten yaptığım araştırmalarda Acıbadem Hastanesi doktorlarından Doç.Dr. Şeref Aktaş’ın artık yeni yöntemle ameliyat ettiğini öğrendiğim için daha fazla bilgi edinebilmek amacıyla randevümü kendisinden aldım.
Yeni yöntemde artık; çıkıntı kemiği kesip aldıktan sonra olması gereken yere sabitlemek için eskisinde olduğu gibi tel değil onun yerine vida kullanılıyormuş ki bu da diz, kalça vb. ameliyatlarda uzun zamandır kullanılan yöntemmiş.
Telin zamanla kemiği tutmaması sebebiyle repete eden defekt, vidanın %95 oranlarında tutma yetisi sebebiyle bu yöntemde oluşmuyormuş.
Operasyon yaklaşık 45 dak. sürüyor, 1 gece hastanede yatılıyor ve 4 gün –eğer çok gerekli olursa- sadece topuklara basılarak yürünebiliniyormuş.

Beni tanıyanlar bilinler, benim pek ameliyat korkum yoktur. (hatta çoğu zaman kesilip biçilmeye gönüllüyümdür :-))
Tek korkum sonrasındaki iyileşme sürecinin uzun olması ve hem o süreçte hem de sonrasında spor yapamama ihtimalim-ki bu sebep başlıbaşına beni ameliyat olmamaya ikna edebilecek kadar kuvvetli bir sebep.
Neyse, bakalım bu Pazartesi itibariyle geçici ve erteleyici çözümleri uygulamaya başlayacağım. Hayırlısı...

