29 Eylül 2008 Pazartesi

Şeker gibi bayramlar dilerim

Ben anladım.
Mutlu olunca ben hemen bir liste döktürüveriyorum.
Hiçbir şeyi kaçırmamak için, içimdeki zırdeli mutluluğun zerresini heba etmemek için ve kendimi daha, daha, daha yükseklere taşımak için.
Dün gece 1,30 ‘lardaydı zaman ben uyuduğumda. Bu sabah uyandığımda da 6,30.
Sabah çalan alarma içimden saydırırken aslında kendime saydırıyordum; “ne vardı bu kadar geç yatacak, bilmiyormusun kalkacağın saati” diye...
Şu anda kafa sepet anlayacağınız.
Olsun hiç önemli değil.
Pazartesi sabahında olmamıza rağmen birkaç saat sonra Bayram tatili başlıyor olacak.
Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe tatillll.
Şeker Bayramı ya da diğer adıyla Ramazan Bayramı tatili. Siz bakmayın başkalarının bunu ayırmasına ikisi de aynı şey.
İçim coşkulu coşkulu, otomatik neşe gelmiş vaziyetteyim :-)
Bayramda uzun zamandır görmediğim aile büyüklerimi görüp, ellerini öpüp hayır dualarını alacağım.
Sonra da... sakatlanmaya pek hevesli sol dizim taş koymazsa kendime bayram hediyesi 2009 model bir 27 vites alacağım.
Adettendir çocuklara bayramlarda, karne aldıklarında bisiklet hediye alınır.
Bana kimse almamıştı şimdiye kadar, artık koca kız oldum; kendi söküğümü kendi kendime dikme vaktim geldi.
Bekle beni Trek geliyorummmm!!!

İlaveten dün gazetede okuduğum bir haber beni acayip ateşledi.
Taktım, takıldım o konuya.
Sanırım uzun süre de takılı kalacağım.
Olayın heyecanı şimdiden alev alev sardı heryanımı.
E napalım, ben böyleyim.
Tak- tak- taktıklarım olmazsa motivasyonum,
Alev alev saranlarım, sardıklarım olmazsa hayatımın anlamı,
Hayallerimden güç almazsam yaşama sevincim olmuyor.

Öperim hepinizi yanaklarınızdan.
Kutlu, mutlu, şeker gibi bayramlar dilerim :-)

Not: Bayram sonrası acilen bu takıntılı konumla ilgilenmeye başlayacağım. Yeteri kadar cesur olabilirsem burada adım adım, yazı dizisi şeklinde yazarak sizleri haberdar etmeyi planlıyorum.

Yazı tarihi: 29 Eylül 2008

Beş ve bir sene öncesi bu akşam



5 sene önce bugün aslında 23 Kasım’dı.
Geçen sene bugün ise 28 Eylül bir Cumartesi’ye denk düşmüştü.
İkisi de duygularımın, içgüdülerimin, sezgilerimin ve sevgilerim doruğa çıktığı günlerdi.

2003 senesinin 20 Kasım’ında HSBC’nin İstanbul Levent’teki Genel Müdürlüğü’ne hain bir terör saldırısı düzenlendiğinde ben 20 günlük HSBC çalışanı idim.

Önceleri farklı bir şirket olan fakat sonraları HSBC tarafından satın alınarak banka bünyesine katılan iş dalım Levent’teki Genel Müdürlük binasına taşınmak üzere gün sayıyordu. Evraklar kolilenmiş, personel Genel Müdürlük binasına yerleşmek üzere bekleyişe geçmişti.
20 günlük HSBC’li olan ben işe başlamamdan birkaç gün önce doğumgünümü kutlamak üzere İstanbul’a gelen anne babama çalışacağım bina olarak Levent’in tam göbeğindeki bu mavi camlı, banyoları mermer kaplı binayı çoktan göstermiştim bile.
Onlarca masum insanın ölümüne ve yaralanmasına sebep olan bombalı terör saldırısı gerçekleştikten birkaç saniye sonra patlamanın haberini Maslak’taki binamızda almıştık. Olayın vehametini henüz bilmediğimiz ve idrak edemediğimiz için haberden hemen sonra ben çalışmaya devam etmiştim. Birkaç dakika içinde ofiste bir panik havası oluşmuş ve iş arkadaşlarım yakınlarını arayarak iyi olduklarını bildirmeye başlamışlardı.
Haber almak üzere ofisteki televizyonu açar açmaz verilen canlı yayın olayın trajedisini ve önemini kavramamıza yetmiş hatta umduğumzdan çok daha büyük birşeyle karşılaştığımız için korku içinde donmamıza sebep olmuştu.
Patlama olan binada arkadaşları, tanıdıkları olanlar gözyaşlarına ve ağıtlara engel olamıyordu.
Genelde soğukkanlı olmama rağmen gördüklerim, duyduklarım ve yaşadıklarım karşısında ben de tedirgin olmaya başlamıştım.

Sürekli dolu olmasına özen gösterdiğim cep telefonumun şarjı aksi gibi çok azalmış ve telefon hatları kitlenmeye başlamıştı ki Ankara’daki yengem arayarak beni merak ettiklerini, iyi olup olmadığımı sordu. Patlamanın bizim binada olmadığını ve anne-babama iyi olduğumu iletmesini söylememi takiben de tüm iletişim hatları kesilmişti.
Tüm ekip acil durum aksiyonu alarak hemen binayı terkederek kapı önündeki boşluk alanda toplandık. Birkaç kişi; birarada hareket etmemizi, diğer birkaç kişi de toplu halde kalarak hedef oluşturduğumuzu, acilen ayrılarak evlere dağılmamız gerektiğini söylüyordu.
Evlere dağılalım dağılmasına da Maslak- Levent arası tüm yollar araç trafiğine kapanmıştı. Anadolu yakasında oturanlar için eve gitmenin tek yolu İstinye üzerinden sahile inerek deniz yolu ile karşıya geçmek olacaktı.
Maslak- Levent gidişindeki yolun kapalı olması gibi Levent-Maslak geliş yönü de araç trafiğine kapalı olduğundan uzun süre 10-15 kişi olan bizi sahile götürecek bir ulaşım aracı bulamamıştık.
Sanırım yaklaşık 45 dakika kadar sonra gelen boş bir dolmuşa doluşarak soluğu Yeniköy sahilinde aldık.
Buradan Üsküdar’a kalkan motor da yaklaşık bi 45 dakika kadar bekledikten sonra bir 20 Kasım gününde, İstanbul Boğazı’nda dalgalar eşliğinde, sallana sallana, bata-çıka Üsküdar’a varabilmişti.
Ben yengeme haber vermiş olduğumdan içim nispeten rahat olsa da hem şarjımın bitmesi hem de zaten tüm hatların ulaşılamaz olması sebebiyle anne-babamla konuşamamış olmanın huzursuzluğu içerisindeydim.
Deniz ortasında biryerlerde kalan son şarjımda telefonumun çaldığını duydum. Arayan babamdı. Çoğunlukla soğukkanlı olan babamı ömrümde ilk kez bu ses tonunda duymuştum.
Sesindeki endişe ve üzüntü aramızda 450 km ve bir de İstanbul boğazı olmasına rağmen tam içime işlemişti. Beni bu kadar merak etmiş olabileceğini tahmin etmezdim. O ana kadar aklımda sabah televizyonda gördüğüm görüntülerin üzüntüsü varken bir de babamın o sesi sebebiyle kalbimin acısını çok net olarak hissedebilmiştim.
Onunla sadece birkaç saniye konuşabildikten sonra hatlar tekrar kesilmişti. Bu konuşmanın üzerinden ancak bir iki saat sonra evime varabildiğimde ilk iş babamı aradım.
Endişesi, belki de hayatında ilk kez apaçık belli ettiği korkusu, yanımda olamamasının verdiği çaresizlik hepsi telefonun ucundan içime sızabiliyordu.
Karşımdaki televizyonda izlediğim dehşet dolu görüntüler ve aynı görüntülere bakarak durumu yorumlamaya çalıştığımız canım babamın sesi karşısında gözyaşlarımın yanaklarımın süzülmesine söz geçirememiştim.
İçimi limitsiz bir korku, bir isyan, bir yanlızlık duygusu kaplamıştı.
O gün 20 Kasım Çarşamba idi, Ramazan ayı.
5 gün sonra Şeker Bayramı gelecekti.
Yani 25 Kasım Salı Bayramın 1. günü, 24 Kasım Pzt Arife günü olacaktı.
Bu vahim patlamanın ertesi gün HSBC Türkiye, İstanbul merkez bina ve tüm şubeleri ile birlikte çalışmaya devam edeceğini açıklamıştı.
Ben de her zamankinden daha çok işe gitme isteği ile görevimin başına gitmiştim, anne-babamın gönlü buna hiç razı gelmese de...
Zaten Prş-Cuma ve takip eden Pazartesi yani Arife günü yarım gün daha çalışacak ve Arife iş çıkışı Ankara’ya gidecektim.
Her sene olduğu gibi, her bayram olduğu gibi...
Ve yine her Ankara’ya gittiğimde olduğu gibi babam beni karşılayacaktı.
En son Pazar akşam konuşmuştuk; kaçta Ankara’da olacağımı ona söylemiştim ve o da her zamanki gibi beni karşılayacağını...
5 sene önceki bugün gibi Arife gününden 1 gün önce Pazar’a denk geliyordu ve o Pazar içimdeki huzursuz ruh benim canımı okuyordu.
Bayram tatili olması sebebiyle tüm arkadaşlarım bir yerlere gitmişlerdi ve ben evde sıkıntıdan patlamak üzereydim.
Ne bir şey okuyabiliyor, ne TV seyredebiliyor, ne de herhangi birşeyle ilgilenebiliyordum.
Sıkıntım her geçen saniye artıyor, duvarlar üstüme üstüme geliyor, boğulacak gibi oluyordum.
Tipik Pazar akşamı sendromu diye büyütmemeye çalışıyordum ama bu sefer hiçbir avuntu fayda etmiyordu.
Bir offf çeksem dağlar, duvarlar delinecek kadar kederliydim.
Bu dünya üzerinde ne arayabileceğim biri, ne de içimi ferahlatabilecek hiçbirşey yokmuş gibi hissediyordum.
Çok sonradan anlayacaktım ki bu hayatımın en kötü gecesi duygularımın, içgüdülerimin, sezgilerimin ve sevgilerim doruğa çıktığı gece olacaktı.
Birini kalbinde hissetmenin, farklı boyutlarda ama aynı yaşanmışlığı tecrübe etmenin onu çok sevmekten geçtiğini çok sonraları anlayacaktım.
Sıkıntımın doruğa çıktı bir anda dışarıdan gelen bir silah sesiyle irkilerek yine bir magandanın kendi sevincinin bir masumun hayatına mal olacağını çırpıntıdan ağzımdan çıkacak olan kalbimle hissettim.
Ve yine çok sonradan hatırlayacaktım ki canım babamın bu hayata veda ettiği an tam da benim o sesi duyduğum saatlere denk gelecekti.
5 yıl önce, tıpkı bu akşam gibi soğuk ve yağmurlu bir Pazar akşamı, Arife gününden ve benim Ankara’ya gitmemden 1 gün önce...
5 sene önce bugün aslında 23 Kasım’dı...

Geçen sene bugün ise bir Cumartesi idi.
2007’nin 28 Eylül’ü bugüne tezat, sıcağı bol, güneşi çok, yazdan kalma bir gündü.
Sevgili yeğenimin doğumgününü güzel bir restoranda kutlamış, aile meclisi ve yakın dostlarla geçirilmiş güzel bir gecenin sonunda evime dönüyordum.
Semtime geldiğimde içimden gelen bir ses beni yolumdan çevirdi.
Hiç aklımda yokken, konunun üzerinde daha önce hiç düşünmemiş, planını yapmamışken içimdeki mutluluk beni o yola çekti.
Ve ben yine sonradan anlayacaktım ki o gece duygularımın, içgüdülerimin, sezgilerimin ve sevgilerim doruğa çıktığı 2.gece olacaktı.
NSL’m ile birlikte o gece vakti daha önce hiç gitmediğimiz ve neresi olduğunu bilmediğimiz bir yere doğru yol aldık. İçimdeki o doruk sanki benim GPRS’imdi. Ben birşey yapmıyordum, o beni götürüyordu tanımadığım sokaklarda. 3 dakika içerisinde ömrümde ilk kez bulunduğum bir yerdeydim ve biliyordum ki orası doğru yerdi.
Hiç tereddütsüz aşağı inip karşıma baktığımda aradığım ya da aramadığım ama olmak istediğim yerin tam önündeydim. 7 numara gözlerimin önünde bana bakıyordu.

Birini kalbinde hissetmenin, farklı mekanlarda ama aynı yaşanmışlığı tecrübe etmenin onu çok sevmekten geçtiğini çok sonraları anlayacaktım.

Birkez daha çok ve saf sevginin ruhumda yarattığı fırtınalar karşısında donakalacaktım.

Başka diyeceğim yok!

Not: Ayşe Arman'dan aynı güne dair bir yazı: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=185210&yazarid=12


Yazı Tarihi: 28 Eylül 2008

28 Eylül 2008 Pazar

Facebook icat edildi mertlik bozuldu

Namahrem kalmadı.
Hayalgücü, düşüncegücü, tahmin kuvveti ve benzerleri ise hepten yitik.
Anamız babamız, bacımız gacımız, karımız kocamız, sevgilimiz sevdiğimiz gözler önünde, çarşaf çarşaf...
Her ama heeerşeyler, alenen, tüm çıplaklığı ile ortada.
Daha düne kadar adını bilmediğiniz birileri sizi arkadaş listesine eklediği an hooopp tüm seceresinin içindesiniz, tabii o da sizinkinin.
Ne yer ne içersiniz, nerelere gidersiniz, arkadaş grubunuz kimler, kimlerle takılırsınız, ne giyersiniz, hangi okullardan mezunsunuz, işiniz-ofisiniz nedir, nerdedir, doğum gününüz, kimle nerde kutladınız, tatilde nerdeydiniz, eliniz, ayağınız, bakışınız, gülüşünüz, duruşunuz, modunuz, statünüz, hava durumunuz...
Hiçbir şeyin gizlisi, saklısı, mahremi, masumiyeti kalmadı...
Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz...

Gönderilen daveti kabul etmemek de olmuyor; elbet biryerlerde yüzyüze bakıyorsunuz, “aaaa, sen nasıl beni kabul etmezsin” serzenişleri, afrası tafrası, artistliği veya ona ihanet etmişsinizcesine nefreti karşısında kendinizi suçlu hissediyorsunuz.
Liste kabarık dursun da gerisi önemli değil.
Ekledikten sonra ne bir selam sabah, ne bir hal hatır sormaca, ne başka bir kontakt.
“Ben burnumu senin hayatına sokayım ama sana değmeme gerek yok” mantalitesi.
Neyse ki son düzenlemeler ile her adımın gizliliği kontrol edilebiliyor da bu sayede özel hayat hala az da olsa gizini koruyabiliyor.
Ama tabi “az da” olsa...
Teknoloji ve mahremiyet arasındaki ilişkiyi ben şu bilgisayar oyunlarındaki ikoncan “Pacman” e benzetiyorum. Ağzı açık, sinsi sinsi her köşe başından çıkıyor ve önüne geleni mideye indiriyor. Onun bu açgözlülüğünden paçayı kurtarabilenler şimdilik sıyırıyor ama en fazla birkaç el sonra onlar da aynı yolun yolcusu olarak yenmekten kurtulamıyorlar.
Böylesine beslenen teknolociks herşeyi önümüze zahmetsizce koyuyor. Kimsenin çaba sarfetmesine gerek kalmadan Facebook hayatımızın tüm belgelerini başkalarına sunuyor, arşivliyor, bununla da kalmıyor bir de belgeleri fotoğraflar eşliğinde görüntülü olarak ispatlıyor.

Facebook var diye mi, yoksa sadece ikisinin de yıldızının parlaması aynı döneme denk geldi diye mi bilmiyorum, bir de hayatımızda 7/24 birlikte yaşadığımız dijital fotoğraf makineleri bulunuyor. Cümbür cemaat, 7 sülale kapak yıldıyız. Boy boy, poz poz 1. sınıf kalite kuşe kağıda basmalık.
Japonlara laf ediyorduk, günahlarını almayalım, biz varken solda sıfır kalıyorlar.
Özel gün, kutlama, tatil filan değil sabah akşam, hercai yüzümüzde flaşlar patlıyor.
Cin Ali serisi misali; parkta, araba, tatilde, plajda, işte güçte, uyurken, uyanıkken, yerken, gülerken, ağlarken hayatın içinden kareler, ta tammm. Ama ne kareler; doğal doğal çok doğal fakat nedense hafiften ayna karşısında çalışılmış tek kaş havada artistik veya kısık kısık buğulanmış şuh bakışlar, e tabi hepimizin tamamen doğal hali budur aslında ;-)

***

Facebook öncesi dönemde teknolojik ajanlık henüz sadece “google” tekelindeydi.
Hayatınıza yeni birileri mi girdi, ilk adım “googling”. Kız isteyen delikanlıların seceresini araştırdığımız eş-dosttu google. Bir adab- usul vardı. Öyle herşeyi soramazsın google'a.
“Shhttt haddini bil” der. “Bu kadar da namahreme girilmez ki.... Çok istiyorsan sana profesyonel hayattan, kazanılan bir-iki başarıdan, en fazla okul, iş-gücünden bilgi verebilirim o kadar, gerisi kişinin özelidir. “
E sen de daha fazlasını alamayacağını bilir kös kös geri adım atarsın. Facebook gibi her üstüne vazife olanı olmayanı öğrenebileceğin mahallenin delisi değildi.

Google ve facebook öncesi zamanlarda ise sadece “günlük tutmak” modaydı.
Birinin günlüğünü bulup gizli gizli okumak ve orada yazanlardan gerçekten gizli olan bişeyleri öğrenince şaşırmak güzeldi.
Tarihin tozlu sayfalarına karıştı ve afilli yalnızlıklar oldular günlükler şimdilerde...
Oysa ben ne severdim mürekkepli el yazısı ile günlük yazmayı sayfa sayfa, sırdaş sırdaş, özel özel, kendimden kendime...
Şimdilerde ne gizlenen var, ne de gizlenenin keşfinden alınan haz.
Ne gizleyen var, ne de gizlenene duyulan merak...

Bu kadar yerden yere vurdum, tu kaka dedim, sanmayın ben bu dünyadan uzağım
Nerdeyim?
Facebook’ta.
Nerdeyim?
Google’da.
Nerdeyim?
Blog’umda.
Nerdeyim?
Dahası var ama hiç olmazsa onlar gizli kalsın... hala kurutmadığım mürekkebimin el yazısında...

Yazı Tarihi: 28 Eylül 2008

26 Eylül 2008 Cuma

Hava koptu ya kelimeler?

2008 Eylül’ünün 26. gündeyiz. Saat 17:30 civarları.
İstanbul’da, öğle saatlerinde hava feci şekilde koptu. Kızılca kıyamet bir fırtına patladı. Ne yağmur rüzgara, ne rüzgar yağmura geçit verdi.

Ofisimin olduğu 32 katlı ikiz kulelerinin 10. katında tüm çalışma arkadaşlarım camın başına üşüştü ve aşağıda karınca misali doğayla mücadele eden insancıkları seyre daldı.
Saatteki hızı 70-75 km olan rüzgarın ettikleri bu gökdelen bölgesinde daha da mı çok hissediliyor ve görülüyordu ne?

Yürümekte bir hayli güçlük çeken hava mağdurları kaplumbağa gibi kafayı içeri çekmeye ve aynı zamanda şiddetli rüzgarda dengede kalmaya çalışıyorlardı.
Az önce dışarıdan gelen bir arkadaş rüzgarla birlikte yolundan savrulduğunu ve açık otoparktaki otomobillerin üzerine yapışmaktan son anda kurtulduğunu yarı komik, yarı endişeli bir şekilde anlatıyordu.
Benden birkaç kilo fazlası olan bu bayan arkadaşım ben ve benzer kilolardaki arkadaşların dışarı çıksa uçmasının kaçınılmaz olduğunu belirtti ve konu espiri sınırlarını zorlayarak uzayıp gitti..:-)
Ben ise son günlerde bendini aşıp yatağından taşan ırmaklar misali edepsizleşen iştahım sebebiyle aldığım kiloları vermek üzere bayram dönüşü kendimi çok ciddi bir disipline sokma niyetinde olduğumu açıklarken garipsenen bu meramımı anlatmakta biraz güçlük çektim.

Havanın koptuğu sıralarda işyerindeki birçok arkadaşım da 9 günlük bayram tatili sebebiyle çıkacakları yolculuk telaşında idiler....

Tam o sıralarda benim telaşım ise bambaşkaydı.

Kulağımda çalan TRT 3- Ankara Radyosu’ndaki “Caz Panoraması “ adlı programdaki tenor saksafon, bariton saksafon, bas ve trompetin tınıları Paris Orkestrası’nın çaldığı “I’ll take romance” adlı parçada tüm notaları ile kulaklarımın pasını alarak içimin orkestrasını şenlendiriyor, bununla birlikte telaşımı kovalayamaya yetmiyordu.

***
10. Katın kuzeye bakan ofisinde rüzgar uğultuları ve saksafon tınıları eşliğinde; yazıların, kelimelerin okur gözünde cinsiyet belirleyici olup olmayacağını ölçmeye çalıştığım bir ankete girişmiştim.
Bir yazardan kopyaladığım satırları görüşlerine inandığım 21 arkadaşıma göndererek bu satırların bir bayan mı yoksa erkek tarafından mı yazılmış olabileceği konusundaki fikirlerini sordum.

Gelen 21 cevaptan;
9’ u “Bayan”
4 ‘ü “Erkek”
Kalan 8’i ise – ki bu seçeneği sunmamama rağmen - “gay” olduğunu düşündükleri biri tarafından yazılmış olabileceğini belirttiler.

Kelimelerin, cümlelerin veya yaptığımız diğer tüm seçimlerin bizi, cinsel kimliğimizi ve görüşlerimizi ne kadar ele verip veremeyeceğini;
Bilinçli ya da tamamem şuursuzca sahiplendiklerimizin dışarıya tuttuğumuz aynadaki yanıltma ya da doğruluk payı hakkındaki etkisini hesap etmeye çalıştım.
Ve aslında 2 senedir doğru bildiğimi zannettiğim bir konudaki yanılma payı olasılığımı....

****
10. katın rüzgarı şiddetini yitirip birdenbire nereden çıktığı belli olmayan güneş belirince, hayatın heran sürprizlere gebe olduğuna açık ve net olarak bir kere daha tanık olmuş oldum.
İstanbul 4 Levent yükseklerinde dinlediğim ajans haftasonu boyunca özellikle Marmara’da şiddetli yağmur ve fırtınanın beklendiğini söyleyerek vatandaşları uyarıyordu.

Ya öngörülemeyen tehlikeler, bunların uyarısını kim yapacaktı?
Veya uyarısız yakalanılan fırtınlar “ben geliyorum” diye bas bas bağırırken adama sormazlar mı senin aklın nerdeydi diye?

Ben susuyorum, söz hakkı sizin.

Yazıya devam edeceğim.

Yazı Tarihi: 26 Eylül 2008

25 Eylül 2008 Perşembe

Kadir Gecesi

Yarın gece Kadir Gecesi.
Bu mübarek günde oruç tutmak isteyenler atlamasınlar diye özellikle bir gün önceden hatırlatarak gecenin anlam ve önemini yazmak istedim.
Kur’an-ı Kerim'in vahiy yoluyla yeryüzüne indirilmeye başlandığı Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, bin aydan daha hayırlı olan Ramazan Ayı’nın 27.gecesi olduğuna inanılır.
"Bin ay" dan daha hayırlı olduğunun söylenmesinin sebebi şudur;
bin ay seksen üç sene dört aylık bir süreye tekabül eder.
Bu geceyi dua, zikir ve ibadetle geçiren kişi, ancak seksen sene gibi uzun bir ömürde kazanabileceği sevabı bir gecede elde etme bahtiyarlığına ermiş olacaktır.

Bu gecede Cebrail ve melekler inerek yeryüzünü şenlendirirler. Melekler Mü'minlerin etrafını kuşatarak onlara Rablerinin bağış ve rahmetini müjdelerler. Tan yeri ağarıncaya kadar devam eden bu ulvi tecelli, ümmet-i Muhammed'in gönüllerine engin bir huzur ve saadet dalgası estirir.

“Kim inanarak, sevabını ancak Allah'tan bekleyerek Kadir Gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir" olarak buyrulmuştur...

Kadir gecenizin hayırlara vesile olmasını ve tüm dualarınızın kabülünü dilerim.

Sevgi ve dua ile...

Kaynak: http://www.islamiyet.gen.tr/mubarek_gun_ve_geceler/kadir_gecesi.php

Yazı Tarihi: 25 Eylül 2008

24 Eylül 2008 Çarşamba

Valla ben Niobi'nin yalancısıyım:-)


Doğumgünüm adım adım yaklaşıyor.
Ben değil, Niobi söylüyor burcumun özelliklerini. Aşağıda yazılan bazı noktaları kendime göre abartılı bulsam da kabul ediyorum, ben tipik bir Terazi'yim ve bundan çok memnunum :-)

http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/9960687.asp?yazarid=141&gid=61&sz=90971

Terazi burcu ve aşk
Terazi, sevmeyi ve sevilmeyi istediği için sürekli kendini tamamlayacak bir eş arayışındadır.
Doğuştan mükemmel bir romantik olan Terazi, duygusal ilişkilerde oldukça başarılıdır. Doğal zarafeti, cana yakınlığı ve nezaketi sayesinde bir Terazi ile birlikte olurken, zamanın nasıl geçtiği anlaşılmaz.
Güzel konuşma sanatı bir Terazi’nin en önemli yetenekleri arasındadır. Her ne kadar konuşmayı kendi ilgi alanlarına doğru çekmeyi tercih etse de, ya da kendinden ve yaşamından örnekler vererek süslese de, yine de Terazi ile sohbet büyük bir zevktir.
Terazi’nin aşkını ve ilgisini kazanmanın ilk ve en etkin yolu ona komplimanlar yapmaktır. Eğer bu komplimanların samimiyetine ikna olursa, ilk adım olumlu atıldı demektir.
Terazi, her şeyin birinci sınıfından hoşlanır ve kendisi için daha azıyla yetinmek istemez. Eşinin de kendisi gibi seçkin zevkleri olan, zarif bir insan olmasına dikkat eder.
Kolay idare edilebilen bir yapısı olan Terazi, herkes tarafından kolayca sevilir. Ancak Terazi’nin kendisini anlayacak, takdir edecek bir eşe ihtiyacı vardır.
Terazi sosyal olarak dışa dönük ve sevgi dolu bir partnerdir. Bu nedenle birlikte olduğu partneriyle muhakkak sosyal paylaşım içinde olmaya ihtiyaç duyar.
Her ne kadar Terazi insanları söz vermekten hoşlanmasalar da, bir kez söz verdiler mi mutlaka yerine getirirler.Venüs’ün hakimiyetindeki Terazi, aşktaki paylaşımlara da oldukça önem verir.
Doğal bir zarafete sahip olan Terazi, her zaman çekicidir. Terazi, partneri kendini takdir ettiği, sevdiği ve istediği ölçüde, karşılık verir. Yani denge arayışı burada da kendini gösterir.
Kaba davranışlar, saldırganlık Terazi’nin partnerinden kısa zamanda uzaklaşması için yeterli nedenlerdir.
Aslında her zaman bir eşe ihtiyaç duymasına rağmen, bazı Terazilerin poligam bir yapısı vardır. Bu, beğenilme, istenme ihtiyacının yoğunluğundan kaynaklanır. Herkes tarafından istenmek ve beğenilmek, özgüven geliştirmesinde önemli rol oynadığı için Terazi’nin aşk defteri de oldukça kabarıktır.

Haber Tarihi: 24 Eylül 2008

22 Eylül 2008 Pazartesi

Müjdeli Haberler!

Sağlık sahip olduğumuz en değerli hazinemiz.
Maalesef ki hep onu kaybettiğimizde değerini anlıyoruz. Neremizde araz varsa canımız orada oluyor. Eski sağlıklı günlerimize kavuşmak için ne çabalar, sıkıntılar çekiyoruz, uğraşlar veriyoruz.
Ben şahsen sağlık konusuna biraz takıntılıyım.
Nasıl olmayayım? Veya neden olmayayım anlamıyorum. Kendi sağlığımdan değerli neyim var? Kendine yeteri özeni göstermeyen, sağlığını ağustos böceği gibi bir çırpıda, özensizce tüketen insanlara da çok kızıyorum.
Metabolizma öyle birşey ki siz güçlendirdikçe daha sağlam, siz hoyrat davrandıkça da daha hain olabiliyor.
Yaşamın her anında sağlıklı yaşam, bilinçli ve dengeli beslenme, düzenli spor ve rutin sağlık kontrollerine gereken özeni göstermek gerekiyor.
Başlayınca bu konuda daha yazacak çok şey olduğunu idrak ettim. Yalnız şu anda amacım kendi düşüncelerimi sizinle paylaşmaktan öte sadece konuya bir giriş yapmak ve Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’nun verdiği müjdeli haberlerle sizleri başbaşa bırakmak.
Yazıyı mutlaka hatta mümkünse 2 kere okumanızı tavsiye ederim.
Gelişmeler çok sevindirici :-)

Laf ola demiyorum, gerçekten “kendinize iyi bakın”
Öperim :-)

* Tıpta en son gelişmeler

Tıptaki değişim süreci "koruyucu tıp" ve "erken teşhis"i öne çıkarıyor. Dünya nüfusundaki hızlı artış ve yaşlı nüfusun artması, bu değişimi biraz da zorunlu hale getiriyor. Bunun sebebi, tedavi süreçlerinin son derece pahalı hale gelmesi. Gelişmiş ülke ekonomileri bile sağlık giderlerini karşılamada zorlanıyor. Tıptaki değişim sürecinden önce, iyi haberleri öğrenmek istediğinize eminim. Onun için önceliği iyi haberlere vermekte yarar var.

Önce şeker hastalarını sevindirecek bir haberle başlayalım. Çok değil birkaç ay sonra ünlü bir insülin üreticisi firma, bir hafta süre ile etkili olabilecek bir "kan şekeri ayarlayıcısı" ürünü piyasaya vermeye hazırlanıyor. Eğer diyabetli bir hastaysanız, bu sizin için mükemmel bir haber olmalı! Eğer insülin kullanan bir diyabetliyseniz bu haber, enjeksiyon sayısını azaltacağı için sizi mutlu edecektir.

Kanser düşmanı aşı

Bir başka iyi gelişme de hastalıklara karşı geliştirilen yeni aşılarla ilgili. Son yıllarda "menenjit" aşısının, "rota virüs" aşısının yaygın olarak kullanıldığını biliyoruz. Yaşlıların sağlığını önemli ölçüde tehdit eden "Zona" virüsü ve "Pnömökok zatürreesi"ne karşı aşı geliştirilmesi de mükemmel başarılar oldu. Hepatit A ve B aşıları da önemli hizmetlerdir. Kanser önleyici aşı konusundaki başarılı imzalardan biri zaten atıldı. "Rahim ağzı kanseri"ne karşı geliştirilen (ve neredeyse yüzde 100’e yakın koruma sağlayan) aşı, önemli bir gelişme ve güçlü bir umut oldu.

Teşhis teknolojisi

Görüntüleme teknolojilerinde yaşanan değişimler, baş döndürücü durumda. "Anjiyosuz Anjiyo" da denilen, bilgisayarlı tomografi tekniği ile 3-5 dakikalık bir sürede çok güvenli sonuçlar alınabilen teknoloji bunlardan biri. Bu teknoloji koroner kalp hastalıklarının erkenden tanınmasında önemli bir işlev görecek gibi görünüyor. Sanal kolonoskopi de başarılı adımlardan biri olarak gösteriliyor. Öyle görünüyor ki yakın gelecekte üç boyutlu tomografiler hizmete girecek.Moleküler teşhisi esas alarak kanser tanısını çok erken dönemde koyabilmeyi sağlayan "PET" yöntemini de yazmamak olmaz.

Gen analizleri

Biyokimya alanında da güzel gelişmeler var. Örneğin DNA analizleri ve buna bağlı olarak bazı hastalıkların önceden öğrenilebilir hale gelmesi, yakın geleceğin önemli umutları arasında. Ünlü "HapMap Projesi" işte bu DNA kaynaklı beklentiler üzerine kurulu uluslararası bir çalışma. Bu çalışma arzulandığı gibi giderse gelecekte kimlerin hangi kanserlere, hatta ne tür damar hastalıklarına yakalanacaklarını belirlemek mümkün hale gelecek. Genetik analizler sayesinde pek çok hastalığa neredeyse bebek daha anne karnındayken teşhis koymak mümkün olacak. Kan analizlerinde de bilgisayar destekli teknolojilerin kullanımına ağırlık veren gelişmeler var. "Çip ağırlıklı analizler"in biyokimyasal teşhisleri daha kullanışlı, ucuz ve güvenilir hale getirebileceği düşünülüyor. Bu teknoloji kullanıma girdiğinde aynı anda yüzlerce tarama testini bir-iki damla kandan hem de çok ucuz maliyetlerle yapmak olanaklı hale gelecek.

ERKEN TEŞHİS NEDEN ÖNEMLİ

Tıpta yeni gelişmelerin yoğun olduğu alanlardan biri de "erken teşhis" konusu. İşte bu nedenle imkánı olan herkes taramalar yaptırarak hastalıkları daha başlangıç dönemlerinde öğrenmeye çalışıyor. Bir akciğer tümörünü henüz bir iki milim yani toplu iğne başı büyüklüğündeyken teşhis etmekle bir düğme iriliğine, bir santim büyüklüğe ulaştığında teşhis etmek arasında dağlar kadar fark var. Mesela toplu iğne büyüklüğündeki bir tümör kitlesinde diyelim ki 1000 kadar hücre varsa bu sayı, düğme büyüklüğünde bir akciğer tümöründe milyonları buluyor. İşte bu nedenle bütün mesele vücudunuzda gelişen patolojik süreçleri mümkün olduğu kadar erken tanımlamaktan geçiyor.

* Prof.Dr. Osman Müftüoğlu'nun Hürriyet gazetesi'ndeki 22 Eylül 2008 tarihli yazısından alınmıştır.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9951630.asp?yazarid=95&gid=61&sz=71939

Yazı Tarihi: 22 Eylül 2008

"İstanbul'da Bir Sürrealist Salvador Dali" sergisine neden gitmelisiniz?


TANIMADAN karar vermeyeceksiniz!
Birini sevip sevemeyeceğinize...
Hayatınıza alıp alamayacağınıza...
Ya da kendisi çoktan tahtalı köy taraflarına ikamet etmişse vital zamanlarını “öğrenmeden, bilmeden” burun kıvırmayacaksınız hemen...

"E, zaten başka türlüsü olamaz" diyeceksiniz...
Demeyin.

Yazılarından, yaptıklarından, şusundan busundan ötürü aranızda paralellik kurduğunuz ve sırf bu nedenle harika bir birliktelik, güzel paylaşımlar yaşayabileceğinizi düşündüğünüz insanlar olabilir, biliyorum.
Ve diyorum ki, "önyargılarınızın esiri olmayın”,
“ hayatınıza girmeye çalışan herşeye ufak da olsa bir şans, bir değer verin!"
Önce bir görün, bakın, tanıyın sonra kararınızı verin.
Yazık etmeyin koşarak sizden giden zamana...
Kapanmayın ummadığınız fırsatlara, hayatınıza açılacak yeni kapılara...

* * *
Ruhumun gıdası sanat, sanat, sanat diye kıvranıyorum ya ben hani....
İçinde sanat olmayan bir yaşamı düşünemiyorum, kendimi sanatsız tasavvur edemiyorum ya...
Her yurtdışına gittiğimde ayaklarımın altı su toplayana kadar müze gezmek istiyorum,
kültür bakanıymışım gibi kaçırdığım sergi, müze, konser, sanat festivallerinde içimi iflah olmaz bir huzursuzluk duygusu kaplıyor ya hani...
hepsi safsataymış.
Olaydan zerre kadar anladığım yokmuş meğer...

***

Dali ve Picasso gibi iki sanat dehasından ve onların olağanüstü eserlerinden tamamen kopuk yaşıyor ve bunu da övünülecek birşeymiş gibi yerinmeden söyleyebiliyordum.

Gittim, geldim, değiştim.
Önce Barselona’daki nefes kesici Picasso müzesine, sonra kendi içerlerime.

Müzeyi gezdiğim her adımda Picasso’nun kafadan kulak, ağızdan burun çıkan kübik eserlerinin ardındaki dehayı anlamlandırmak için çaba sarfetmek yerine hayatıma almamayı tercih ettiğim için şimdiye kadar kaybettiklerim adına utanç duydum.
Hal böyle olunca; Picasso gibi bir İspanyol olan ve gerçeküstü çizimleri sebebi ile benim dağarcığımda Picasso ile aynı kategoride arşive kaldırdığım Dali için karşı konulmaz bir tanıma, öğrenme, anlama sürecinde buldum kendimi.

Şanslıydım ki benim bu sevdam Akbank’ın 60. kuruluş yıldönümü sebebiyle İstanbul’a getirilen Dali sergisi ile aynı zamana denk geldi.

Bu yazdıklarımdan sonra hala Dali’nin sizi ilgilendirmediğini ve onunla ilgili daha fazla bilgi edinmek istemediğinizi düşünüyorsanız son paragrafa geçebilirsiniz.
Yok siz de benim gibi Dali’ye bir şans verme taraftarıysanız aşağıda devam eden satırlarıma buyrun, onunla tanışmanın vakti geldi.

***

20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizmin yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi olan Salvador Dali, menenjitten ölen erkek kardeşinden 9 ay 10 gün sonra dünyaya geldi ve ona koydukları isim ölmüş kardeşinin ismiyle aynı “Salvador” olmuştu.
1904’te dünyaya gelen S.Dali 1973’teki bir yazısında şöyle yazacaktı:
'Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu... Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.'
Böylelikle yaşamı boyunca ailesinin dikkatini ve sevgisini çekmek için histeri krizleri ve teatral hareketler içinde yaşayarak hayalgücü, korku ve rüyalarının şekillendirdiği eserler verecekti.
Ünlü ressam, kendi deyimiyle Gerçeküstücülerle arasındaki en büyük farkın “kendisinin gerçeküstücü” olduğu şeklinde yapıyordu. Yıllar sonra tanışacağı arkadaşı Freud’a da, bir deli ile arasındaki en büyük farkı açıklarken kendisinin deli olmaması şeklinde koyduğu teşhisi olacaktı.

Dali doğup büyüdüğü İspanya’nın Barselona kenti yakınlarındaki Figueres kenti sonrası Madrid, Paris, New York, Londra, Hollywood ve son olarak yine Katalanya’da hayatının çeşitli dönemlerini geçirerek Picasso, Miro, Breton, Eluard gibi ünlü ressamlarla tanışarak onların eserlerinden etkilenmiştir.
1929’da, Eluard’ın karısı, kendisinden 10 yaş büyük olan Gala ile sonradan evliliğe dönüşecek tutkulu bir aşk yaşamaya başladı.
En ünlü eseri ‘Belleğin Azmi’ni 1931’de tamamladı. Bu eser genel olarak katı ve değişmez zaman kavramına karşı protesto olarak yorumlanmaktadır.
1936’daki Büyük İspanya İç Savaşı ve II.Dünya Savaşı’ndan kaçarak eşi Gala ile 1940’da Amerika’ya yerleştiler.
1949’da tekrar Katalanya’ya döndüler ve 1982’ de çok sevdiği karısı, menejeri, modeli, ilham Perisi Gala hayatını kaybedene kadar burada yaşadılar.
Dali 1989’da kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres’teki kendi adını taşıyan müzeye gömüldü.
Sakıp Sabancı Müzesi’nde 20 Eylül '08- 20 Ocak'09 tarihleri arasında Dali’nin yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinin yanı sıra el yazmaları, defterleri, mektupları ve fotoğraflarından oluşan 385 eser görülebilecek.

Sürrealizm sıradan bir izleyicinin anlamakta zorlanacağı bir akım olduğundan sergi kapsamlı bir retrospektif olarak hazırlanmış, yani Dali’nin biyografisi, kariyeri boyunca yaratmış olduğu eserlerin tüm evrelerini, etkilendiği akımlar- dönemler-sanatçılar ve değişimlerini adım adım inceleme fırsatını bularak onu anlamaya daha yakın olabileceksiniz.

Sergi şu ana kadar, Gala Salvador Dali Vakfı’nın İspanya dışına çıkan en büyük sergisi.
Sergi bitip de eserler ait oldukları İspanya'nın Figueres kentindeki Dali Müzesine döndüğünde yıpratılmayı engellemek için 2 sene dinlendirilecekler.
Sergide yer alan; “Küçük Rom Şişesi ile Sifon” (1924), “Denizin Önündeki Masa” (1924), “Güneş Tutulması ve Bitkisel Osmoz” (1924), “Kumda Yatan Figürler” (1926), “Sürrealist Kompozisyon” (1928), “Ölüm Şövalyesi” (1934), “Görünmeyen Figürlü Sürrealist Kompozisyon” (1936), “Başı Bulut Dolu Adam” (1936), “Sıradan Pagan Manzarası” (1937), “Freud Portresi” (1937), “Aşk Duygusunu İfade Eden 2 Parça Ekmek” (1940), “Napolyon’un Hamile Bir Kadına Dönüştürülmüş Burnu, Gölgesini Özgün Yıkıntıları Arasında Hüzünle Dolaştırıyor” (1945), “Bir Kuğu Tüyünün Atom İçi Dengesi” (1946), “Neron’un Burnunun Yanından Maddenin Çözülmesi” (1947), “Atomik Leda” ve eskizi (1949) görülmesi tavsiye edilen ünlü eserlerden.

En dikkat çeken eser ise 1972-1973 tarihli “6 gerçek ayna aracılığıyla geçici olarak yansıtılmış 6 sanal kornea ile sonsuzlaşan Gala’yı arkasında resmeden Dali’nin arkadan görünümü” çalışması.
Sergiyi gezerken resimleri daha yakından tanımak ve daha iyi algılamak için audio guide(bilgilendirici kulaklık/ ses sistemi) eşliğinde gezmenizi tavsiye ederim. Şahsen ben bu sayede hem bilmediğim birçok şey öğreniyorum hem de sergiden çıktıktan sonra birçok bilgi aklımda kalıyor.
20. yy’ın bu en büyük dahisini herkesin görebilmesi için biletler tam 10, indirimli 3 YTL.
20 Ocak 2009’a kadar görülebilecek bu sergi için delilik sınırındaki dahi Dali’ye ve kendinize açacağınız yeni kapılara bir şans verin.
Pişman olmayacaksınız!

Yazı Tarihi: 20 Eylül 2008

Not: Ben bu yazımı 20 Eylül'de yazdıktan sonra 08 Ekim 2008'de Hürriyet Gazetesi'nde Doğan Hızlan 'Dali ile boğazda buluşmak' başlıklı bir yazı yazmış. Okumak isteyenler için linkini aşağıya kopyalıyorum.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10066451.asp?yazarid=4&gid=61&sz=99885

Ben de bu akşam(08/10/08) özel bir davette bir rehber eşliğinde Dali sergisini gezecek olmayı heyecanla bekliyorum.

2008-2009 Kış Sezonu

Bu sabah, Pazar sabahı yani 9’a doğru uyandım. Dün bütün gün dışarıda olduğumdan bugünümü evimle ilgilenmek üzere ayırmıştım. Etraf toplamaca, kıyafet dolabı tasniflemece, ayakkabı dolabı yazlık-kışlık ayırmaca, biraz internet, biraz yazı, biraz kitap-müzik... yumuşak yumuşak takılacaktım.
Sabah kahvaltıdan sonra baktım dışarda hava kötü. Rüzgar, yağmur, geceden kalma ıslak yerler... Sokakta sadece 1-2 kişi rüzgar ve yağmur geçirmez kapişonlu montları ile köpeklerini gezdiriyor.
“Tam ev havası ne güzel” diye kendi kendime düşündükten yaklaşık 5 dakika sonra ev bana bastı, sahil beni çağırdı. Bu havada sahilde ne yapılır ki diye düşündüm. Paten olmazdı, ıslak zeminde mazallah tekerler bir kayar sonra ekspres servis bostancı denizine çivileme çakılmaca. Yok üşüdüğüme, ıslandığıma filan yanmam, bilmem kaç kiloluk 2 patenle anında dibi boylarım vallahi, hiç kurtuluşu yok. Neyse, pateni geçtik. Yürüme- koşma da açmadı. En iyisi ıslak zemin bisiklet antremanı yapayım diye karar kıldım.
Kıştan beri hiç giymediğim yoga pantalonumu/eşortman altımı ayağıma çektim. Diğer uzun paçalarımın hepsi koton olduğu için kendimce bunu giyerek yağmura karşı akıllılık etmiştim. Bu, su geçirmez materyalden yapılmaydı ama bunu giymekle en büyük taktik hatayı yaptığımı pantalonun içine 3 bacak daha sığabilecek bol paçaları sürekli pedallara takılınca anlayacaktım. Onca insan boşuna tight giymiyormuş bisiklete binerken meğer:-)
Bol paçalarımın üzerine tüm spor kıyafetlerim arasında en sevdiğim uzun kollu bisiklet bluzumu giydim. Onun üzerine de yağmurluk kumaşlı kolsuz yelek/ montumu ve bunlar ince gelir veya kapişona ihtiyacım olursa diye de yanıma yedek olarak kapişonlu eşortman üstümü aldım.
“Bekle beni sahil tam teçhizatlı cevat kelle olarak kollarına ay pardon yollarına geliyorum!” Apartmandan çıkınca yüzümü tokatlayan rüzgarla antremanımın zorlu geçeceğinin ilk sinyalini almış oldum.
Yeşil’e gidip benim düldül Merida’yı aldım. Alırken ayaküstü Hakan’la sohbet ettik. 2009 model Trekler gelmiş. Hepsi kız gibiydi. Fiyatlar 340€’dan başlıyor, 550’lere kadar tırmanıyor. Bayramda kendime 27 vitesli bir Trek hediye etmeyi düşünüyorum. Hele bugünkü yağmur yağış antremanını da tamamlayalım da duruma ona göre karar verelim, ne de olsa önümüz kış.
Bu arada hem Hakan hem Yeşil’e gelen bir müşteri sahilde kuvvetli rüzgar olduğunu söyledi. “hadi canım, rüzgar sporcuyu yıldıramaz, bana bişey olmaz, tüm ekipman tamam” dedim.
Tabi bu cümleyi ederken 5 dakika sonra başıma geleceklerden habersizdim.
Aldım Meriva’mı, saldım aşağıya, hesaptan Fenerbahçe’den sahile çıkıcaz. Pedala ayak bastım, daha dakka bir pedallar paçanın içinde. Haydaaa tam birini çıkarıyorum öbürü takılıyor, işimiz var. Zar zor sahile attım kendimi.
Denizin bu gri ve üzerine pıtır pıtır damlalar düşen haline hiç şahit olmamıştım. Ve ilk defa kimsecikler olmayan terk edilmişliğine. Taktım müziğimi kulağıma, oooohhh keyfime diycek yok... diye pedallara yüklenmeye başladım ki paçalar alttan çok sesli koro misali ‘hoooppp’ deyiverdiler. Ve ben de hooppp tabi. Maalesef yanımda paça tutucu aparatım da yoktu. Paçaları yukarı çekerek olabildiğince ağır tempo yol almaya çalıştım. Ben paçalarla uğraşadurayım o sırada rüzgar ve yağmur şiddetini iyice artırmaya, yüzümü, gözümü, saçımı su içinde bırakmaya başlamıştı. “Heh he” dedim, “ben kül yutmam, yanımda kapişonum var”. Giydik kapişonu, örttük kafaya. Paçalar da şimdilik kontrol altında derken sol diz yine ufaktan ufağa sızlamaya başladı. Tam dize “ssshhht efendi ol, çomak sokma bisiklet keyfime” dedim ki ayaktaki 21C ve 17C’ler aynı anda “e biz de burdayız” diye beni yokladılar.
"Acı yok, acı yok" diyen beyin yogam ile onları duymazdan gelmeye çalışarak pedallara yüklenmeye devam ettim.
“Sahile, müziğe, nefes çektiğin havaya konsantre ol” diye diye Caddebostan’a vardım ama yağmur da şiddetini iyice arttırmıştı. Kapişonumdan önümü göremiyordum. Direnmenin anlamı yoktu. Bu seferlik bu kadar, gerisin geriye istikamet Yeşil dedim.
Yeşil’e vardığımda Hakan “ben sana demiştim” bakışı ile karşıladı beni.
Ben de onu “kabul sen haklıydın” bakışımla :-)
Yeni Trek’lere biraz daha göz gezdirerek Bayram sonrası görüşmek üzere diyerek vedalaştım. Buralara kadar gelmişken Cadde’ye giderek alınacak ufak biriki şeyi aradan çıkarmaya karar verdim.

Cadde boyunca gezdiğim tüm mağazaların hem vitrinlerinde hem de tüm reyonlarında hükümdarlığını ilan eden bu kışın modası karşısında fena afalladım. Zannedersiniz ki yerli Kızılderili kabileler İstanbul’da çadırlıyorlar ve tüm kıyafetlerini mağazalara asmışlar.
O ne garip bir moda!
Her taraf püskül püskül, saçak saçak... Alacalı bulacalı yerlere kadar uzanan bol elbiseler, bos bol rengarenk bluzlar, içinde ahenk ve estetik olmayan ama 1001 çeşit renk barındıran kazaklar, eteği nerede başladığı nerede bittiği belli olmayan şekilsiz etekler, şal desenler, uçuş uçuş hippi- yuppi bool boool booolll pret-e-porte’ler...
Eyvahlar olsun yandık. Göz zevkimiz fena halde çuvalladı. Tam bir savaşçı ruhu...
Bu sezon tüm kızlarımız kendini kabileden biri gibi hissederek tamtamcılık oynayacak.
Etraf tütsülenmiş ay hayvanı kokacak O ne Allah’ın aşkına?
Beni sorarsanız Beşiktaş Çarşı’lılar gibi karşıyım bu modaya.
Kadın estetiğini ve zarafetini öne çıkarmayan her modaya karşıyım.
Nerede o ince narin kesimler, danteller, satenler, ipekler, tek renk sade ve asil kıyafetler...? Hamiş: 1) Bisiklete binerken bir daha bol paça eşortman/ pantalon giyilmeyecek
2) İşin ucunda demode olmak olsa bile hanımlıktan, zarafetten ödün, Kızılderili modasına prim verilmeyecek.

Meraklıları için yeni sezon trendlerinden bir demeti aşağıdaki linkte bulabilirsiniz: http://www.mango.com/home/home.htm?idioma=e&pais=052&europeo=N&tarifa=LT

Yazı Tarihi: 21 Eylül 2008

21 Eylül 2008 Pazar

12 Dev Adam Euro 2009'da Polonya'da


A Milli Basketbol takımımız yaklaşık 1 saat önce grubunda oynadığı 6. ve son maçı ile 2009 Avrupa Kupası’na giden eleme maçlarında şanlı bir tarihe daha imza attı.
C Grubu’nda katıldığı 6 maçtan 6’sını da alan millilerimiz bu akşam mücadele ettiği Fransa’yı 2. kez, üstelik kendi evlerinde yenerek 2009’da Polonya’da oynanacak Avrupa Kupası maçlarına grup lideri olarak katılmaya hak kazandı.

Biz galip geldiğimiz ilk 5 maçla gruptan çıkmayı garantilemişken, bu maç Fransa için varolma maçıydı. Böyle bir atmosferde ve deplasmanda olmamıza üstelik Parker’ın 38 sayısına rağmen Fransızları 2.kez yenmeyi başardık.

Avrupa’da 6’da 6 yapan tek takım olan millilerimiz tüm Avrupa Basketbol camiasına kazandığımız diğer 5 maçın şans eseri olmadığını bir kez daha kanıtlamış oldu.
Kaptan Hidayet’ten yoksun olan takımımız Kerem Tunçeri’nin liderliğindeki göz doldurucu performansları ile çok iyi sinyaller verdi.
Takım anlayışı, topun paylaşımı, doğru pasları ve isabetli şutları ile iyi bir jenerasyon olduklarını gösterdiler.
Şu an takımda iskeleti ve uyumu çok iyi olan 8 kaliteli oyuncu bulunuyor. Sakatların da iyileşmesi ile 2009’daki kadronun çok daha iyi olacak olması şimdiden sevindiriyor.

2009’dan sonra 2010’da Türkiye'de oynanacak Dünya Basketbol Şampiyonası'nın heyecanı ise tüm basketbol severleri çoktan sarmış durumda.
Son maçta Abdi İpekçi’yi hınca hınç dolduran 12,000 seyirci sayısını katbekat egale ederek harika maçlar izlemek için sabırsızlanıyoruz.
Yolun açık olsun 12 dev adam, yensen de yenilsen de beraberiz seninle!

Yazı Tarihi: 20 Eylül 2008

20 Eylül 2008 Cumartesi

Sonbahar Bahçeleri


Geçen sene bu zamanlarda bir arkadaşım çektiği harika sonbahar fotoğraflarını benimle paylaşmıştı.
Yakaladığı karelerde;
Sınırsızlık emsali kocaman bir park, sıra sıra tek nizam dizilmiş yeşil, kırmızı, sarı ve turuncu alacalığında hışır hışır yaprakları ile başları göğe açılan, kolları birbirini kucaklayan ağaçlar tüm ihtimaşları ile kadraja sığınmışlardı.
Onun alıcı gözü değdiği için ne kadar şanslılardı...
Her birinin duruşu, endamı, gölgesi, nefesi farklı; adı aynı...
Birbirlerinin içi aynı; süzülüşü, serpilişi, damarları yani yaşanmışlıkları farklı farklı idi...

***
Açık sarı ahşaptan, yalın, düz, büyük bir dikdörtgen masam var evde.
Ben orada; kumtaşı sedefli duvarlarım, kırık beyaz büyük kanepem, ona eşlik eden biri ağaç yeşili, diğeri mevsim çiçeği desenli 2 berjerimle dünyalar güzeli evimde, 17 inch’imin karşısında oturuyorum.
Ben orada oturuyorum, mevsimler değişiyor.
Güneş doğuyor, batıyor, ayazlar kesiyor, karakışlar esiyor, karlar yağıyor, şimşekler çakıyor, önce fırtınalar kopuyor kızılca kıyamet ama ardından yine öyle güneşler doğuyor ki gözlerim kamaşıyor.
Haberler izleniyor, filmler seyrediliyor, kitaplar okunuyor, düğünler, dernekler, doğumlar, ölümler, kazalar, depremler, tsunamiler hepsi yaşanıp geçiyor; Oscar’lar, madalyalar kazanılıyor, ödüller veriliyor, müthiş bir hızla hayat akıp gidiyor, ben hep o dikdörtgen masamdan yaşananlara bakıyorum, aklımda o sonbahar fotoğrafları, gülümsüyorum.
Tuhaf olan da bu durumda hiçbir kaçırılmışlık hissetmemem, olmak istediğim yerde; o fotoğrafın ve güzel evimin içindeyim ben zaten...
Gördüğüm ve hayalimde yaşayan sonbahar fotoğrafları arasında nice farklar olmasına rağmen hala gülümseyebiliyorum.
Gülümserken anlıyorum ki; tüm yolda bekleyen kara kışlara rağmen sonbaharlar ve sonbahar bahçeleri hep güzeller.
Kimi zaman çıtırdayan yapraklarını ayaklar altına sermiş bomboş bakir ağaçlarda;
kimi zaman tüm o ağaçların bittiği ufuk çizgisinde görünen bankta;
uzun dalgalı saçlarını sevdiğinin dizlerinde onun parmakları arasına bırakan gülümseyişlerde.

Birbirlerine ne kadar benziyor, ne kadar benzemiyor sonbahar bahçeleri bu karelerde?

Yazı Tarihi: 20 Eylül 2008

Not: Ben bu yazımı 20 Eylül 2008'de yazdıktan sonra birçok sonbahar yazısı okudum.
18 Ekim'de Hürriyet Gazetesi'nde Bekir Coşkun'un yazdığı "Yine bir sonbahar" başlıklı yazıyı sizinle paylaşmak istedim.


11 Ağustos 2009 Not: Bu yazımı yazdıktan 11 ay sonra bugün, başka bir yazımı ararken yukarıda yazdığım satırları alıcı gözle tekrar okudum. Okuduktan hemen sonra yazımda tasvir ettiğim ve bana ilham kaynağı olan fotoğrafın burada yer alması gerekliliğini şiddetli bir şekilde hissettim.
O fotoğraf olmadan bu yazı tamam olamayacaktı. Fotoğrafı çeken arkadaşımdan, üzerinden geçen 2 seneden sonra fotoğrafını burada kullanabilme izni istediğimde kendisine yaraşır bir tevazuyla kabül etti.
Ve ben de böylelikle benim elimin emeği olan bu yazımı onun gözünün emeği olan bu fotoğrafla taçlandırıyorum.
Eline gözüne sağlık Kayı, gönlün dert görmesin :)

17 Eylül 2008 Çarşamba

İslam Sanatının Üç Başkenti İstanbul, İsfahan, Delhi


Sakıp Sabancı Müzesindeki “Louvre Koleksiyonlarından Başyapıtlarla İslam Sanatının Üç Başkenti : İstanbul, Isfahan, Delhi “ sergisini açıldığı 19 Şubat’dan beri görmeyi istiyordum. Gitmek üzere plan yaptığım hersefer bir engel çıktığı için geçtiğimiz Pazar gününe kadar bir türlü gidememiştim.
Sergide Louvre Müzesi’nin en önemli koleksiyonlarından İslam Sanatları Bölümü’nde toplanmış ve korunmuş olan hazineler arasında Osmanlılara (1299-1923), İran’da 16. yüzyıl başlarında kurulmuş olan Safavi Devleti’ne (1501-1722) ve yine aynı dönemde Hindistan’da hüküm sürmüş Baburi Hanedanı’na (1526-1858) ait çeşitli sanat eserlerinden oluşan yaklaşık 220 eser görülebiliyor.
Eserlerde, bu 3 imparatorluğun birbirlerine uzak coğrafyalarda yer almalarına ve aralarındaki siyasi çekişmeye rağmen kültür ve sanat dünyalarının birbirleri üzerindeki güçlü etkisi görülebiliyor.
SSM Müdürü Nazan Ölçer’in açıklamasına göre Louvre müzesindeki İslam Eserleri bölümünün tadilatı sebebiyle buradaki eserler ilk kez yurtdışına çıkıyor ve Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergileniyor.
Ben gezerken büyük keyif aldım. Flaşsız fotoğraf çekmek serbest olmasına rağmen eserlere odaklaşmak ve çok da fazla Japon turist gibi olmamak için sadece çok beğendiğim -özellikle Osmanlı- eserlerini fotoğrafladım.
Sergi 01 Haziran 2008’e kadar açık. Bu konulara merakı olanlara tavsiye ederim. Giriş 10 ytl. Giriş kapısından yukarı dikçe olan yokuşu tırmanmak zor gelirse birkaç dakikada bir kalkan minibüsler sizi kapıya kadar götürüyor.

Uyarı: Tatil günü gidecekseniz açılış saati olan 10:00’u geciktirmemenizi ve mümkünse arabasız gitmenizi tavsiye ederim. Ben sahil trafiğinden kaçmak için rotamı Maslak’tan, Hacı Osmanbayırı’nı takip etmek üzere çizdim fakat sabahın erken saatlerinde olmasına rağmen trafik tıkalı olduğu için sağdan sahile dönmek yerine soldan İstinye’ye kaçıp, İstinye içine park ederek müzeye kadar yürüdüm.Kuzenim Dila, eşi Erkan ve arkadaşları Yağız aynı yolu arabayla gelmeyi denedikleri için müzeye benden tam 45 dak. sonra varabildiler.

Yazı Tarihi: 20 Nisan 2008 @ Sakıp Sabancı Müzesi, Emirgan

Topkapı Sarayı ve Payitaht


Tarihi yarımadaya daha önce kaç kez gittim, kaç kez Sultanahmet’i, Aya Sofya’yı, Yere Batan Sarnıcı'nı, Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'nı, Arkeoloji ve İslam Sanatları müzelerini, Topkapı Sarayı’nı gezdim, Aya İri’nin muhteşem akustiği ve atmosferinde kaç kez birbirinden güzel konserler dinledim bilmiyorum.
İstanbul’un bu yozlaşan kimliğinden az da olsa uzaklaşıp böylesine şanlı bir geçmişe sahip olduğumuzu görmek/hissetmek maneviyatıma iyi geliyor.
Bu bölgeye her gittiğimde Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca devam eden tarih ve kültür zenginliğine dair yeni birşeyler öğrenip, her yeni bir şey öğrendiğimde de buraları tekrar tekrar gezmem gerekliliğini hissediyorum.
Geçtiğimiz haftasonu yurtdışında yaşayan abimin İstanbul’da olması sebebiyle annemin de katılabileceği, ailecek yapabileceğimiz bir aktivite planlamak istedik.
Baharın yüzünü şehre göstermeye başladığı, doğanın uyanmaya başladığı bu harika haftasonunda havanın, ca’nım boğazın ve Payitaht İstanbul’un hakkını verecek en uygun aktivite Kadıköy’den Eminönü vapuru ile Sarayburnu’na geçmek olacaktı.
Boğaz kokusu, martılar, güneş ve ılık rüzgar eşliğindeki vapur yolculuğumuzun ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini anlayamadan Eminönü’ne gelmiştik.
Bu gezimde çok ilgimi çeken ve hoşuma giden bir noktayı özellikle aktarmak istiyorum.
Yurtdışında gezdiğim tüm müzelerde hep müzenin tarihçesi, bölümleri ve içerisindeki eserleri anlatan ‘audio’lar yani ses/ kulaklık sistemleri olur. Bu sistemlerde verilen bilgilerin önemli ölçüde faydalı olduğunu düşünürüm. Aksi takdirde her ne kadar gitmeden önce araştırmış olsanız bile yeteri kadar verimli olamıyor. Şahsen ben o durumlarda tamamen vitrin gezer gibi boşboş bakıp daha müzeden çıkmadan da gördüğüm birçok şeyi unutuyorum.
Bizim bunca güzel kültür miraslarımız varken niye bu sistemin olmadığına hayıflanır dururdum.
Bu gidişimde Topkapı Sarayı’nda bu sistemin kurulduğunu görerek çok mutlu oldum. Hem de o kadar mükemmeldi ki hayran, hayran, hayraaannn kaldım. Bilgilerin doyuruculuğu, seslendirme, fondaki müzik, metinlerin kolay anlaşılması ve dinlenilebilir sürelerde tutulmuş olması olağanüstü idi.
Saray müdürü İlber Ortaylı’nın bu sarayı çok ileri seviyelere taşıyacağına inancım büyük.
Şimdilik bu kadar, zaten ‘teaser’ benden, gidip görmesi sizden :-)

Not: Ben bu yazımı yazdıktan birkaç gün sonra Hürriyet Gazetesi yazarlarından Doğan Hızlan aynı bölge ile ilgili çok değerli bir yazı yazmış. İlgilenenler için link'ini aşağıya kopyalıyorum.


Yazı tarihi: 12 Nisan 2008, Tarihi Yarımada, İstanbul

Günahçıkaran


Bazen insan burnunun dibindeki güzellikleri farketmekte ne kadar da gecikebiliyor...
“ Sen nerelerdeydin bunca zaman? “ ya da“benim aklım nerelerdeydi?” diye sormaktan da kendini alamıyor o müstesnayı keşfettiğinde.
Gencim, sağlıklıyım, kolum budum ağrımıyor, oram buram tutulmuyor ya masaja ne gerek var diye düşünenlerdendim şimdiye dek.
Sabit fikirli ve konservatif olduğum yetmiyormuş gibi üstüne üstlük bir de cahil cühelaydım.

Lüks kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğündeki birkaç farklı açıklamasından biri “gereksinim dışı olan” olarak karşılık buluyor.İşte bu kelime “masaj ve ben” i düşündüğümde hislerime tercüman olabilecek ve bknz. Tdk. sözlüğü olarak işaret gösterebileceğim sağlam bir kaynak(tı) bana göre.
Uzun süredir çok severek ve memnun kalarak devam ettiğim spor klubümün girişindeki enfes güzellikteki Spa’yı es geçme sebebim de konuyu “gereksinim dışı” olarak kendime açıklamamdandı.
Ben böyle düşünedurayım; klubüm, klubüm canım klubüm bu ay biz üyelerine bir güzellik yaparak henüz bu Spa’dan faydalanmayanlara ay sonuna kadar %50 indirim olanağı tanıdı. Ve ben de bu kaçırılmayacak fırsattan yararlanmayı tempolu geçen bir haftamın en mutlu ve dingin akşamı olan Cuma akşamı -yani bu akşam- değerlendirmek üzere saklı tuttum.
Kendimi bilirim; hayatıma giren herhangi birşeyden dakka bir etkilenmişsem işim bitiktir benim. Keza daha önce defalarca kez kapısından geçtiğim bu Spa’da da içeri girdiğim saniye itibariyle huzur, dinginlik ve yalınlığın hakim olduğu bir beğeni teslim aldı tüm benliğimi.
İlk etki çok önemli;
karşılama salonundaki görevli kızların güzel tebessümleri, kadife sesleri, yumuşak hitabetleri tam notu sıkı bir şekilde hakeden cinsten.
Bekleme salonunun zarif dekorasyonu, taze kokusu ve gösterişsiz atmosferi ise kusursuz. Birbirinden güzel onlarca uygulamadan hangisini seçeceğinize karar vermeye çalışırken ikram edilen; tadını hafifçe hissettiğiniz, içinde bal ve limon olan zencefilli su leziz.
Seçiminizi yaptıktan sonra hepsi Uzakdoğulu, herbiri saygı ve hürmet abidesi olan masözler hazırlık yapmak üzere masaj odalarına çekiliyor.
Bu odadaki tüm nüanslar benim gibi detaylara takılan ve zor beğenen müşteriler için dahi tatmin edici.En önemli ayrıntılardan olan temizlik, hijyen ve müzik şapka çıkartılacak kadar iyi.
Hoşa gitmeyen, rahatsız edici, kusur bulanabilecek en ufak bir nokta yok. Masözün kibarlıktan, sizin gevşemişlikten yüzünüzde sürekli bir tebessüm karşılıklı gülüşüp duruyorsunuz :-)Uygulama boyunca başka dünyalara, hülyalara ışınlanıp gerçeğe dönmek istemiyorsunuz.
Bitiminde alındığınız dinleme odası ise neredeyse bir gelin çiçeği beyazlığı, yasemin çiçeği narinliğinde.İnsanın canı hiç mi hiç terketmek istemiyor.

Daha anlatılacak çok şey var ama anlatmak yerine gidip bizzat yaşamanızı salık veriyorum hatta sizden çok rica ediyorum :-)
Ve yazımın devamında da günah çıkartıyorum;
En az bedenin iyi ve sağlıklı olması kadar ruhun ve zihnin rehabilitasyonu da önemli. Yaşadığımız zaman zaman zorlayıcı, zaman zaman bizi yoran, canımızı sıkan hayatta kısa devre yapmamak için arada sarj olmak, böylesine güzel molalar vermek gerekiyor(muş).
Bünyedeki huzur, işte mutluluk budur... :-)

Kendinize veya sevdiklerinize bu eşsiz ritüeldeki şımartılmayı çok görmemeniz dileğiyle...

Neslihan, Günahçıkaran

Not: İstanbul Anadolu Yakası'ndaki bahsi geçen Spa'nın iletişim bilgilerine aşağıdaki link'ten ulaşılabilir.

Yazı tarihi: 24 Mayıs 2008

15 Eylül 2008 Pazartesi

Klasik bir Cumartesi'yi 21C ve 17C ile açtım


Cep telefonumun kurduğum sandığım alarmı çalmadığı için sabah 09:40 Ortopedist randevüme zar zor yetiştim.
Topuklu ayakkabılar ve fazla spor sebebiyle sol ayakta 21C, sağ ayakta 17C’lik deformasyon oluşmuş.
Şu anda çok kötü durumda olmadığı ve henüz bana çok ağrı vermediği için geçici çözümlerle ameliyatı bir süre erteleyebileceğim ama eninde sonunda operasyon kaçınılmaz olacak gibi gözüküyor.
Uzun zamandır yaptığım araştırmalar bu operasyonun hem olma hem de sonraki aşamalarında oldukça zor ve ağrılı gerçekleştiği yönünde. Aynı şekilde iyileşme sürecinin de oldukça uzun ve sıkıntılı...Üstelik sonraki dönemde de tekrar etme riski çok büyük.
Tüm bunlara bakıldığında operasyon geçirmek hiç akıllıca gözükmüyor.
Internetten yaptığım araştırmalarda Acıbadem Hastanesi doktorlarından Doç.Dr. Şeref Aktaş’ın artık yeni yöntemle ameliyat ettiğini öğrendiğim için daha fazla bilgi edinebilmek amacıyla randevümü kendisinden aldım.
Yeni yöntemde artık; çıkıntı kemiği kesip aldıktan sonra olması gereken yere sabitlemek için eskisinde olduğu gibi tel değil onun yerine vida kullanılıyormuş ki bu da diz, kalça vb. ameliyatlarda uzun zamandır kullanılan yöntemmiş.
Telin zamanla kemiği tutmaması sebebiyle repete eden defekt, vidanın %95 oranlarında tutma yetisi sebebiyle bu yöntemde oluşmuyormuş.
Operasyon yaklaşık 45 dak. sürüyor, 1 gece hastanede yatılıyor ve 4 gün –eğer çok gerekli olursa- sadece topuklara basılarak yürünebiliniyormuş.

Beni tanıyanlar bilinler, benim pek ameliyat korkum yoktur. (hatta çoğu zaman kesilip biçilmeye gönüllüyümdür :-))
Tek korkum sonrasındaki iyileşme sürecinin uzun olması ve hem o süreçte hem de sonrasında spor yapamama ihtimalim-ki bu sebep başlıbaşına beni ameliyat olmamaya ikna edebilecek kadar kuvvetli bir sebep.
Neyse, bakalım bu Pazartesi itibariyle geçici ve erteleyici çözümleri uygulamaya başlayacağım. Hayırlısı...

Saat 10:30’da Acıbadem Ataşehir’deki işim bitti. Sabahtan sahilde paten yapmak üzere gerekli bütün teçhizatımı giymiş ve yanıma almış olarak evden çıktım.
Hava sonbahardan ziyade süper bir yaz sabahı gibi olduğu için sahile inmek için sabırsızlanıyordum.
Erenköy Ethem Efendi’den dümdüz Bağdat Caddesi’ni keserek, Erenköy Cami yanından Marmara Yelken’e inen, beni hep bir sahil kasabasında gibi ve iyi hissettiren büyülü sokakla buluştum. Daha bu sokağa girdiğim an tam karşımda gördüğüm denizin üstüne sim dökülmüş pırıltısı ile içimi uçuran bir kıpırtı hissettim.
Bu kıpırtıyı hissettiğim saniye biranda bugün patenin beni kesmeyeceğini, çok daha uzaklara gitmek isteyebileceğim için bisikletin özgürlüğüne ihtiyacım olduğunu anladım.
Böylece rotayı direkt olarak Yeşil Bisiklet’e çevirdim.
Benim emektar kiralık bisikletim Yeşil’de beni bekliyordu. Ne de olsa yaklaşık 2 aydır kendisi ile ilgilenememiştim, beni özlemiştir herhalde diye düşündüm :-)
Yeşil’in sahibi Gürsel abi tam bir spor adamı.
Gürsel abi ile spor aşkı, bisiklet aşkı, Red-Bull’un bu sene gerçekleştirdiği ‘Geç Kalma’ bisiklet yarışı, kondisyon, benim paten aşkım vs üzerine tatlı tatlı sohbet ettik.
Bu sırada o benim Meriva’nın sönmüş lastiklerine hava basıyordu.
Orada bulunan bir müşteri de sohbetimize katıldı.
Sahilde karşılaşırsak bana bisiklette birkaç numara öğreteceği veya o bisikletli ben patenli olursam beni bisikletine bağlayıp su kayağı gibi çekeceği üzerine söz verdi! (Neden böyle bir söz gereği hissetti ben anlamadım?! :-) )
Havası yerine gelince emektarımı alıp Yeşil’den aşağı salarak İş Bankası blokları yanından sahile indim.
Bir bağımlının damarlarına madde zikrettiğinde aldığı haz benzeri bir haz aldım sahil ve deniz kokusunu ciğerlerime çekince; ne yüce bir mutluluk...
‘Hayat güzel, anı yaşamak lazım’ diyerek bastım pedala; açtım mp3’ümü, ver elini Marmara, Adalar, Fenerbahçe, Caddebostan, Erenköy, Suadiye, Bostancı...
11 civarlarında başladığım sahil turumu 1 saat kadar yapmayı planlarken bu güzellikten bir türlü kopamayarak saat 3’e(15:00'e) kadar pedal çevirdim.
4.kez ‘bu son’ dediğim turumun cidden son turunda karşı taraftan gelen bir bisikletli ile dar olan geçiş/dönüş yolunda birbirimize yol vermek üzere pozisyon aldık.
Onda da güneş gözlüğü ve kulaklık vardı bende de. Yanyana geçtiğimiz son saniye itibariyle onu tanıdım ama bir kere birbirimizi geçmiş olduk. Geri dönüp dönmeme konusunda tereddüt ettim.
Tabii ki tipik Nesss davranışı sergileyerek geri dönmedim. Yaklaşık 10 saniye sonra yanımda bisiklet süren birini hissettim.
Az önce yanımdan teğet geçen Cem dönerek arkadan bana yetişmişti.
Bisikletleri kenara çekerek ayaküstü sohbet ettik. En son Euro 2008’de Cenevre’de karşılaşmıştık onunla.
Oruçlu olmasına rağmen sabah spor salonuna gitmiş, şimdi bisiklete biniyor, burdan da tenise gidecekti. Önceki profesyonel spor hayatı ve şimdiki hayatında sporun yeri ile o da tam bir spor adamı.
Ayaküstü sohbetin bizi kesmediğini anlayarak Ramazan sonrası birlikte bir bisiklet turu atmak ve sonrasında oturup bir yerlerde birşeyler içip sohbet etmek üzere sözleşerek ayrıldık.
Sol dizkapağımın ağrısı ve öğle sıcağı artık dayanılamayacak hale geldiği için 4 saatin sonunda ‘artık gideyim’ dedim.
Zaten daha Cadde'de bir yere uğrayacak, eve gidip duş alacak ve saat 5’te Soyak Palmiye’de Aynur’la buluşacaktım.
Hem Aynur’un oradan tuttuğu yeni eve bakacak hem de sitenin kafesi olan Ada Cafe’de laptoplarımızda ipod- cd yüklemesi yapacaktık.
Tabii Cadde'deki facia trafiği hesaba katmamıştım bu zamanlamayı yaparken.
Aynur 4 Levent’ten Soyak’a 20 dakikada gelmişti ama ben 20 dakikada sahilden Ethem Efendi’ye bile henüz gelememiştim.
İstanbul trafiğinden nefret eder hale geldim, az önce bisikletle yüzüme vuran rüzgarda ne kadar güzel yol alıyordum olsa.
Başka şehre, başka ülkeye taşınma fikri yine aklımdan geçti...
Bu arada yol üzerinde bir mağazaya uğrayarak yaz başından beri aradığım ve nihayet bulduğum kot eteği aldım. Trafiğe bakılırsa eve uğrarsam saat 5’te Soyak’ta olmamın mümkünatı yoktu. Ben de aldığım eteği üzerime geçirerek direkt olarak Soyak’a yollandım.
Soyak’ın özellikle Palmiye sitesi harika. İstanbul dışı bir yerdeymiş gibi hissettiren yeşillikler ortasındaki Ada Cafe’nin bahçesinde bir grup Alman arasına oturarak hafif birşeyler atıştırdık.
Sonrasında Aynur’un yeni tuttuğu eve baktık. Evine bayıldım. Çok kullanışlı, güzel ve şirin bir ev. O evin ona huzur ve bol kısmetler getirmesini diliyorum.
Soyak sonrası ise arkadaşlarla akşam yemeği için Y.Sahra Adana Dostlar’da buluştuk. İspanya sonrası benim yeme disiplinim tamamen bozulmuş durumda, artık diyet-miyet kalmadı. Eski potansiyelimden bile daha beterim. Önüme ne gelse hiç bakmadan, etrafımla konuşmadan, dur durak bilmeden, irademe söz geçiremeden sürekli yiyiyorum. Delirdim galiba :-)
Acil Aysun hnm’a gitmem ve tekrar kontrol altına girmem gerekiyor.
Durun daha bitmedi...
Ramazan başlangıcından beri canım güllaç çekiyordu. Herkes bu fikre çok sıcak bakınca Adana Dostlar’dan kalkar kalkmaz Cadde Mado’da Hülya ile buluşmak üzere sözleştik.
Akşamın 11’inde koocaaaammaaaannnnnn 1 porsiyon güllaç yenilir mi be hanım?!
Yenilirse n’olur?
Çat diye çatlanır.
İşte güllaç bittiğinde tam da bu hissiyattaydım.
Allah’tan Hülya arabasını hangi sokağa park ettiğini uzuuunnncaaaa bir süre hatırlayamadı da ona eşlik edelim diye baya bir yürüdük :-)
Yok sarhoş filan değildi, Ramazan’da hayatta içmez.
Sadece kafası çok yoğun.
Neden mi?
Sürpriz...
Durumu netleşsin, izin verirse burada yazarım.

Sevgili Arkadaşlarım Aynur ve Hülya,
Sizler için çok mutluyum, önümüzdeki günlerin sizler için harika geçeceğine eminim.
Zavallı midem senin için de çok üzgün :-(
Eeeee hayat hep aynı gitmiyor. Her kışın bir baharı, her akşamın bir sabahı var değil mi? ;-)
Yazı Tarihi: 13 Eylül 2008

Yeni iş ama piyasalarda kara pazartesi

Bugün sevgili ağebeyim yeni işine başlıyor.
Bu işinin ona hayırlı uğurlu olmasını, bol şans ve kısmetler getirmesini diliyorum.
Dünyanın en önemli finans şehirlerinden birinde, en önemli finans piyasalarının göbeğinde başladığı -11 yıllık ilk işinden sonraki ikinci işindeki- ilk iş günü çok hareketli bir güne denk geldi.

Sabah 07:00 haberlerinde dünyanın en büyük finans kuruluşlarından 'Lehman Brothers'ın FED'in desteğini çekmesi üzerine iflasını açıkladığını öğrendim.

Alev ile yaptığımız yazışmalarda da orada piyasaların çok hareketli olduğunu, Lehman Brothers'ın bu iflasının domino etkisi yapmasından endişe edildiğini belirtti.
Umarım bu etki bu kadar büyümeden bertaraf edilebilir.
Yoksa zor günler bizi bekliyor demektir...

http://www.ntvmsnbc.com/news/459339.asp

ABD finans piyasalarına ilişkin artan kaygılarla Avrupa borsalarında büyük kayıplar yaşanıyor. İMKB de ilk seansta yüzde 4.7 düşerken, dolar 1,26 YTL’yi aştı.

İSTANBUL - ABD’li Lehman Brothers’ın iflas başvurusunun diğer bankalar hakkında şüphelere yol açması ve ABD finans sistemine olan güveni sarsmasının ardından piyasalarda ‘kara pazartesi’ yaşanıyor. Avrupa borsalarındaki sert kayıpları izleyen İMKB iki ayın en düşük düzeylerine geriledi. Döviz piyasasında da yukarı yönlü bir hareket gözleniyor.
ABD finans piyasalarına ilişkin artan kaygılarla İMKB yeni haftaya sert düşüşle başladı. İMKB Ulusal 100 Endeksi, ilk seansı yüzde 4.7’lik kayıpla tamamladı. Endeks, 1.742 puan düşüşle 35 bin 291 puana geriledi ve Temmuz ortalarından bu yana en düşük düzeye indi. Endeks seans içinde 35 bin 240 puana kadar geriledi. Avrupa borsalarında da yüzde 3’ü aşan düşüşler görülüyor.

daha detaylı bilgi almak isterseniz:
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=991624&AuthorID=54&Date=16.09.2008&b=“Lehman“%20batti,%20Bakan%20Simsekin%20bankasi%20“M.L.”%20satiliyor,%20AIG%20zorda&a=Gungor%20Uras&ver=57


Yazı tarihi: 15 Eylül 2008

* Uzun Yaşam İçin Erkeğe 10 Emir

1. Tütün ürünlerinden uzak durun.
2. Alkol kullanmayın ya da azaltın.
3. Doğru beslenin.
4. Düzenli egzersiz yapın, aktif olun.
5. Stresinizi yönetmeyi öğrenin.
6. Vücudunuzu dinlemeye önem verin. Bir sorun olduğunda doktorunuzdan yardım isteyin.
7. Vücut yağ oranınızı azaltın. Göbek bağlamayın. Kilolu olmayın.
8. Emniyet kemeri takmayı unutmayın.
9. Çevresel kirlenmeden (radyasyon, kimyasal toksinler) korunun.
10. Cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı uyanık olun ve korunma önlemleri almayı ihmal etmeyin.

Ben, Dr. Simon’un emirlerine, şu 10 öneriyi de eklemenizi tavsiye ediyorum.
Eğer uyku sorunlarınız varsa mutlaka halledin.
Dinlenmeyi ihmal etmeyin.
Tatile çıkmamayı ve çok çalışmayı maharet kabul etmeyin.
Öfke ve hiddetten uzak durmaya gayret edin.
Aşırı iddialı, kazanma odaklı biri olmamaya özen gösterin.
Sorunlar çıktığında "Bu da geçer" demeyi öğrenin.
Hoşgörün, affedin.
Sağlık kontrollerinizi düzenli olarak yaptırmayı ihmal etmeyin.
Daha çok dost ve arkadaş edinmeyi hedefleyin.
Manevi yanınızı güçlendirin.

* Prof.Dr. Osman Müftüoğlu'nun 15/09/2008'deki Hürriyet gazestesinden alınmıştır. Yazının bütününü okumak isteyenler için aşağıa link'ini yapıştırıyorum.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9897024.asp?yazarid=95

Yazı Tarihi: 15 Eylül 2008

11 Eylül 2008 Perşembe

O anı beklemek


Madrid havaalanı, uluslararası gelen yolcu kapısı.
Çekçekli valizi ile açılır kapanır aynalı kapıdan çıkan herkes kırmızı halıdan geçiyormuşçasına karşıda onlarca çift göz kendisinin üzerinde.
Kapıdan çıkan, tüm kalabalığı bir çırpıda tarayarak kendisini karşılamaya gelen o tanıdık gözü yakalamaya çalışıyor.
Tanımadığı birileri tarafından karşılanacak olanlar, yolculuğun da etkisiyle yorulmuş ve kızarmış gözlerini kısarak karmaşa içindeki onlarca isim levhasından kendi isimlerini görmeye çalışıyorlar.
Karşılayacak kimsesi olmayanlar ise mahsun mahsun yürüyor, bir yandan da aldırmıyor gibi gözükerek. Tuhaf bir şaşkınlık yüzlerinde. Bakışlar alık alık; tek el valizi çekiyor, diğer eli cebe mi soksa, kafayı mı kaşısa, boş boş sallasa mı ne yapacağını bilemeden garip hareketler silsilesi içinde yürüyor.
Karşılama kalabalığı doyumsuz seyirlik.
Bakmayın coğrafi konumu sebebiyle Avrupa’da olmalarına; İspanyollar Avrupa’lı filan değiller aslında. En azından bizim anladığımız Avrupa’lı normlarına uymadıkları kesin.
Nerede o İngiliz kibarlığı, elegansı; Fransız soğukluğu, milliyetçiliği; İtalyan karizması, Celtik donukluğu, Alman domuzluğu.... hiçbiriyle alakaları yok.
İspanyollar bildiğiniz Türk’ün İspanyolca konuşanı. Orada bekleyen 3 avuç insan itiş kakış birbirlerini yiyecek nerdeyse. Ses uğultusundan zannedersiniz ki Obama’nın seçim konuşmasında halk galeyağına gelmiş, tüm sesler yankı yapıyor.
Beklenilenle kavuşunca öyle candan bir karşılama/kucaklama sahnesi gerçekleşiyor ki Roman’lar halt etsin.

Tam önümde; gençliğinin ve güzelliğinin doruğunda ben yaşlarda bir kadın.
1-2 yaşlarındaki çocuğunu –neredeyse- ayak bileklerinden tutmuş, UEFA kupasını kucaklayan kaptan Bülent gibi dimdik havaya kaldırmış.
Sevinçten çıldıracak olmak, yerinde duramamak, sevdiğinin yolunu gözlemek işte tam da bu kadının sergilediği davranışlar olsa gerek...
Yorgun yorgun ve baygın baygın sırada beklerken yanıbaşımdaki kadının coşkusu bir anda beni de ateşliyor. Parmak uçlarıma yükselip onca kalabalık arasında kimi beklediğini görmeye çabalıyorum.
Kadın benden daha kısa boylu olmasına rağmen bu bekleme esnasında boyu 3 katına yükselmiş gibi. Nefesi içine sığmıyor, kalbinin gümbürtüsü kalkan uçakların dengesini bozacak kadar şiddetli hale gelmiş.
Çantayı, valizi, pasaportu, gümrüğü her şeyi boşverip kadının yanına gitmemek ve iki elimi birbirine kenetleyip, avuçlarımın iç tarafını kadının ayağına doğru uzatıp “kardeş bas şuraya, merdivenin olayım” dememek için zor tutuyorum kendimi.
Kadıncağız kendi kabarıp kabarıp taşan içini; ayak bileklerinden yakaladığı çocuğunu poyraza yakalanmış bir servinin meksika dalgası yapması modellemesinde havada sallandırarak sergiliyor.
Garibim süt bebe şaşkınlıktan gözleri sağa sola kaymış, durumdan bihaber ama herkeslerin kafasının tepesinde sallanıyor olmaktan hoşnut bir şımarıklıkla sadece kendinin anladığı bir lisanda agulayarak etrafa neşe saçıyor.
O esnada ben, bu coşku dolu sahnenin içinden bir anlık kendimi çekerek durumu böyle görgüsüzce izliyor olmaktan esef duyuyorum.
İlgimi ve bakışlarımı başka yöne çevirmem sadece 2 saniye sürebiliyor. Tekrar bakmamak üzere kendime söz geçiremiyorum.
Bekledikleri her kimse artık geliyor olmalı.
Kadının çıldırmaya başlayan hareketlerinden ve havadaki çocuğunu beyin zarını zedeleyecek kadar şiddetli sarsmasından kocasının çok yakınlarda olduğunu düşünüyorum.
Gözlerim dolu dolu, boğazım yumru yumru olunca ne kadar süredir mutluluktan ağlamadığım aklıma geliyor...
Ve işte sonunda vuslat: kimbilir kaç zamandır ayrı olunan, beklenen baba/ koca görüş alanında beliriyor.
Gerçekten öyle mi veya tüm havaalanı kaç dakikadır kavuşmayı beklediğimiz için mi bilmiyorum, çınar gibi gözüken heybetli bir adam aynı coşku ve dev kollarıyla bir anda sarmalıyor kadını ve dünya tatlısı bebeği.

Bu şahane ailenin kavuşma anındaki mutluluğu sadece bana değil, durgun denizde kaydırılan taşın etkisi gibi etraftaki herkese dalga dalga yayılıyor ve gözler onlara kenetleniyor.
Olmamasına rağmen bir alkış, ıslık tufanı kopuyor gibi algılıyor zihnim...

Ve mutlu sonla onlar eriyor muradına, biz çıkalım kerevetine...

***
Günlerdir meteroloji tarafından beklenen, yolu gözlenen yağmur dün sabah İstanbul semalarını önce sağnak sonra dolu olarak kısa süreli de olsa şereflendirdi.
10 yıldır çalışmaları süren yüzyılın deneyi ‘Bing bang’ in ilk aşaması dün itibariyle gerçekleştirildi şimdi benim doğduğum gün gerçekleştirilecek 2. aşaması bekleniyor.
Çıkacak sonucu heyecanla bekliyoruz, bakalım neler olacak?

Uluslararası arenada beklediğimiz 2 önemli maç dün itibariyle milli takımlarımızca oynandı. Türkolar Belçika karşısında Dünya Kupası’na giden yolda istenilen galibiyeti alamadılar ama 12 dev adam potada Fransa’yı eze eze evine yolladı.

İstanbul’luların merakla beklediği metrobüsün ilk etabı açıldı, Anadolu yakasına geçecek 2. etabı bekliyoruz.
Çocukların yaz boyunca beklediği okullar açıldı.
İnananların beklediği Ramazan geldi, gün boyunca iftarı, sonrasında Bayram’ı bekliyoruz
Güzelim yaz geçti bitti, hırkaları dolaplardan çıkardık artık romantik sonbaharı bekliyoruz
Bugünlerde ben ama çok yakında eminim ki birçoklarımız ‘FISH’in hayatımıza girmesini,
Sayısal lotonun günün birinde bize çıkmasını,
işimizde terfi etmeyi,
almayı istediğimiz evi, arabayı
ailemizdeki huzuru,
yeni doğacak çocuğumuzu,
sevdiklerimiz tarafından sevilip kabul görmeyi,
sağlık, mutluluk, başarı, şans ve aşkı yaşamayı,
güzel günleri, özel anları bekleyip duruyoruz....

Peki beklemenin ne anlamı olurdu kavuşmanın tadı olmasa?

Neslihan, Beklenti


Yazı tarihi: 11 Eylül 2008

10 Eylül 2008 Çarşamba

Korkularımdan Korkmuyorum!


Dikkat: Aşağıda okuyacağınız yazı psikolojinize zarar verebilir. "Hiç gerek yok ben almayım" diyorsanız pas geçiniz, "yok ben demir gibiyim, bana birşey olmaz" diyorsanız buyrun satırlar sizi bekliyor.

***
Şu anda ‘Kuzuların Sessizliği’ni izliyorum.
Yani aslında aslen izlemiyorum ama esasen izliyorum.
Konuya dair fiziksel bir eylem söz konusu olmamakla birlikte film şeritleri birbir gözümün önünden geçiyor.
Aktör de, aktris de, izleyici de bizzat kendimim.

Beynimi çıkardım, ameliyat masasına yatırdım, yukarıdan neler yaptığımı izliyorum.
Kahve falına bakar gibi beynimin kıvrımlarındaki görüntüleri anlamlandırmaya çalışıyorum.
Ve galiba azar azar çözmeye başlıyorum orada görünenleri.
Keşfettiklerim kıvrımların içine; diplere girmiş, kıyıya köşeye saklanmış, su yüzüne, güneş ışığına çıkmamak için direniyorlar ama benden kaçmaz.
Yakaladım, kavradım ve teşhisi –küt diye- koyuyorum.
Artık benim tuzum kuru, şimdi en zevklisi onu konuşturmak.
“Gel bakalım buraya, alayım seni bir avucumun içine, kimsin sen, kimlerdensin, adın-sanın, cibiliyetin nedir söyle bakayım?”
“Adım: Korku”
“Soyadım: Saklanmak”


***

Böylesine titiz bir çalışmadan sonra ağır ceza avukatı gibi acımasızca üzerine mızrakla gidip kökünü kazımak veya haline acıyıp kendi zavallı kaderine terketmek arasında kararsız kalıyorum.
Bir yanımda savaş tamtamları; onun benim canımı okuduğu dia’ları arşivden çekip önüme indirerek "ye onu, ye onu" diye beni galeyağına getiriyorlar.
Diğer taraftaki iyi kalpli ak sakallı dede dia’lardan beni dizginleyen, burnumun sürttüğü, günün sonunda kazançlı çıktığım yaşanmışlıkları önüme sıralıyor.
O benim düşmanım mı yoksa dostum mu kestiremiyorum.
Oltayla yakalayıp kovanın içine koyduktan sonra çırpınışlarına acıyarak yeniden denize attığım balıklar misali biran bu yaptığımı olmamış farzedip, kutuyu kapatıp onu ait olduğu yere geri gönderme kararı alıyorum.
Hatta tam olarak oraya değil. Daha yukarılara, güneşe yakın, oksijeni bol, daha elimin altında bir yerlere.
Sıkıştığımda işaret parmağımın yakalayabileceği bir uzaklıkta ümüğünden tutup: “işte oradasın bay korku, yakaladım seni, köşeye sıkıştırdım, çık saklandığın zindandan ve terket bedenimi” diyebileceğim bir habitata gönderiyorum...

***
Bu intro'dan sonra şimdi hazır olun, sıkı itiraflar geliyor.

Sıkıldım....
Günlerdir, haftalardır beni esir alan sıkıcı halimden fazlasıyla sıkıldım.
Sıkılmışlığıma ilave olarak iç sesime soruyorum şu an ne hissettiğini?
En dipten gelen en sahici ses "korku" diyor.
"Biraz daha açalım, neyin korkusu?" diye tekrar soruyorum.

Özel hayatın belirsizliklerinden, iş hayatında başarısız olmaktan, kendimi tekrar edip yeni birşeyler üretememekten, kalabalıktan, yanlızlıktan, sağlığımı kaybetmekten, yakınım birini kaybetmekten, sevdiğim birince hiç sevilmemekten, bedenimin genç ruhumun yaşlı/ ruhumun genç bedenimin yaşlı olmasından, hayatımın hiç değişmeden aynı tek düzeliğinde gitmesinden, hiç bilememekten, çok bildiğimi sanıp çok yanılmaktan, vesaire vesaire... Binlerce korku.
Hepsinden ölesiye korkuyorum.

Ve bu herşeyden korkar halimi keşfetmiş olmaktan ayrıca tarifsiz bir şekilde korkuyorum.
Peki şimdi n’olcak?
Ben oynamıyorum deyip kenara mı çekileceğim?
Kenar neresi? O kenarın adı dip olacak ve sonra oradan yukarı nasıl geri tırmanacağım?
Böylesi mi bize öğretilen, bizden beklenilen?
Yoksa korkudan tir tir titresen de belli etmemek mi?
Güçlü, sarsılmaz, eğilmez bükülmez, umarsız gözükmek değil mi?
Şüphe yok ki ikinci cümle.
Sen sen ol sakın korktuğunu belli etme!
Eve gidince yüzünü yastığa kapa ama etrafta 10 kaplan gücünde ol.

Yok öyle yağma.
Ben bu oyunun içinde yokum.
Bu kural bana sökmüyor, bu istenilen kalıp ben değilim.
Onun yerine önce korkularımı kabüllenmeyi sonra korkularımdan korkmamayı öğretmeye çalışıyorum kendime.
Kendime ve başkalarına itiraf etmeyi...
İtiraf ettikçe hafiflemeyi....
Ve paylaştıkça bunu açık yüreklilikle yoluma devam edebilmeyi öğrenmeye çalışıyorum...

İtiraf etmek ve hafiflemek için sizi seçtim fark ettiniz mi?
Refakatiniz için teşekkür ederim.

Yazı Tarihi: 10 Eylül 2008

Ey Oğul!


Bugün Milliyet gazetesinde okuduğum Güneri Cıvaoğlu'nun köşesindeki 'Edebali Hazretlerinin Osman Gazi'ye vasiyeti' yazısını çok beğendim ve burada sizlerle paylaşmak istedi.

Edebali Hazretlerinin Osman Gazi'ye vasiyeti

Ey oğul!
Beysin...
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana...
Güceniklik bize, gönül almak sana...
Suçlamak bize, katlanmak sana...
Acizlik bize, yanılgı bize, hoşgörmek sana...
Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana...
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana...
Ey oğul!
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana...
Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...
Ey oğul!
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz...
Şunu da unutma!
İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın.
Ey oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıl’a bağlı.Allah (c.c.) yardımcın olsun!...
Yazının tamamı için:
Yazı tarihi: 10 Eylül 2008

Maddenin sır perdesi bugün aralanıyor- Big Bang Deneyi


Bendenizin aklı bir türlü ilim, bilim, teknoloji konularına yetmese de yine de ajanslardan, sağdan soldan, ondan bundan duyduğum önemli bir konuyu ajandaya not etmek gerekliliğini hissettim.
10 Eylül 2008 Saat 09:45’i gösterdiği şu sıralarda Fransa- İsviçre sınırındaki Cern'de (Avrupa nükleer araştırma organizasyonu) gerçekleştirilmekte olan; aralarında Türklerin de bulunduğu 5 binden fazla fizikçi ve mühendisin 10 yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığı proje, son yılların en büyük bilim projesi olarak gösteriliyor.

Dünyanın en büyük parçacık hızlandırıcısı "Büyük Hadron Çarpıştırıcısı" (LHC), 13,7 milyar yıl önce meydana geldiği düşünülen Büyük Patlama'dan hemen sonraki başlangıç şartlarını oluşturarak maddenin sır perdesini aralayabilmek için bu deneyle faaliyete geçiriliyor.

'Big Bang' deneyinin 45 gün sonra biteceği açıklandı.
Şu sıralar CNN Türk deneyini canlı yayında gösteriyor olmalı.
Sonucunu merak ediyorum, her ne kadar anlama konusunda iddialı olamasam da :-)
Bakalım dünyamızı ne kadar etkileyen bir sonuç çıkacak, hayırlısıyla...
Detaylı bilgi için:

Yazı Tarihi: 10 Eylül 2008

9 Eylül 2008 Salı

Barcelona


Bir önceki 'İspanya kısa,kısa, çok kısa... ' başlıklı yazımı okuduysanız 24-31 Ağustos 2008 tarihleri arasında İspanya’nın Madrid, Toledo, Zaragoza ve Barselona şehirlerinde bulunduğumu biliyorsunuz.
Ve yine biliyorsunuz ki; biraz da gitmeden önceki önyargılarımın ve araştırmalarımın da esiri olarak, tüm bu şehirler arasında beni kendine tutkulu bir aşık gibi bağlayan Barselona oldu.
İspanya’daki 17 özerk bölgeden en büyüğü olan Katalanya bölgesinin başkenti olan Barselona’nın en büyük avantajı Akdeniz’e kıyısı olması.
Nüfus 6 mio civarlarında ve gelir seviyeleri oldukça yüksek.
Her şeyiyle tam bir Akdeniz'li olan bu şehirde neredeyse 4 mevsim güneş kendini gösteriyor.
E bu da yaşayan insanları mutlu, güleryüzlü ve rahat kılıyor.
Barselona’lı Katalanların en büyük özellikleri de işte bu rahatlıkları.
Tüm şehir sadece öğlen değil sürekli Siesta/Fiesta modunda.
Kimsenin acelesi yok, kimse bir yere yetişmiyor, kimsenin sabırsızlığı, asabiyeti, yüksek tansiyonu yok.
Varsa varsa boool bolll genişlik, ferahlık, vurdumduymazlık, yeme, içme, dans ve hayatı doya doya yaşamak var.
Çok konuşup, çok gülüp, çok eğleniyorlar.
Burada hayat kolay ve güzel.
Hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren en önemli etkenlerden biri de şehrin coğrafi yapısı.
Yani kossskoca, düüümdüz bir ovada bulunması.
Metro şehir içinde, tren ise şehir dışında bir örümcek gibi her yeri örmüş. En ücra köşelere kadar çok ucuz ve sorunsuz olarak gidebiliyorsunuz.
Raylı sistemlerden hoşlanmıyorsanız taksiler oldukça hesaplı. Taksicilerin çoğu İngilizce anlıyor ama konuşamıyorlar. Gideceğiniz yerin bir kartını yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim. İstisnasız her takside gprs var ve mutlaka kullanılıyor. Kaybolmanız veya turistsiniz diye sizi dolandırmaları asla sözkonusu değil. Yalnız boşuna İspanyolca bilmediğinizi söylemeye çalışmayın, hiç farketmiyor, inene kadar size birşeyler anlatmaya çalışıyorlar :-)
Ayrıca otobüsler de tertemiz, klimalı ve yaygın.
Göz alabildiğine düz olan şehirde bir çok Barselonalı ulaşımını scooter, bisiklet ve roller blade üzerinde gerçekleştiriyor.
Yaygın noktalarda bulunan kiralık yüzlerce bisiklete demir para atarak olduğu yerden alabiliyorsunuz, gideceğiniz yere gittikten sonra yine benzer bir noktaya aynen bırakıyorsunuz.
Ayrıca şehri boylu boyunca geçen sahil şeridi tam Miami havasında. Kumsalın kenarındaki beton yolda mayoları ile roller blade yapıp bisiklete binenler o kadar sportmen, sağlıklı, fit ve enerjikler ki gözünüzü alamıyorsunuz.
Madrid’de kente damgasını vuran boğa güreşleri ve flamenko burada yok.
Onun yerine latin Amerika’lıların nüfustaki yoğunluğundan olsa gerek latin dans ve yaşayış oldukça yaygın.
Yemekler İspanya genelinde bana göre vasat. İçki seviyorsanız alköllü meyve kokteyili tadında olan Sangria’yı mutlaka deneyin. 2 veya daha fazla kişi iseniz sürahi ile ısmarlamak daha mantıklı.
Ayrıca üzüm bağları ile ünlü şehrin şarapları da birbirinden harika(imiş)
Mardid’liler ve Barselona'lılar birbirinden pek hoşlanmıyorlar. Hele hele futbol konusunda aralarındaki yoğun rekabet sebebiyle hasım sayılıyorlar.
Barselona’yı Barselona yapan en önemli özellik hiç şüphesiz ünlü mimar Gaudi ve onun henüz bitirilmemiş eseri ‘Sagrada Familia’. Gaudi’nin dehası tüm şehre yansımış. Caddede yürürken en sıradan gibi bile gözüken bir binanın çatısına baktığınızda Gaudi’nin bir eserini görebiliyorsunuz. Tüm yapılar dudak uçuklatan sanat eserleri.
Şehir baştan aşağıya sanat müzesi gibi. Başınız ve gözleriniz yukarıda gezerken aman dikkat, direklere toslamayın:-) (tecrübeyle sabittir :-) )
Gaudi’den başka ‘sürrealizmin yaratıcısı Dali’de Barselona’nın önemli yaratıcılarından.Tren ile Barselona’ya 1,5 saat uzaklıkta olan Figueres kasabasındaki Dali’nin evi en çok ziyaret edilen yerler arasında.
Şehir içinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri ise ‘Picassso Müzesi’. İtiraf ediyorum hiçte iyi bir Picasso hayranı değilken bu müzeye gittikten sonra en sıkı fanatiklerinden biri oldum.
Müzeye ve Picasso’ya beni kilitleyen çalışma Picasso’nun selefi Velazquez’in ‘Las Meninas’ adlı eserini kübik olarak resmetmesi ve buradaki dahilik sınırını zorlayan çizimi oldu.
Picasso müzesini içinde barındıran bölge benim Barselona’da aşık olduğum bölgelerin başında geliyor: ‘Barri Gòthic’ bölgesi.
Burası, Barselona’nın meşhur olmasına yol açan mahalle. Burada karşınıza çıkacak olan tüm gotik yapılar aslında 20. yüzyılın başında yapılan röprodüksiyonlar. Vaktiniz varsa Barri Gòthic’e 1-2 gün ayırmanızı tavsiye ederim.
Buraya giderken yapabileceğiniz en güzel plan hiç plan yapmamak olacaktır. Aylak aylak gezinin ve bırakın bu mahalle sizi içine çeksin.
Ünlü Las Ramblas'dan birkaç kelim eile bahsedecek olursam da Barselona'nın trafiğe kapalı en turistik caddesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Açıkçası ben ilgimi çeken pek birşey bulamadım. Buraya yarım saatten fazla vakit ayırmak güzelim şehre haksızlık olacaktır. Barselona'ya yaz mevsiminde giderseniz aylaklık yapacağınız yerlerden bir diğeri de şehrin kumsalı.
Havlunuz, güneş gözlükleriniz ve içinize çektiğiniz Akdeniz havası ile kendinizi İspanya güneşi kadar parlak, boğası kadar güçlü ve flamenko dansındaki kadar tutkulu hissediyorsunuz.
Şehirde yaşanacak o kadar çok şey var ki hepsini burada yazamadım. Siz bu kısa yazıma aldanmayın, dilerseniz bana sorun, sizi gitmeniz üzere ikna edeceğime garanti ederim.
Ola Espania!

Yazı Tarihi: 08 Eylül 2008

8 Eylül 2008 Pazartesi

İspanya kısa, kısa, çok kısa...


24-31 Ağustos 2008 tarihleri arasında İber Yarımadası’ndaki İspanya’nın Madrid ve Barselona şehirlerinde idim. Bu İspanya’ya ilk gidişimdi ve Akdeniz’in bu sıcak ülkesine gitmeyi uzun zamandır istiyordum.
İspanya bazı noktalarda beni hayalkırıklığına uğratmış olsa da bütünü itibariyle hayallerimde canlandırdığım gibiydi.
Ağustos ayının en sıcak zamanlarında oradaydık ve ülke genelinde Ağustos tatil ayı idi. Uluslararası markalar ve turistik bölgelerdeki mağazalar hariç yerel esnaf tüm ay boyunca kepenk indirip tatile gidiyordu.
Ne de olsa başkent Madrid 6, İspanya’nın İstanbul’u olan Barselona ise 5 mio nüfusa sahip olmalarına rağmen $34,000’lık kişi başı ortalama gelir ile dünyanın 8., Avrupa’nın 5. en büyük ekonomisine sahipler.
İspanya otonom 17 bölgeye ayrılmış monarşi ile yönetilen bir ülke.
Bu bölgelerde yaşayan Bask, Katalan ve Kelt’lerden oluşan kültürler arasında ciddi farklılıklar bulunuyor.
En basiti başkent Madrid’liler İspanyol’lardan oluşup İspanyolca konuşurken özerk bölgelerden en büyüğü ve başkenti Barselona olan Katalunya’da halk kendilerine İspanyol denmesini reddediyor ve Katalanca konuşuluyor ki bu iki lisan arasındaki fark Türkçe ve Azerice gibi.
Ayrıca ülkede çok sayıda Küba, Brazilya, Arjantin ve diğer latin Amerika ülkelerinin vatandaşları yaşıyor.Yani anlayacağınız üzere karışık ama fıkır fıkır bir ülke.Boğa, dans ve tutkunun ülkesi olarak anılıyor.
8 günlük seyahatim boyunca Madrid, Barselona, Toledo ve Zaragoza şehirlerini görme fırsatım oldu.Madrid tam bir Ankara. En fazla 3. günde sıkılmaya başlıyorsunuz.
Gezilecek tek yer ilginiz varsa müzeler, Kraliyet Sarayı ve çok vasat olmakla birlikte parklar.
Toledo ve Zaragoza tarih kokan küçük ortaçağ şehirleri.
Barcelona’ya ise aşık oldum diyebilirim.
İnsanlar ve hayat bu şehirde çok rahat ve keyifli. Deniz olması şehre bambaşka bir hava katıyor, aynı zamanda %20 civarlarında nem. Tüm şehir içinde mayosu ile Vespa, bisiklet veya patenleri üzerinde yaşıyor.
Akşamüzeri denizden çıkıldıktan sonra sokak kafelerinde iğne atsanız yere düşmüyor; her taraf cıvıl cıvıl. Birçok Avrupa şehrinde olanın aksine insanlar hiç süslü değil, olabildiğince doğal ve bu doğallık karakterlerine öylesine yansımış ki; konuşmalar bağrış- çağrış, kahkahalar bol ve içten.
Madrid’de hiç ama hiç kimse tek kelime İngilizce bilmiyor.
Barselona biraz daha iyi: en azından ‘yes’, ‘no’yu anlıyorlar ama Katalanca cevap veriyorlar. Sıkı milliyetçi olmalarına rağmen Akdeniz sıcaklığı taşıdıklarından Katalanca ve el-kol eşliğinde dertlerini anlatıyorlar.
Yanınızda mutlaka İspanyolca dil kartlarından bulundurmanızı tavsiye ederim. Ben bu sayede 1 hafta daha kalsaydım bu dili kesin sökmüştüm :-)
Hayal kırıklığına uğradığım konulara değinecek olursam da, bu; İspanyol mutfağı.
En meşhur yemekleri deniz ürünlü Paella(bir nevi pilav), Tapas(küçük mezeler) ve Gazzpachio’ları(soğuk çorba)Ben her 3’ünü de lezzetli bulduğumu ve sevdiğimi söyleyemem. Bizim mutfağımızın eline su dökemezler.
Hala gitmediyseniz özellikle Barselona’yı şiddetle tavsiye ederim ama benim gibi kısa sürede 'homesick' olanlardansanız 7 günü geçirmeyin derim. :-)
Ola Espania!

Yazı Tarihi: 05 Eylül 2008

3 Eylül 2008 Çarşamba

Moleskine


Sevgili Arkadaşım Nes’e,
Umarım bu defter upuzun ve harika bir yazı hayatının başlangıcı olur. Ve umarım bu yazılar İspanyol güneşi kadar parlak, boğası gibi güçlü ve flamenko gibi hayatına meydan okuyucu olur...

Burçi
Madrid- Barcelona Yolu
27 Ağustos 2008
(Solda gördüğünüz fotoda Burçi bana yukarıda okuduğunuz notu yazarken)
****
Sevgili Arkadaşım Burçak Bayraktar, Madrid’den Barcelona’ya karayolu ile giderken mola verdiğimiz bir tesiste bana bu şahane defteri hediye olarak aldı.
Ben bu yazı/yazma işleri ile haşır neşir olunca ve o da tüm bu yazdıklarımı okuyunca tıpkı tüm eski zamanın meşhur yazarları ve sanatçıları; Hemingway, Picasso, Van Gogh... gibi benim de onların kullandığı bilindik defterden kullanmam gerektiğini ve bana hediye almak istediğini söylemişti.
Mola verdiğimiz tesiste içecek, sakız, dergi gibi şeylere bakarken ben bu defterin Burçak’ın bana almak istediği meşhur Moleskine ‘ler olduğunu bilmeden hem fiziki şekline hem de işlevsel olarak benim ihtiyacıma cevap verebilecek olmasına kanaat getirip hayranlığımı kendisine dokunarak ve hatta elimden bırakamayarak ifade etmeye başlamıştım bile.
“Aaaa, işte benim sana almak istediğim Moleskine’ler “ diye parıldayan gözlerle çığlık attı Burçi.
Böyle düşünceli ve ince bir arkadaşım olunca da bana da mutluluk içinde model seçmek kaldı.
Ve böylece aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz bu zarif kapaklı defter şu ana kadar aldığım en anlamlı hediyelerimden biri oldu.
Bu satırları yazdığım şu anda Barcelona’ya yaklaşmak üzereyiz.
Tek MP3’ün sağ kulaklığı bende, sol kulaklığı onda Duffy’nin ‘Warwick Avenue’ adlı şarkısını dinliyoruz. Boşta kalan kulağım da rehberimizin Katalunya hakkında verdiği bilgileri dinlemeye çalışıyor.
Hediyemin bana hissettirdiği mutlulukla aynen canım arkadaşım Burçak’ın bana bu defterin hatıra notunda yazdığı gibi kendimi İspanya güneşi kadar parlak, boğası gibi güçlü ve flamenko dansı gibi hayata meydan okur hissediyorum.
Barcelona’ya girdik.
Camdan bakarken şarapçılıkta ünlü olan bu güzel şehrin üzüm bağlarını görüyoruz.
“Toscana da aynen böyle, bak” diyor Burçak halimizden memnun bir ifadeyle.
“Evet” diyorum ben de sadece düşünceli bir ifadeyle.
Çünkü o anda Burçak gibi süper bir arkadaşa ve böylesine güzel bir hayata sahip olmakla ne kadar şanslı olduğumu ve bu defterle yazarlık konusunda iyice havaya girdiğimi düşünüyorum.
Şimdi hedefim daha önce sevgili ağabeyimin 2 kere bana aldığı ve her ikisini de düşürerek kaybettiğim güzel bir dolmakalem edinmek.
Ve daha sonra da on parmak klavye kullanmada kendimi yetiştirmek.
Bunlardan önce de şu sıralar bu değerli defterime yazacak güzel bir önsöz düşünüyorum.
Ayrıca aşağıdaki vikipedi açıklamasında yazdığı gibi kaybolursa bulacak kişiye verebileceğim ödülü.
Önsöz deyince aklıma "ithaf" geldi, hani şu yazarların kitap kapaklarında önsözden hemen sonra birilerine ithafen yazdıkları yazılar...
ve 1 sene önceki hayatımın en değerli ithafına gitti aklım, içim bir tuhaf oldu :-(

Neyse kulağımdaki Duffy: “I don’t wanna be your stepping stone” diye içini döküyor şarkısında bana tercüman olarak.
Güzel şarkı, İspanya güneşi ile daha da güzel geliyor kulağa...


Not: Fotoğrafta gördüğünüz defter orijinal Moleskine değil aslında. Tek farkı orijinallerinin kapağının düz ve siyah olmaları. Ben bunun modelini çok sevdiğim için bunu seçtim, orijinali veya değil ne farkeder? :-)

Aşağıda Vikipedi’de Moleskine defterler hakkında yazılan kısa bilgiyi bulabilirsiniz.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Moleskine
Moleskine, geçtiğimiz iki yüzyıldan beri Van Gogh, Picasso, Ernest Hemingway ve Bruce Chatwin gibi birçok Avrupalı sanatçı ve düşünür tarafından kullanılan bir defterdir. Kelime anlamı 'kirpi derisi'dir.
Moleskine defterlerinin neredeyse iki yüz yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. İnsanların akıllarında tutmak istedikleri ayrıntıları yazmaları gerektiğinde kullandıkları ufak tefek, siyah vinil kapaklı, sarı yapraklı, basit ve sade görünümlü defterlerdir.
1986 yılında üretimi durdurulmuş -fakat bir süre sonra yeniden üretilmeye başlanmış- olan bu defterlerin bu kadar sevilmesinin bir diğer nedeni de Picasso, Van Gogh,Caner Çoban gibi isimlerin bunları ellerinden düşürmemiş olmalarıdır.
Fransızların "Moleskin", İtalyanlarınsa "Moleschino" dedikleri bu akıl defterlerinin ilk olarak nerede doğduğu bilinmiyor. İlk olarak esin perisini kaçırmak istemeyen Fransız şairler için çıkarıldığı sanılıyor.
Bugün İtalya'da, Modo & Modo firması tarafından üretilen bu defterler, geçtiğimiz yüzyılda suya dayanıklı mürekkebin doğuşuna da neden olmuş. Moleskine sahipleri, yazılarını yağmura karşı bu mürekkeplerle korurken, kaybetme ihtimaline karşı defterlerinin ilk sayfasına geri getirene verecekleri ödülü yazarlar.

Yazı Tarihi: 03 Eylül 2008