Saat 10:30’da Acıbadem Ataşehir’deki işim bitti. Sabahtan sahilde paten yapmak üzere gerekli bütün teçhizatımı giymiş ve yanıma almış olarak evden çıktım.
Hava sonbahardan ziyade süper bir yaz sabahı gibi olduğu için sahile inmek için sabırsızlanıyordum.
Erenköy Ethem Efendi’den dümdüz Bağdat Caddesi’ni keserek, Erenköy Cami yanından Marmara Yelken’e inen, beni hep bir sahil kasabasında gibi ve iyi hissettiren büyülü sokakla buluştum. Daha bu sokağa girdiğim an tam karşımda gördüğüm denizin üstüne sim dökülmüş pırıltısı ile içimi uçuran bir kıpırtı hissettim.
Bu kıpırtıyı hissettiğim saniye biranda bugün patenin beni kesmeyeceğini, çok daha uzaklara gitmek isteyebileceğim için bisikletin özgürlüğüne ihtiyacım olduğunu anladım.
Böylece rotayı direkt olarak Yeşil Bisiklet’e çevirdim.
Benim emektar kiralık bisikletim Yeşil’de beni bekliyordu. Ne de olsa yaklaşık 2 aydır kendisi ile ilgilenememiştim, beni özlemiştir herhalde diye düşündüm :-)
Yeşil’in sahibi Gürsel abi tam bir spor adamı.
Gürsel abi ile spor aşkı, bisiklet aşkı, Red-Bull’un bu sene gerçekleştirdiği ‘Geç Kalma’ bisiklet yarışı, kondisyon, benim paten aşkım vs üzerine tatlı tatlı sohbet ettik.
Bu sırada o benim Meriva’nın sönmüş lastiklerine hava basıyordu.
Orada bulunan bir müşteri de sohbetimize katıldı.
Sahilde karşılaşırsak bana bisiklette birkaç numara öğreteceği veya o bisikletli ben patenli olursam beni bisikletine bağlayıp su kayağı gibi çekeceği üzerine söz verdi! (Neden böyle bir söz gereği hissetti ben anlamadım?! :-) )
Havası yerine gelince emektarımı alıp Yeşil’den aşağı salarak İş Bankası blokları yanından sahile indim.
Bir bağımlının damarlarına madde zikrettiğinde aldığı haz benzeri bir haz aldım sahil ve deniz kokusunu ciğerlerime çekince; ne yüce bir mutluluk...
‘Hayat güzel, anı yaşamak lazım’ diyerek bastım pedala; açtım mp3’ümü, ver elini Marmara, Adalar, Fenerbahçe, Caddebostan, Erenköy, Suadiye, Bostancı...
11 civarlarında başladığım sahil turumu 1 saat kadar yapmayı planlarken bu güzellikten bir türlü kopamayarak saat 3’e(15:00'e) kadar pedal çevirdim.
4.kez ‘bu son’ dediğim turumun cidden son turunda karşı taraftan gelen bir bisikletli ile dar olan geçiş/dönüş yolunda birbirimize yol vermek üzere pozisyon aldık.
Onda da güneş gözlüğü ve kulaklık vardı bende de. Yanyana geçtiğimiz son saniye itibariyle onu tanıdım ama bir kere birbirimizi geçmiş olduk. Geri dönüp dönmeme konusunda tereddüt ettim.
Tabii ki tipik Nesss davranışı sergileyerek geri dönmedim. Yaklaşık 10 saniye sonra yanımda bisiklet süren birini hissettim.
Az önce yanımdan teğet geçen Cem dönerek arkadan bana yetişmişti.
Bisikletleri kenara çekerek ayaküstü sohbet ettik. En son Euro 2008’de Cenevre’de karşılaşmıştık onunla.
Oruçlu olmasına rağmen sabah spor salonuna gitmiş, şimdi bisiklete biniyor, burdan da tenise gidecekti. Önceki profesyonel spor hayatı ve şimdiki hayatında sporun yeri ile o da tam bir spor adamı.
Ayaküstü sohbetin bizi kesmediğini anlayarak Ramazan sonrası birlikte bir bisiklet turu atmak ve sonrasında oturup bir yerlerde birşeyler içip sohbet etmek üzere sözleşerek ayrıldık.
Sol dizkapağımın ağrısı ve öğle sıcağı artık dayanılamayacak hale geldiği için 4 saatin sonunda ‘artık gideyim’ dedim.
Zaten daha Cadde'de bir yere uğrayacak, eve gidip duş alacak ve saat 5’te Soyak Palmiye’de Aynur’la buluşacaktım.
Hem Aynur’un oradan tuttuğu yeni eve bakacak hem de sitenin kafesi olan Ada Cafe’de laptoplarımızda ipod- cd yüklemesi yapacaktık.
Tabii Cadde'deki facia trafiği hesaba katmamıştım bu zamanlamayı yaparken.
Aynur 4 Levent’ten Soyak’a 20 dakikada gelmişti ama ben 20 dakikada sahilden Ethem Efendi’ye bile henüz gelememiştim.
İstanbul trafiğinden nefret eder hale geldim, az önce bisikletle yüzüme vuran rüzgarda ne kadar güzel yol alıyordum olsa.
Başka şehre, başka ülkeye taşınma fikri yine aklımdan geçti...
Bu arada yol üzerinde bir mağazaya uğrayarak yaz başından beri aradığım ve nihayet bulduğum kot eteği aldım. Trafiğe bakılırsa eve uğrarsam saat 5’te Soyak’ta olmamın mümkünatı yoktu. Ben de aldığım eteği üzerime geçirerek direkt olarak Soyak’a yollandım.
Soyak’ın özellikle Palmiye sitesi harika. İstanbul dışı bir yerdeymiş gibi hissettiren yeşillikler ortasındaki Ada Cafe’nin bahçesinde bir grup Alman arasına oturarak hafif birşeyler atıştırdık.
Sonrasında Aynur’un yeni tuttuğu eve baktık. Evine bayıldım. Çok kullanışlı, güzel ve şirin bir ev. O evin ona huzur ve bol kısmetler getirmesini diliyorum.
Soyak sonrası ise arkadaşlarla akşam yemeği için Y.Sahra Adana Dostlar’da buluştuk. İspanya sonrası benim yeme disiplinim tamamen bozulmuş durumda, artık diyet-miyet kalmadı. Eski potansiyelimden bile daha beterim. Önüme ne gelse hiç bakmadan, etrafımla konuşmadan, dur durak bilmeden, irademe söz geçiremeden sürekli yiyiyorum. Delirdim galiba :-)
Acil Aysun hnm’a gitmem ve tekrar kontrol altına girmem gerekiyor.
Durun daha bitmedi...
Ramazan başlangıcından beri canım güllaç çekiyordu. Herkes bu fikre çok sıcak bakınca Adana Dostlar’dan kalkar kalkmaz Cadde Mado’da Hülya ile buluşmak üzere sözleştik.
Akşamın 11’inde koocaaaammaaaannnnnn 1 porsiyon güllaç yenilir mi be hanım?!
Yenilirse n’olur?
Çat diye çatlanır.
İşte güllaç bittiğinde tam da bu hissiyattaydım.
Allah’tan Hülya arabasını hangi sokağa park ettiğini uzuuunnncaaaa bir süre hatırlayamadı da ona eşlik edelim diye baya bir yürüdük :-)
Yok sarhoş filan değildi, Ramazan’da hayatta içmez.
Sadece kafası çok yoğun.
Neden mi?
Sürpriz...
Durumu netleşsin, izin verirse burada yazarım.

Sevgili Arkadaşlarım Aynur ve Hülya,
Sizler için çok mutluyum, önümüzdeki günlerin sizler için harika geçeceğine eminim.
Zavallı midem senin için de çok üzgün :-(
Eeeee hayat hep aynı gitmiyor. Her kışın bir baharı, her akşamın bir sabahı var değil mi? ;-)
Yazı Tarihi: 13 Eylül 2008

Hiç yorum yok: